Gece – Gündüz

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

h_k_ergin

Kur’ân-ı Kerîm’in kendine mahsus bir üslûbu, bir dili vardır. İnsan mantığından farklı bir dildir bu. Meselâ insan, konuşurken «hayat ve ölüm» demeye meyillidir; çünkü hayat önce görünüyor; ölüm hayatın sonunda geliyor. Kur’ân-ı Kerim’de ise Rabbimiz önce; «ölüm» sonra; «hayat» diyor. Yine insan önce gündüz sonra gece geliyor diye düşünür; hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’de daima gece önce zikrediliyor. Leyl yani; «Geceye andolsun!» diye başlayan bir sûre var; Nehâr diye sûre yoktur meselâ.

Kur’ân-ı Kerim’de zamana ve zamanın çeşitli kısımlarına dikkat çeken birçok âyet-i kerîme görürüz. «Asr»a yemin edilir meselâ; ikindi zamanı veya dar bir zaman mânâsındadır ve insanın hüsranda, yani nedâmet veren bir kayıpta olduğuna işaret etmektedir. Denilir ki meşhur müfessir Fahreddin Râzî bu sûrenin tefsirini yazmadan önce; «insanın neden hüsranda olduğu» üzerinde düşünüyormuş. Çarşıda dolaşırken bir buz satıcısının sözüyle aradığı mânâyı bulmuş:

“Sermayesi erimekte olan bu adama acıyın!”

Ömür sermayesi de dur durak bilmeden, bizim kontrolümüz dışında eriyip gidiyor. Rabbimiz bizi; hem umumî olarak zamanın akışı hususunda uyarıyor, hem de bilhassa en gafil olduğumuz kısım hakkında, geceler hususuna daha fazla dikkat çekiyor.

Tasavvuf büyüklerinin hemen hepsi zamana dikkat çekmiş;

“Zaman kılıç gibidir. Sen ona hâkim olmazsan o seni keser.” demişlerdir.

Gerçekten de zaman bizi kılıç gibi bir anda olmasa bile yavaş yavaş öldürüyor. Ölüm kapısında kendimizi bulmadan önce, elimizdeki hayatın kıymetini bilmemiz gerekiyor. Bu da devamlı kontrollü olmayı gerektiriyor. Yani bir kılıca hükmeder gibi dikkatle hükmetmek, o seni kesmesin diye devamlı ona hâkimiyet kurmak gerekiyor.

Çünkü zaman her şeyimiz; -biraz düşünelim- sahip olduğumuz her şey bize bir zaman için verildi. Her şey bizim yanımızda bir misafir; gençlik, sağlık, maddî imkânlar, evlâtlar… Hepsinden ayrılacağız. Ya onlar bizi terk edecek ya biz onları arkamızda bırakıp pişmanlık evine gireceğiz. Öyleyse sahip olduğumuz tek şey zaman aslında…

Yolumuzun büyüğü Şâh-ı Nakşibend Hazretleri; zamanın kıymetini bilmeyi, nefsin hâllerini tanıma şartına bağlıyor:

“Zamana vâkıf olmak, nefsin hâllerini tanımaktır. Hak yolcusu, niyetini ve amellerini iyi kontrol etmelidir.”

Hattâ nefes nefes kendi nefsinin ve zamanın akışının farkında olmak:

“Bu yol, her ânını kontrol etmeye dayalıdır. Akıllı kimse; aldığı her nefesinin farkında olur, onu zikirle mi yoksa gafletle mi alıp verdiğini bilir.”

Gerçekten de zamanı kontrol etmenin tek yolu, insanın kendi nefsini kontrol etmesidir. Her insanın günde yirmi dört saati vardır. Bazı insanlar güne birçok mes’ûliyetlerin yanında kendini yetiştirecek okumalar, öğrenmeler sığdırırken; bazıları hiçbir vazifesi yokken boş zamanını boş şeylerle geçirip gitmektedir. Bu tamamen kişinin kendine ve hayatına bakışıyla alâkalıdır; kendine nasıl bir rol ve değer biçiyorsa zamanını da o kalitede değerlendirecektir. Zamanın kıymetini bilip, kaliteli şekilde değerlendiren de kendini kıymetli hâle getirecektir.

Geçtiğimiz günlerde birkaç defa karşıma «rekreasyon» diye bir tabir çıktı. Mânâsı, boş vakitleri; insanı ihyâ edecek, tazelik ve yenilenme hissiyle tamir edecek faaliyetlerle değerlendirmek mânâsına geliyormuş. Batıda artık başlı başına bir sektör hâline gelmiş. Tabiatta gezinti yapmayı, okumayı, hobilerle uğraşmayı ve terapi dedikleri iyileştirici yönü olan faaliyetlerle kendini gerçek mânâda dinlendirmeyi ve tazelemeyi hedefliyormuş.

Bu anlayış; tatilleri, «sanal medya» gibi vücudu ve zihni yaşlandıran, zamanı boşa tüketen vasıtalarla harcamak yerine; yenilenmeye vesile olan faaliyetlerle kendine yatırım yapmak gerektiğine dikkat çekiyor. Bunun için teknolojiden ve çılgın eğlencelerden uzak durup, kendi rûhunuza ve bedeninize daha uygun olan tabiatla iç içe, yavaş şehirlere gitmeyi tavsiye ediyorlar.

Hayatı sırf dünya hayatından ibaret bilen batılılar; hayatlarını kaliteli yaşamak için, sağlıklı olmak ve rahat bir yaşlılık geçirmek için tatillerini bile şuurlu bir şekilde geçirmeye gayret ediyor, her anlarını kendilerine yatırım için fırsat biliyorlar. Hâlbuki bizim gibi âhiret hazırlığı derdi olanların zamanın kıymetini çok daha iyi bilmesi, kendini yetiştirmek için her ânını daha iyi değerlendirmesi lâzım.

Çünkü zaman, zannettiğimizden de daha kıt bir kaynak. Her günün bir kısmını mecburî işlerde harcıyoruz. Uyumak bir ihtiyaç, yiyip içmek, temizlenmek ihtiyaç; ihtiyaçları temin etmek için çalışmak veya ailesi için çalışan eşimizin ev işlerini yapması bir ihtiyaç. Güçlü ve zinde olduğumuz zamanımızın bir kısmı mecburî işlerde harcanıyor. Geriye boş zaman adını verdiğimiz, istediğimiz şeyleri yapabileceğimiz belli bir zaman kalıyor. İşte hayatımızın özü bu zaman parçasından ibaret…

İlim-irfan sahibi kişiler, insanların kalitesinin işte bu zamanını nasıl geçirdiği ile ölçüldüğünü söylüyorlar. Ne yazık ki; çoğumuz bu servetin farkında değiliz. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de buna dikkat çekiyor:

“İki nimet vardır ki, insanların çoğu onları değerlendirme hususunda aldanmıştır: Sağlık ve ferağ (boş zaman).” (Buhârî, Rikāk, 1)

Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’de Rasûlü’ne;

“Bir işi bitirince diğerine koyul!” (el-İnşirâh, 7) buyuruyor ve hattâ gecelerini dahî değerlendirmesini emrediyor:

“Şüphesiz ki gece kalkışı, (Kur’ân’ı anlamada kalbe) alabildiğine uygun ve kıraate daha elverişlidir. Çünkü Sen’in için gündüz vaktinde, uzun bir meşguliyet vardır.” (el-Müzzemmil, 1-7)

Geceler, insanın mânevî çalışmalara en müsait zamanıdır. Gündüzler meşguliyetlerle ve insanî münasebetlerle parsellenmiş gibidir. İnsan; okumaya, ibâdet etmeye, zikretmeye zaman ayırsa bile derinleşmeye fırsat yoktur.

Hâlbuki geceler sessiz ve tenhadır. İnsanın okuduğu içine işler. Çünkü insanı meşgul eden manzaralar ve sesler kesilmiştir. O gecenin ıssızlığı içinde insan, Rabbiyle baş başa kalır.

Kişi gecenin karanlığı ve tenhalığında tabiî olarak biraz ürperiş içinde olur. Bu hâli, kişinin Allâh’a ne kadar muhtaç olduğunu anlamasını sağlar. Bütün korktuğu şeylerden Allah’a sığınır, bütün umduğu hayırları Allah’tan ister. İşte insan bu hâldeyken Allah -Azîmüşşân- da kuluna rahmet kapılarını açar. Peygamberimiz şöyle müjdeliyor:

“Gecenin (üçte ikisi geçip de) son üçte biri kaldığında Rabbimiz dünya semâsına nâzil olarak (rahmetiyle tecellî ederek) buyurur ki: «Hani Bana kim duâ eder ki, duâsını kabul edeyim! Ben’den kim istekte bulunur ki, dileğini vereyim! Ben’den kim mağfiret diler ki, onu bağışlayayım!»” (Buhârî, Teheccüd, 14)

Bunun yanında Allah Teâlâ geceleri bir sükûnet vesilesi kılmış. Hayatın boşu boşuna koşuşturma ve bir fâsit daire içinde dolanıp durma olmaktan çıkması için, insanın bazen hayatı durdurup bir düşünmeye ihtiyacı var. Derin bir tefekkürle; Allâh’ın âyetlerini okuyup, tesiri altına girip, bir uyanış, bir değişim geçirmesi için en uygun vakittir geceler. Gündüzleri hâkimiyetine alabilmesi için, insanın kendisine hâkimiyet kurmaya ihtiyacı vardır. Yüce makamlara ulaşmak için de insanın böyle derinlemesine bir diriliş hamlesi yapması gerekiyor. Rabbimiz de Rasûlü’ne;

“(Habîbim, yâ Muhammed!) Hem gecenin bir kısmında (uyanıp) da Sana mahsus bir fazla (farz namaz) olmak üzere, onunla (Kur’ân’la) teheccüd (namazı) kıl! Tâ ki Rabbin, Sen’i Makām-ı Mahmûd’a (övülen bir makama) ulaştırsın.” (el-İsrâ, 79) buyurarak, insanın yüksek değerlere ve makamlara ulaşmasının şartına işaret ediliyor.

Peygamberimiz’in gece ibâdetindeki tefekkür ve tehassüsü hususunda Abdullah İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- şöyle buyuruyor:

Bir geceyi, Rasûlullâh’ın yanında geçirmiştim. Allâh’ın Nebîsi gecenin yarısında kalktı. Dışarı çıktı, gökyüzüne baktı, sonra Âl-i İmrân Sûresi’nin şu iki âyetini okudu:

“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için şüphesiz deliller vardır. Onlar; ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken, Allâh’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler ve şöyle derler: «Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın. Sen’i tesbih ve tenzih ederiz. Bizi cehennem ateşinden koru!»” (Âl-i İmrân, 3/190-191)

Sonra eve döndü. Dişlerini misvakladı ve abdest aldı. Ayağa kalkarak namaz kıldı, sonra yan üstü uzanıp dinlendi. Sonra yeniden kalkarak dışarı çıktı, gökyüzüne bakarak, aynı âyetleri tekrar okudu; sonra dönerek yine dişlerini misvakla temizledi, abdest aldı, sonra kalktı ve namaz kıldı.” (Müslim, Tahâre, 47; Ebû Dâvûd, Tahâre, 30)

Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbu bizi bir «dirilişe» çağırıyor;

“Ey îmân edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allâh’a ve Rasûlü’ne icâbet edin.” (el-Enfâl, 24) buyuruyor. Rûhun dirilişi de; ana rahmi gibi sessiz ve karanlık gecelerin koynunda okumalarla; mânevî cihazlarımızı şarj eden mâneviyatla büyük bir istikbâle hazırlanmakla mümkün oluyor.

Bugün okumanın öneminin ne kadar farkındayız? Risâlet vazifesi süresince Peygamberimiz’in yaptığı en önemli faaliyet, okumaktı. Geceleri uzun uzun namaz kılıp Kur’ân âyetlerini okudu. Sonra cemaatine namaz kıldırdı, okudu, okuttu, şuurlandırdı, yetiştirdi.

Ashâb-ı kiram okumakla yetişti. Onları tarif eden en güzel ve özlü ifade;

«Gecelerin âbidi, gündüzlerin yiğidi» idi. İşe geceleri ihyâ ile başlamışlardı. Nefislerinin ve ömürlerinin kontrolünü ellerine alınca, âleme nizam veren yiğitler oldular. İnşâallah bizler ve evlâtlarımız da buna muvaffak olabiliriz.