Gönülden Paylaş, Gönüller Kazan!
Bir suç nasıl cezalandırılır?
Sana hasım olan birine nasıl davranılır?
Bir kötülük nasıl giderilir?
Bir yanlışın üzerine nasıl gitmelidir?
Bir yaramaz nasıl uslandırılır? Döverek mi? Küfürle mi?
Aklımıza bu suallerin cevabı olarak, önce sert ve şiddetli çözümler gelir.
Kötülüğü yapanı bir güzel haşlamalı, azarlamalı! Yanlışı yapan cezalandırılmalı, yasaklanmalı, uzaklaştırılmalı!
Bedduâ mı etmeli yoksa duâ mı etmeli; güzel, yumuşak sözle nasihat mi etmeli?
Bir ölçü lâzım:
Senin verdiğin ceza ve davranışın neticesinde, hatayı yapan kişi yaptığı hatayı daha çok artırıyorsa; senin verdiğin cezada, davranışta bir hata var demektir. Ama hataya verdiğiniz cevap; onu hatadan caydırıyorsa, verdiğiniz ceza ve gösterdiğiniz davranış isabetli demektir. Hatayı yapan kişinin fıtratına göre gerekeni yapmalı.
Elbette kanunun yeri ayrı. Toplum düzenini sağlamak için birtakım yasaklar olacak. İyilik, af ve merhametin istismar edilmemesi için bir hâkim otorite olmalı.
Fakat birebir dünyamızda, şahsî hayatımızda, iş, aile ve benzeri çevrelerimizde tam tersi bir usûl ve üslûp daha tesirli.
Yumuşak üslûp.
Kötülüğe karşı iyilikle mukabele…
Sabr-ı cemîl…
Erteleyici bir hilim, affedici, hoşgörücü bir olgun tavır…
Bunlar ikili münasebetlerimizde çok daha tesirli.
Bu üslûbu Rabbimiz tâlim etmiş, Peygamberimiz tatbik ederek göstermiş.
Cenâb-ı Allah buyuruyor:
“İyilikle kötülük bir olmaz.
Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle.
O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)
Peygamberimiz’in hayatında bunun sayısız misali var.
Ona sûikast yapmaya kalkan kişi yakalanıyor, Peygamberimiz’e getiriliyor. Başkası olsa idam ettirir. Fakat Peygamberimiz böylelerini; mescidinde ağırlıyor, yediriyor, içiriyor. Sonra da bazı telkinlerde bulunarak serbest bırakıveriyor. Hemen hepsi bu âlicenaplık karşısında dönüp müslüman oluyor.
Hudeybiye Anlaşması’nın olduğu yıllarda, Mekke’de kıtlık oluyor, Peygamberimiz oraya aynî ve nakdî yardımlar gönderiyor. Böylece bir-iki yıl içinde Mekke fethi çok kolay hâle geliyor.
Müellefe-i kulûb yani kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kişilere, bol bol ikramlarda bulunuyor. Bunlar geçmişte İslâm’a nice düşmanlıklar yapmış, fakat şimdi müslümanların kuvveti önünde boynu bükülmüş kişiler… Efendimiz hep gönül kazanmaktan yana… Bunun için de daima gönülden ikramlarda bulunuyor.
Gönülden paylaşıyor. Gönülden veriyor. Böylece gönüller kazanıyor.
Tabiî bu iş kolay değil.
“Buna (bu kötülüğe karşı iyilik yapabilme fazîletine) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.” (Fussilet, 35)
İyiliğe karşı iyilik her kişinin kârıdır.
Kötülüğe karşı iyilik ise er kişinin kârıdır.
Düşmanını alt etmişken, intikam duygusunu bertaraf edebilmek kolay değildir. Fırsat ele geçmişken düşmanını ezmek duygusu, insanın kanını hararetlendirir. Ancak fazîlet ehli ve güzel ahlâkı önde tutan, sabırlı kişiler affetmeyi başarabilir.
Ecdâdımız bu hakikati iyi anlamışlar. Bu sebeple fethettikleri yerin gayr-i müslim halkına çok iyi davranmışlar. Adâletle ve fazîletle yaklaşmışlar. Buna karşılık onlar da müslümanları sevmiş ve desteklemiş. Devlet zor duruma düşse dahî isyan etmemişler. Nasibi olanlar da fevç fevç müslüman olmuş. Maksat da bu değil mi?
Gönüller kazanmak.
Şimdi dünyada güçlülerin işgallerini görüyoruz. Onlar girdikleri yerde menfaat elde etmek için, oraları sömürmek için halkı kırıp geçiriyorlar. Tefrika tohumları ekiyorlar. -Güya düzeltmeye geldikleri yeri- eski hâlinden daha beter bir hâle getirip bırakıyorlar. Onlardan herkes nefret ediyor.
Gönül kazanmak için; sabırlı, merhametli ve affedici davranmak Hak dostlarının da fârik hususiyetlerindendir.
Yûnus Emre Hazretleri’nin şiirleri hep gönül kazanmak diyor:
Benim bunda kararım yok, ben bunda gitmeye geldim.
Bezirgânım metâım çok, alana satmaya geldim.
Ben gelmedim dâvi için benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim.
«Dâvâlaşmaya, çekişmeye, kavgaya gelmedim; sevgiyle, muhabbetle, gönüller kazanmaya geldim.» diyor.
Bunun için güzel üslûba alışmalı. Güler yüze alışmalı. Eğer kendimizi alıştırmazsak, güzel sözlerimiz bile diken olur. Yûnus Emre ne güzel tarif ediyor:
Taş gönülde ne biter?
Dilinde ağu tüter,
Nice yumşak söylese,
Sözü savaşa benzer!
Gönlünü yufka hâline getirmeyen kişinin, dili hep zehir akıtır. Yumuşak söylemeye dahî çalışsa, savaş ediyormuş gibi konuşur.
Hak dostları böyle değildir. Onlar hep af yolunu tutmuş, zehirlere panzehir olmuş, taş atana gül ikram etmişlerdir.
Üstâdımız’ın hâtıralarında geçtiği üzere;
Rahmetli Musa Efendi, Bursa’da Sâmi Efendi Hazretleri için bir ev yaptırmıştı. Ancak Sâmi Efendi Medine’de mücâvir olunca o evi kendileri kullanmaya başladılar. Zaman zaman oraya gidip kalırlardı.
O evde kaldıkları zaman da Bursalılar, iki kişi olarak; «Bir ihtiyaç olur.» diye gece sabaha kadar kapıda nöbet tutarlarmış. Hırsızın biri de gece yarısı üç civarında eve girmiş, nöbetçiler tarafından yakalanmış. O saatlerde uyanık olan Musa Efendi’ye;
“–Efendim bu adam hırsızlığa evinize girmiş, yakaladık, ne yapalım?” demişler.
“–İçeri getirin.” demiş. Getirmişler.
“–Önce bir yemek yedirin; bu adam aç.” demiş. “Aç mısın?” diye sormamış. Ne varsa çıkarmışlar, sofrayı kurmuşlar, adamı yedirmişler. Ardından;
“Bu adam bu hâle düştüğüne göre durumu kötü.” demiş, bir zarf hazırlamış.
Peşinden;
“–Bunun işi yok herhâlde; yarın buna bir iş bulun.” demiş ve ardından;
“–Bu delikanlıyla irtibatı kesmeyin, bakın bakalım evi neredeyse yakın bir sohbet grubuna devam etsin.” diye eklemiş.
O yakalayanlara da;
“–Bu kişi; sizinle benim aramda kıyâmete kadar bir sır olarak kalacak, kimse bilmeyecek.” diye de tembih etmiş. Bütün bunlardan sonra o adam iyi bir derviş olmuş.
Bütün bu güzel muâmeleler bir insanın kalbini uyandırmaz mı?
Günahkârlara nefret ile doluyorsak kendimize soralım:
“Hangimiz tamamen masumuz ki?”
Hangimiz tam olarak kulluğumuzu edâ edebiliyoruz? Mahşer günü ne hesaplar dökülecek ortaya, ne kayıtlar çıkacak. O zaman; muhatabımız bizi affetsin mi isteriz, yoksa cezalandırsın mı? Elbette affetsin isteriz. O hâlde? O hâlde biz de affetmeliyiz.
Affetmeliyiz ki, bizi de affetsinler…
Merhamet etmeliyiz ki, bize de merhamet etsinler.
Fakat kolay değil. Evine hırsızlık yapmak için girene, senin çıkarıp bir de harçlık verebilmen, kolay değil. Deryâ gibi bir gönül ister. Rabbimiz o büyüklerin izinden gidebilmeyi nasip eylesin.
Gönüllerimizi o kıvama getirebilecek; îman, takvâ ve güzel ahlâk nasip eylesin.
Merhum Sâmi Efendi Hazretleri’ne de bir adam gelip yardım istermiş, o da hep bir miktar yardım yaparmış. Orada bulunanlardan biri;
“–Efendim, bu kişi sizden yardım alıyor ama lüks yerlerde harcıyor!” deyince;
“–Öyle mi?!. O zaman kendisine daha fazla verelim.” demiş.
Çünkü varlıklı iken yoksul duruma düşenin hâli çok zordur. Onun hâlinden anlamak gerekiyor. Bunu yapabilmek için de; insanın gönlüne, paradan çok çok fazla değer verebilmek gerekiyor. Bir gönül kazanmak, kızıl develere sahip olmaktan hayırlıdır; inancının kalpte pekişmesi gerekiyor.
Yine merhum Sâmi Efendi Hazretleri birine sadaka vermek üzere parayı uzatıyor ki yanındakiler:
“–Efendim o parayla o, içki alır, içer” diyorlar.
“Öyle mi?!. Sen içki mi içiyorsun?!.” demiyor. Yumuşak bir ses ile onu âdeta okşayarak;
“–Bundan sonra içmez inşâallah!” diye karşılık veriyor. Ona kızmıyor, hakaret etmiyor. Sadaka vermekten de vazgeçmiyor. O kişi de bu nezâket ve zarâfet karşısında;
“–İçmeyeceğim bundan sonra!” diyerek tövbekâr oluyor.
Akla şu ihtimal gelebilir: Ya bu adam sözünü tutmazsa, ya yine içerse? İçerse o tövbesini bozmuş olur; bizim yardımımız, güzel davranışımız ise Hakk’ın dîvânında bâkî kalır. Şairin dediği gibi:
Tohum saç, bitmezse toprak utansın.
Velev ki aldatıyor olsun. Allah için aldanmayı da bilmek lâzım. Gönüllerde; İslâm’ın fazîletini, müslümanların cömertliğini, bağışlayıcılığını ve güler yüzünü yerleştirmek lâzım. Bilhassa bu zamanda. İslâmofobi diyerek, İslâm’ı korkulan ve uzak durulan bir şey gibi göstermeye çalıştıkları devirde; gönülden paylaşarak, gönüller kazanmak lâzım.
Bugün ekranlarda; «Allâhu Ekber!..» deyip kelle kesenlerin görüntüleri geçiyor. İslâm sanki; şiddeti emrediyormuş, kılıç zoruyla insanları hizaya getirmeye çalışıyormuş, zorbalık, katılık dîniymiş gibi göstermeye çalışıyorlar. İşin içinde kasıtlı ajanların olduğu muhakkak. Gafil, eğitimsiz ve yıllardır şiddete maruz kalmış bazı dindaşlarımız da bunlara âlet oluyor.
Fakat bu oyunu tersine çevirecek olan yine; güler yüzlü, güzel ahlâklı, cömert, fedâkâr ve olgun müslümanlar olacak. Bu güzel davranışlar, bu fedâkârlıklar; inşâallah bu oyunları bozacak.
Gençliğimde benim de başımdan bu hususta bir misal geçti:
Daha gencim, Gaziantep’teki mahallemizde Nahsen isminde biri vardı. Benden üç-beş yaş büyük birisi. Nahsen maalesef gece-gündüz içerdi. İçtiği zaman mahalleye geldi mi; nâra, küfür gırla giderdi. Mahalleli toplanır, bunu bir temiz döverlerdi. Akıllanmaz, bir gün sonra yine aynı duruma düşerdi. Polisler içeri alırlardı, karakolluk olurdu. Fakat beş gün sonra yine aynı şeyler tekerrür ederdi. Bir gün eve geldim; baktım Nahsen sokağın ortasında yine bağırıp çağırıyor, sağa-sola tehditler savuruyor, fitil gibi sarhoş. Yanına yaklaştım;
“–Karnın aç mı?” dedim. “Evde mercimekli pilâv var, sana bir dürüm getireyim mi?”
“–Getiiir!” dedi. Eve girdim, mercimekli pilâvı ev ekmeğine sardım, dürüm yaptım, getirdim. Sakinleşti. Aldı yemeğe başladı. Yarıyı geçti, birisi çıktı geldi, onu öyle sakin görünce;
“–Merhaba Nahsen! Bugün bağırıp çağırmıyor musun?” dedi.
Nahsen beni işaret ederek;
“–Şu boyacının oğlu var ya…” dedi; “Bugün beni öyle bir silleledi, öyle bir dövdü ki hiç sesimi çıkaracak hâlim kalmadı.”
«Sillelemek» diye tabir ettiği şey, benim ona getirdiğim yemekmiş. Yani sarhoş da olsa; yapılan bir iyilik onu ezmiş, mahcup etmiş, sesini soluğunu kesmişti. Demek ki azılı bir sarhoş bile bir küçük ikram ile kuzuya dönüyordu. Bir hamle, bir hamle daha, düzelebilirdi.
Şimdi düşünüyorum; ondan sonra o adama sahip çıkamadık, o da aynı gafletlerine devam etti. Hâlbuki onunla ilgilenilseydi, bir büyüğün merhametli elinde terbiye görseydi, o minnet duygularıyla Nahsen de düzelip güzel bir insan olabilirdi.
Yarın mahşer yerinde nice Nahsen gibiler, Ahmetler, Mehmetler, Ayşeler, Fatmalar yakamıza yapışacak; «Bana niye el uzatmadın!» diyecek.
Müslümanlar, dindar insanlar, ümmet-i Muhammed olarak bu hususlarda çalışmalar yapmamız lâzım. Günahtan nefret edip, günahkâra merhamet etmemiz lâzım.
Allah râzı olsun; hapishânelere gidip, oradaki talihsiz insanlara yardım eden, kitaplar, dergiler götüren fedâkâr kardeşlerimizi işitiyoruz, seviniyoruz.
Sokak çocuklarına, kimsesizlere, düşkünlere, müptelâlara hepsine bu Ramazân-ı şerif hürmetine yardım edelim. Gönülden paylaşalım, gönüller kazanalım.
Paranın, pulun, makamın ve itibarın geçmediği o gün, bir hayır duâ en büyük zenginlik olacak. Bir sevaba ne kadar muhtaç olacağız.
Rabbim başarabilenlerden eylesin. Gönül kazananlardan eylesin.