«ZİY»DE…

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

m_hidir_yuzaki_haziran2016_1Mutasavvıf, şair ve âlim, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri; 18 Mayıs 1703’te Erzurum/Hasankale’de doğdu. Seyyiddir. İlk hocası, babası Derviş Osman Efendi’dir. İbrahim Hakkı Efendi, İsmail Fakîrullah Hazretleri ile ilk defa 9 yaşında Siirt/Tillo’da görüştü ve onun rahle-i tedrîsine oturdu. Astronomi sahasında da çalışmalar yaptı.

 

1728’de şeyhinin vefatının ardından onun yerine irşad hizmetlerine devam etti. 1747’de ilim için İstanbul’a gitti ve Sultan I. Mahmud’la bizzat görüştü. Sultan’ın izniyle, saray kütüphanesinde araştırmalar yaptı. Mârifetnâme adlı eserini 1757’de tamamlamaya muvaffak olan bu büyük Allah dostu, 22 Haziran 1780 tarihinde rahatsızlanarak vefat eyledi. Türbesi, Siirt/Tillo’dadır.

 

***

 

İbrahim Hakkı Hazretleri; âhirete irtihal eden hocası İsmail Fakîrullah Hazretleri’nin hâtırasına ithâfen 18. asırda Tillo’nun 3 kilometre doğusundaki tepenin üstüne bir taş duvar inşa etmiş ve ortasına da 40 x 50 santimlik açık bir pencere bırakmıştır. Böylece türbenin kulesi ile tepedeki duvar arasında ışık irtibatını sağlamıştır. Bu düzenek sayesinde gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart ve 23 Eylül tarihlerinde, tepeden doğan güneşin ilk ışıkları türbenin kulesine, oradan da kırılarak türbenin penceresinden girerek İsmail Fakîrullah Hazretleri’nin sandukasının başucunu yaklaşık 5 dakika aydınlatır. Bu hâdiseyle ilgili İbrahim Hakkı Hazretleri;

 

“Yeni yılda doğan ilk güneş hocamın başucunu aydınlatmazsa ben o güneşi neyleyim…” sözünü söyleyerek hocasına olan saygısını göstermiştir.

 

Bu hâdise, gelecek nesillere; hoca-talebe, ilim-mâneviyat ilişkisinin güzel bir misalini sergilemiştir.

 

1960 yılında yapılan yenileme çalışmaları sırasında ışık düzeneği zarar görmüştür. Fakat 2011 yılında Siirt Valiliğinin yapmış olduğu çalışmalar neticesinde ışık hâdisesi, tekrar eski hâline getirilmiştir.

 

m_hidir_yuzaki_haziran2016_2

«TETE TURKUE»

 

Sultan Abdülaziz Han, 8 Şubat 1830’da doğdu. İtinalı bir eğitim aldı. Akşehirli Hasan Fehmi Efendi’den Arap dili ve edebiyatı ile şer‘î ilimleri tahsil etti. Neyzen ve bestekâr Yûsuf Paşa’dan mûsıkî dersleri aldı.

 

Sporun yanında beste, şiir ve resimle de ilgilenen Abdülaziz Han, sade bir hayat yaşardı. Abdülaziz Han, veliahtlığındaki mazbut hâliyle, halkın sevgisini ve güvenini kazandı.

 

Bu büyük padişah zamanında Osmanlı Devleti, askerî bakımdan dünyada üst sıralara gelmişti. Yaptırdığı savaş gemilerinin plânlarını kendi çizerdi.

 

1863’te Mısır, 1867’de Avrupa seyahatlerine çıktı. 1868’de Şûrâ-yı Devlet’i kurdu. Süveyş Kanalı onun zamanında açıldı.

 

Midhat Paşa, Mahmud Nedim ve Hüseyin Avni Paşaların organize ettiği bir nümâyiş ihtilâle döndü ve Abdülaziz Han tahttan indirildi. Bununla da kalınmayarak katledilip, intihar süsü verildi.

 

Çalışkan, gayretli ve son derece dindar olan Padişah, 5 Haziran 1876 tarihinde şehid edildi. Kabri, Dîvanyolu’ndaki Sultan Mahmud Türbesi’ndedir.

 

***

 

Sultan Abdülaziz Han ve beraberindekiler, 1867’de Paris’te yeni îmal edilmiş makinelerin görücüye çıktığı sergiyi gezmekteydiler.

 

Padişah, çember şeklinde bir cetvel ve önünde asılı kadife kaplı bir toptan meydana gelen makinenin önünde durur. Bu makine; günümüz lunaparklarında da görülen, topa atılan yumrukla kol kuvvetinin ölçüldüğü ilkel bir makinedir. Osmanlı Sultanı bu makinenin adını sorar. Kısa süren bir kararsızlığın ardından bir Fransız yetkili yutkunarak cevap verir:

 

«Tete Turkue.» Fransız kâşif; «Türk Kafası» adını verdiği makinenin önünde Osmanlı Padişahı’nın duracağını nereden bilebilirdi ki?

 

Sessizliği yine Sultan bozar:

 

“–Halil Paşa, göster bakalım şunlara Türk kolunun kuvvetini!” Kayserili Halil Paşa, Abdülaziz Han gibi heybetli birisidir;

 

“–Emriniz başım üstüne hünkârım!” dedikten sonra ceketini çıkarır ve gömleğinin kollarını sıvar. Herkes nefesini tutmuş olacakları beklemektedir. Halil Paşa Yaradan’a sığınıp öyle bir yumruk savurur ki; dinamometrenin dağılan yuvarlak ibresi bir Fransız’ın, kopan topu başka bir Fransız’ın, yayları da etrafta toplanan öteki Fransızların ayaklarının dibine savrulur. Dağılan makinenin karşısındaki Halil Paşa alaycı bir dille şunları söyler:

 

“–Bu Türk kafası değildir Sultanım! Bu olsa olsa, Avrupa kafası olmalı ki bir vuruşta dağıldı.”

 

m_hidir_yuzaki_sayı2016_4

 

ALTMIŞ SENEDEN SONRA ALTI SAAT…

Hattat Mehmed Şefik Bey, 1820’de Beşiktaş’ta dünyaya geldi. İlk tahsilini bitirdikten sonra Dîvân-ı Hümayûn Tahvil Kalemi’ne girdi. Tahvil Kalemi’ndeki yeknesak iş düzeninden sıkılan Şefik Bey kalemden ayrılıp hüsn-i hat öğrenmeyi tercih etti. Galata Sarayı’nın hat hocası Ali Vasfi Efendi’den sülüs-nesih yazılarını meşk ederek icâzet aldı. Mehmed Şefik Bey, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin yetiştirdiği birçok seçkin talebenin en önde gelenlerindendir. Bilhassa celî sülüs hattını, Kazasker mektebine bağlı olanlar içinde en üst mertebeye eriştirmiştir. Mustafa Râkım’dan sonra hâkim olan celî yazıyı, âdeta mektup yazar gibi süratle ve ekseriyâ tashihe bile gerek bırakmadan yazardı.

 

Sultan Abdülmecid; Sakız Adası’nda ihyâ ettiği cami için kendi yazdığı levhaların yerlerine asılması ve gerektiğinde yenilerinin ilâvesi maksadıyla Şefik Bey’i vazifelendirdiğinde, huzûruna kabul ederek tembihlerde bulunmuş. Şefik Bey de Sakız Adası’na gidip Padişah’ın emrini yerine getirmiştir.

 

Şefik Bey nesih hattıyla yazdığı iki mushaftan başka «En‘âm-ı Şerif», «Delâilü’ş-Şerîfe» ve «el-Kasîdetü’l-bürde» gibi eserleri yazmıştır.

 

Sayısız sülüs-nesih kıt‘a, murakka’, hilye, levha ve kitâbe bırakmış; resmî hocalığı dışında da birçok talebeye hüsn-i hat öğretmiştir.

 

Mehmed Şefik Bey, 1880’de İstanbul’da vefat etti. Kabri, Yahya Efendi dergâhı hazîresindedir.

 

***

 

Celî sülüsü nasıl süratle yazdığını gösteren şu hâdise zikre değer:

 

Sultan Abdülaziz Han Avrupa seyahati dönüşü, İstanbul’un Bâyezid semtinde inşa edilen Harbiye Nezareti’nin hemen açılmasını isteyince; büyük giriş kapısının eksik kalan kitâbesinin yazılması için Şefik Beyle 60 altın mukabilinde anlaşma yapmıştır. Kendisi yazıyı önce küçük ebatta yazmış. Kareleme usûlüyle yerine göre büyütülmesine çırakları da yardım etmiş ve mermere geçirilmek üzere kalıp olarak iğnelenmesi dâhil işi altı saatte bitirmiştir. Anlaşmayı yapan erkân-ı harp yüzbaşısı; kendisinin ancak 6 lira aylık aldığını düşünüp, altı saat çalışan bir hattata 60 altın ödenemeyeceğini söyleyerek zorluk çıkarmıştır. Durumu kendisine bildiren çıraklarına Şefik Bey şöyle demiştir:

 

“Yüzbaşı beye söyleyiniz. Bu yazı altı saatte değil altmış senede yazılmıştır. Kendilerine altı gün, altı hafta, altı ay değil; tam altı sene mühlet veriyorum. Bu müddet içinde bu yazının bir harfini yazabilirse istediğim paranın altı mislini kendilerine hediye olarak veririm.”

 

m_hidir_yuzaki_haziran2016_3

GİDERKEN BİLE HİCVETTİ

Hicivleriyle meşhur Arap şairi Ebü’l-Hasen Ali, 21 Haziran 836’da Bağdat’ta doğdu. Hıristiyan bir ailenin çocuğu olduğu için «İbnu’r-Rûmî» diye tanındı. Babasının vefatından sonra eğitimini ağabeyi üstlendi. Kur’ân-ı Kerim, dil, edebiyat, şiir, hitâbet ve hesap dersleri aldıktan sonra babasının yakın bir dostunun yanında öğrenimine devam etti.

 

Çocukken babasını, gençken hanımını ve art arda üç çocuğunu kaybetmesi; İbnu’r-Rûmî’nin karamsar bir ruh yapısına sahip olmasına yol açtı. Gençlik yıllarında gittiği Samarra dışında hep Bağdat’ta yaşadı ve 896’da Bağdat’ta vefat etti.

 

***

 

Bir gün devrin ileri gelenlerinden Ebû Hüseyin Kāsım, şairi ziyafete davet etti. İbnu’r-Rûmî yine bütün alâmetleri uzun uzadıya inceledi, düşündü, taşındı, kendince ölçüp biçti ve hiçbir uğursuzluk alâmeti bulamayarak daveti kabul etti. Aslında Ebû Hüseyin, onun hicivlerinden son derece rahatsız oluyordu ama renk vermiyordu. İşte bu ziyafette şairi ortadan kaldırmaya karar vermiş ve yiyeceklerine zehir kattırmıştı. İbnu’r-Rûmî, her şeyden habersiz geldi ve keyifle sofraya kuruldu. Enfes yemeklerden bol bol yedi, önüne konan envâi çeşit içeceklerden içti. Ne var ki yemeğin sonunda zehirlenmiş olduğunu anladı. Eve gidip bir çaresine bakmak maksadıyla hemen ayağa fırladı. Ebû Hüseyin onun bu hâlini görünce alaylı bir şekilde sordu:

 

“–Nereye gidiyorsun?”

 

İbnu’r-Rûmî, soğukkanlılıkla;

 

“–Gönderdiğin yere!” dedi.

 

Ebû Hüseyin devamla;

 

“–Eh! Bizim merhum pedere de selâm söyle bari.” dedi.

 

Lâkin şairimiz hiciv hünerini sergileyerek şu cevabı verdi:

 

“–Cehenneme uğrayacak değilim!”