İKİ YETİM GELİN…
YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com
“…Evet… Cenâb-ı Hak böylece anne ve baba rızâsının ne kadar önemli olduğunu âyetlerle izah ediyor. Bizlere de hisseler almak nasip eylesin. Âmîn…”
–Sağ olasın Fatma Hanım. Sayenizde sohbet grubumuz şenlendi, gayesini buldu. Daha önceleri biz bir araya gelir, iki satır okuduktan sonra, sohbetin mucebince amel edeceğimize, dedikodularımıza kaldığımız yerden devam eder idik. Nasıl becerdiyseniz, bizi o dedikodu ortamından çektiniz çıkardınız. Allah râzı olsun sizden.
–Estağfirullah Safiye Teyzem. Bizde bir şey yok. Söyletene bakmalı… Okuduklarımız ve söylediklerimiz bizden değil; âyet-i kerîme, hadisler ve Hak dostlarının sözleri…
–Öyle deme kızım! Kim bilir kimi memnun ve râzı ettin de sözlerin böylesi tesir kazandı…
Safiye Teyzenin son cümlesi Fatma Hanımı derin bir tefekküre sevk etti. Derin bir iç çekti ve başladı anlatmaya:
–Âh keşke sizin hüsn-i niyetlerinize lâyık olabilse idim. Ben evlendiğimde henüz on altı yaşında bir yetimdim. Anacığım hem anne hem baba olmuştu bize. Biz evimizin iâşesini kazanma gayretiyle, babamın vefatından önce bin bir emek harcayarak derleyip toparladığı tarlalarda gece-gündüz erkek gibi çalışıyorduk. Erkek kardeşlerimiz vardı; ama annem onları okutmak için şehre göndermişti. Biz onların da okul masraflarını karşılamak için çırpınıyorduk âdeta. «Biz okuyamadık aman onlar okusun, kendilerini kurtarsın.» diye bir istediklerini iki etmiyorduk. Hakikaten yokluk boyumuzu aşmıştı. Ocağımızda; tarhana, bulgur ve yöremizde yetişen birkaç yeşillik yemeğinden başka bir şey pişmedi yıllarca. Bahçemizdeki tavuklar da erkek kardeşlerimizin izinlerinden izinlerine kesilir idi. Onların izine gelişi hem onlara hem bize bayram olurdu. Hatırıma geldikçe bir başka duygulanırım; üst üste sekiz yıl olmuştu da evimizde kurban kesme heyecanı yaşanmamıştı. Garip anacığım her kurban bayramı; sabaha kadar odasına çekilir, ağlardı. Evimiz; iskeleti ağaçtan, duvarları da saman ve çamurdan müteşekkil bir fakirhâneden ibaretti. Annemin odası ile benim odam yan yana idi; dolayısıyla onun her hüznünü, her iniltisini duymak işten bile değildi.
Gün geldi hacı ağabeyiniz beni istettiğinde herkes bana; “Haydi bakalım kurtuldun!” demişti. Anacığımı orada bırakmanın, yanımda götüremeden kilometrelerce uzak memlekete gelin gitmenin neresi kurtulmak ise…
Hatırıma geldikçe üzülürüm; o gece dünürcü gelen yengelerden biri ile yan yana oturduğumuzda elimi ellerinin arasına alıp uzunca bir süre incelemişti ve; “Kızım bu eller ne böyle? Erkek eli gibi…” demişti. O sırada müstakbel kayınvâlidemin sessiz kalışı, beni ilk yaralayan hâdise olmuştu. Gelin olup gidiyordum; ama örfünü, âdetlerini bilmediğim koskoca bir meçhule… Ki ben hakikaten erkek gibi yetişmiştim, yaptığım işler de hep ona göre idi. Doğru dürüst yemek pişirmeyi bile bilmezdim. Bu durum beni o kadar korkutuyordu ki anlatamam. Derken düğün-dernek yapıldı ve ben bana her yönden uzak bir memlekete gelin oldum. Korktuklarım daha ilk günden başıma gelmeye başlamıştı. Gittiğim kapı çok şükür bereketli bir kapı idi; lâkin gel gör ki ben öyle leziz yemekleri rüyamda bile görmüş değildim. Biz baba ocağında hayvanlarımızdan elde ettiğimiz tereyağını satarak geçimimize katkı sağladığımız için, mutfağımızda kullanmaya cesaret edemezdik. Yemeklerimizin çoğu haşlama gibi olur giderdi. Kayınpederim rahmetli, hâli-vakti yerinde biri idi. Dolayısıyla mutfakta kullanılan malzemenin yetip-yetmeyeceği değil, sadece yemeklerin lezzeti dert edilir idi. Bu durum da beni ziyadesiyle tedirgin ederdi. Korktuğum kadar vardı. Bir gün olmazsa bir gün misafirimiz gelirdi ve ben ilk zamanlar o leziz yemekleri yapmaya cesaret edemediğim gibi; yakın akrabadan duyduğum acı sözler, iyiden iyiye cesaretimi kırmıştı. Kayınvâlidem ise bu duruma hep sessiz kalmayı tercih ediyordu. Zamanla o sessizliği bir başka bir veçheye döndü. Sürekli bana bir şeyler öğretmeye çalışıyordu. “Yok o öyle olmaz, böyle olur. Öyle oturma-böyle kalkma! O yemek böyle yapılır…” Niyetini uzunca bir süre anlayamadım; anlayamadığım gibi bu hâl, bende büyük bir soğukluk da oluşturdu.
Gel zaman git zaman kayınvâlidemin azimli ve kararlı duruşu ile; çok geçmeden bütün örf, âdet ve yemek kültürünü öğrenmiştim. Ama yüreğim ona karşı hiç ısınmıyordu. Beni çok ezdiği düşüncesi ile mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyordum. İçimden gelerek bir bardak çay dahî vermiyordum. Her işi zorla yapıyordum, bu da eşimin dikkatinden kaçmamıştı. Beni tavizsiz bir şekilde uyardığı gün ise pamuk ipliğine bağlı olan hatırımı da yitirmiştim. Artık o bereket kapısı bana zindan olmuştu. Kayınvâlidemin, elime düşeceği günü iple çekiyordum.
İyice yorulduğum bir gündü. Oturma odasındaki divana uzanmıştım, uyku ile uyanıklık arasında idim. Kayınvâlidem bana seslendi. Canım hiç yanına gitmek istemedi ve derin bir uykudaymış gibi istifimi hiç bozmadım. Bir yandan da göz ucuyla ne yaptığını takip ediyordum. Elinde bahçeden topladıklarından bir çıkın ve bir su testisi vardı. Usulca yere bıraktı ve yanıma oturdu. Divanın başındaki yüklükten aldığı bir battaniyeyi usulca üzerime örttü ve eli ile saçlarımı düzeltmeye, yüzümü sevmeye başladı. Bir yandan da şöyle diyordu:
“Âh benim güzel kızım, Allah emâneti yetimim. Biliyorum bana çok kırgınsın; ama buraların âdetleri de kadınlarının dili de çok acımasız. Azıcık beğenmeyiversinler hemen dillerine dolarlar. Ondan sonra da insan içine çıkası gelmez insanın. Ben de senin gibi yetim geldim bu kapıya. Kayınbabam buraların ağası idi, dolayısıyla kayınvâlidem de hanım ağa idi. Ben çok çektim güzel kızım, kan dolu gözyaşlarımı çaresiz yüreğime akıttım. Hep senin gibi bir gelin istedim Rabbimden. Çok şükür, verdi. Benim çektiklerimi sen çekmeyesin diye bir gayret yüklendim sana; ama hakkını helâl et kızım. Sen benim tek oğlumun eşi, yegâne gelinimsin. Bu mal mülk yarın senin olacak. O zaman bu bilip bilmez konuşanlar seni dillerine dolamasınlar diye böyle davrandım sana. Keşke uyanık olsan da bir helâllik isteyebilsem senden. Ben de böyleyim işte, uyanık olsan iki lâfı bir araya getirip konuşamam…”
Ben daha fazla dayanamadım; gözyaşları içinde, yattığım yerden doğrulup yapıştım kayınvâlidemin ellerine. O da ben de birbirimize sarılıp dakikalarca ağladık. O gün benim için bir milâttı. O günden sonra aramızdaki ünsiyet hakikaten çok farklı bir seviyeye ulaştı. Muhabbetimiz akraba içinde de dilden dile dolanır olmuştu. Gün geldi kayınvâlidem, ince hastalığa yakalandı. Kızlarının ve kardeşlerinin dahî yanına girmeye cesaret edemediği zamanlarda bile, ben bir an olsun onu yalnız bırakmadım. İnanır mısınız annemin vefat haberi geldiğinde de kimseye bir şey söylemedim ve onu yalnız bırakmadım? Giden, gitmişti artık. Zaten beni, annemin cenazesine ulaştıracak bir vasıta da o gün için olmadığından, hiç dillendirmedim bile…
O ise bana sürekli duâlar ediyordu. Bir gün annemi sordu:
“Kızım kendi telâşemizden unuttuk. Annen nasıl? Var mı yakın zamanda bir haber?”
O an sanki yumruk kadar bir şey boğazıma oturdu ve hiçbir şey diyemedim. Kayınvâlidem, anlamıştı:
–Kızım yoksa…
–Evet anne, Hatice Annem iki ay kadar önce vefat etti.
–Kızım niye söylemedin? Mutlaka gitmen lâzımdı kızım, o senin annen!
–Kim bilir haber bana kaç gün sonra ulaştı? Sen sıhhate kavuşunca gider, kabrini ziyaret ederim.
–Âh kızım, âh kızım; yaktın kavurdun beni…
Çok geçmeden kayınvâlidemi de uğurladık ebedî istirahatgâhına… Dilinin döndüğü son âna kadar bana duâlar ederdi:
“Ben senden râzıyım kızım, Rabbim de râzı olsun inşâallah. Peygamberimiz’e komşu eylesin. Mevlâm’ın cemâlini göresin inşâallah…” diye diye.
Malûm, Hacı ağabeyiniz öğretmendi. Büyük bir sabırla bana okuma-yazmayı öğretti. Ben;
“Nerede, ne işime yarar?” diyerek kaçmaya çalışsam da o ısrarla devam etti. Nasibimizde böylesi bir sohbet halkasında sizin gibi değerlere sohbetler okumak da varmış demek ki.
Anlattıklarımdan dolayı gönlüme bir kibir gelmesinden Allâh’a sığınırım. Eğer sözünüzde samimî iseniz ve sözümüzden en ufak bir tesir oldu ise, benim aklıma gelen en büyük vesile kayınvâlidemin duâlarıdır. Sadece aramızdaki gelinlerimize bir ibret olsun diye anlattım. Ola ki bir gün ihtiyaçları olur… Malûm gelin-kaynana arası için hiç hoş şeyler söylenmez. Lâkin Rabbimiz’in rızâsının nerede gizli olduğu, hangi kırık kalbin civarında saklı olduğu bilinmez. Bizim için hayatın her safhası, ertelemesi olmayan bir imtihan harmanı. O yüzden rızâsını kazanma yolundaki fırsatları iyi değerlendirmek lâzım. Allah yâr ve yardımcımız olsun. Rabbim bizleri gönüller yıkan değil, gönüller kazanan kullarından eylesin.
–Âmîn…