Ders Dolu Bir Hidayet
YAZAR : Seyfettin ZEYBEK
Kazakistan’dayım.
Bir gün bizim şirketin genel müdürü geldi. Heyecanlı ve üzüntülüydü. Hemen söze girdi:
–Muhasebeci kardeşimizin hâli, bu sıralar tuhaf!
–Nasıl?
–Farklı bir zihniyete, radikal bir akıma kendisini kaptırmış, namazı bıraktı. Yaşayışı da değişti. Bir konuşmak lâzım. Biz ne desek pek kulak asmıyor. Siz bir münasebetle konuşsanız, nasıl olur?
–Olur tabiî…
Bir yemek plânladık. Dışarıda nezih bir lokantada, ayrı bir köşede oturacak ve dilimiz döndüğünce muhasebeci kardeşimizi düştüğü yanlıştan kurtarmak için hakikî İslâm’ı anlatacağız. Dört-beş saat, ucu açık bir sohbet ortamı olacak. Tercümanlığı da aslen Rus olan müdürümüz yapacak.
Tam buluşma zamanı geldiğinde genel müdürün bir problemi ortaya çıktı. Fakat tercümeyi o yapacağı için onun da gelmesi gerekiyordu. Bana dedi ki:
–Şehir dışından ilkokul öğretmenim geldi ve evimde misafir. Kendisi kan kanseri. 84 yaşında. Ancak onu da getirebilirsem, gelebilirim. Nasıl derseniz?
–Memnuniyetle. Sizin öğretmeniniz benim de öğretmenimdir. Buyurun getirin!
Belirlenen akşam bir araya geldik.
Derdim; muhasebecilik yapan kardeşimizi, kapıldığı bozuk ve radikal anlayıştan kurtarmak olduğu için, başladım İslâm’ı anlatmaya.
Tâ en baştan.
İnsanın yaratılışından.
Âdem -aleyhisselâm-’ın da yaratılış sebebini izah ederek dilimin döndüğü kadar anlatıyorum.
Anlattıklarımı, bildiğim kadarıyla âyet ve hadislerle destekliyordum. Kafalarda herhangi bir itikadî sual kalmamasına gayret ediyordum.
Rus hocahanım çok dikkatli dinliyor ve sürekli kafasını sallıyordu.
Bir ara problemli olan arkadaşımız lâvaboya gitti. Ben Rus hocahanıma dönüp, özür dileyerek dedim ki:
–Arkadaşımızın ciddî bir problemi var. Şundan şundan ibaret bir inanç problemi. Dolayısıyla bu anlattıklarımızı biz ona anlatıyoruz. Sizden özür dileriz, mecburî olarak siz de dinlemek zorunda kaldınız. Kusura bakmayın.
Bu açıklamayı yapmamın sebebi şu idi: O bir tevâfukla misafirimiz olmuştu. Yemek ikram edip de zorla tebliğ yapıyormuşuz gibi bir hava oluşmasını istemediğim için bu izahatı gerekli görmüştüm.
Fakat;
Rus hocahanım, hiç beklemediğim bir mukabelede bulundu:
“–Bilâkis” dedi: “Çok memnun oldum. Severek dinledim. Lütfen sizler anlatmaya devam edin, beni düşünmeyin. Bir öğretmen olarak şu yaptığınız ve gösterdiğiniz hassasiyet bile, beni ayrıca ve çok duygulandırdı.”
Bunları söylerken gözleri yaşarmıştı. Sesi titrekti.
Bu sırada arkadaşımız geldi. Konuşmamız kaldığı yerden devam etti:
“Hazret-i Âdem’e gelen din ile Hazret-i Muhammed Mustafâ’ya gelen din aynı. Hazret-i Nûh’un, Hazret-i İbrahim’in, Hazret-i Musa’nın ve Hazret-i İsa’nın, ezcümle bütün hak peygamberlerin getirdiği din aynı.
Her peygamber için kendi zamanlarına göre ibâdetlerde, emir ve yasaklarda bazı değişiklikler olsa da, itikatta hiçbir farklılık yok. Aynı din. Başka bir ifade ile usulde farklılıklar varsa da, esasta aynı…
Fakat bugün görüyoruz ki, hıristiyanlıkta tevhide uzak, üçlemeci bir itikat, Yahudilikte başka bir itikat… Tevhidden uzak anlayışlar.
Çünkü insanlar değiştirdiler, kendilerince uydurdular.
Bir dîni ne korur? Peygamberin Cenâb-ı Hak’tan getirdiği ilâhî kitap, ilâhî hitap…
Maalesef bu kitapları da tahrif ettiler. Kitap tahrif olunca, itikat, din ve ibâdet, her şey çöktü.
Hıristiyanlıkta birbiriyle tenâkuz hâlinde dört tane kitap var. Musevîlikte de durum farklı değil. Tevhid ile bağdaşmayacak şeylerle dolu… Yani Yaratıcımız’ın İslâm’dan önce gönderdiği kitaplar hep değiştirildi.
İslâm’da ise Kur’ân-ı Kerim var. Tahriften korunmuşluğu, yani muhafazası Allâh’ın teminatı altında. Son hak dînin kitabı, bir harfi dahî değişmeden elimizde.
Bu kitap, Hazret-i İsa’yı da tasdik ediyor. Gerçek İsa -aleyhisselâm-’ın getirdiği hak dîni kabul ediyor.
Hazret-i Musa’nın, Hazret-i İbrahim’in gerçek mesajını, hakikî risâletini bize İslâm bildiriyor. Onlar neyi anlattıysa İslâm bu hakikatleri bize anlatıyor.
Hakikat tek!..
Fakat bugün insanlar menfaatleri icabı, o hakikati kabul etmeyip, kendi uydurduklarının peşinden gidiyorlar.”
İslâm tarihinden de bahsettim.
Osmanlı dünyaya adâlet getirdi. Osmanlı’nın uhdesinde gerçek din hürriyeti vardı. Osmanlı’ya düşmanlık edenler, bugün ıslahı için gayret ettiğimiz kardeşimizin düştüğü cereyanları da her türlü desteklediler. Müslümanları zayıf düşürdüler. Onların dünyayı kasıp kavuran zulüm çemberi ortada!..
Sözlerin burasında Rus hocahanım araya girdi:
–Evlâdım, müsaade ederseniz bir şey söylemek istiyorum.
Şimdiye kadar bana kimler gelmedi ki inandırmak için. Baptistler geldi, papazlar geldi, Budist râhipler geldi. Farklı farklı gruplardan gelip kendi dinlerinden olmam için uğraştılar.
Onlara kafamdaki soruları sordum. Tatmin edici bir cevap veremediler. Hiçbirinde ikna olmadım.
Hattâ geçenlerde kanser tedavisi için yattığım hastaneye de geldiler. Aynı hastanede müslüman hastalar da vardı. Gelen papazları reddedince oradaki müslümanlar da sevindi.
Bilir misiniz;
Ben 16-17 yaşındayken köydeki evimizin alçak bir damı vardı. O damın üstünde otların üzerine sırt üstü yatar, göklere bakardım.
O devir komünistlerin en kuvvetli zamanıydı. Onlar inancı ve dîni tamamen reddediyorlardı. «Din afyondur.» diyorlardı. Fakat bunlar benim kafama yatmıyordu.
O seyrettiğim ay, yıldızlar ve semâları düşündükçe;
“Bunları bir yaratan var! Bunların bir sahibi olmalı!” diye düşünürdüm.
“Bu muazzam âhenk, bu mükemmel düzen, kendi başına olamaz!” derdim. İçimdeki sorular, işte bu Yaratıcı üzerineydi. Bizi ve kâinatı niçin yarattığı üzerineydi.
Şimdi sorularımın cevaplarını alıyorum!
Lütfen devam edin!
Rus hocahanımın çocukluğundan beri içinde beslediği inancı dinleyince;
“Bu, İbrahimî bir îmandır.” dedim. Sonra kıssayı anlattım:
Malûm âyet-i kerîmede anlatılır:
“Gecenin karanlığı O’nu (İbrâhîm’i) kaplayınca O (Hazret-i İbrahim) bir yıldız gördü.
«Rabbim budur!» dedi. Yıldız batınca;
«Ben batanları sevmem!» dedi.
(Daha sonra) Ay’ı doğarken görünce (yine);
«Rabbim budur!” dedi. O da batınca;
«Rabbim bana doğru yolu göstermezse, elbette yoldan sapanlardan olurum.» dedi. Güneş’i doğarken görünce de;
«Rabbim budur! Zira bu daha büyük.» dedi. O da batınca dedi ki:
«Ey kavmim! Ben sizin (Allâh’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım! Benim Rabbim, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allâh’tır! Ben hanîf olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allâh’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.»” (el-En’âm, 76-79)
Sizin de ulaştığınız bu îman, böyle dosdoğru bir tefekkürden doğan tevhidî bir inanç imiş. Allah mübârek eylesin. Bu inancınızdan dolayı bugüne kadar hiçbir bâtıl inanca bulaşmamışsınız, hiçbir sapık yolu benimsememişsiniz. Allah sizi muhafaza etmiş. Rabbim bu îmânınızı bereketlendirsin…
Rus hocahanım bu sözlerime de memnun oldu.
O akşam toplanmamıza vesile olan muhasebeci arkadaşımız da anlatılanlarla kalben mutmain oldu. Namaza başlamaya karar verdi. Kendisine bu bozuk telkinleri veren arkadaşlarından uzak duracağını bilhassa belirtti.
Ayrılırken Rus hocahanım dedi ki:
–Evlâdım, ben 84 yaşındayım. Bugüne kadar çocuklarıma ve talebelerime; çalmamayı, haram yememeyi, yalan söylememeyi, kimseyi kandırmamayı, kimsenin malına, canına ve ırzına tecavüz etmemeyi öğrettim hep. Hep doğru ve dürüst insanlar olmayı öğrettim. Onun için; kırk sene evvelki öğrencilerim beni ziyarete gelirler.
Bugün bu toplantımızda kafamda ne soru varsa; «Şunu sorsam, şunu söylese…» dediğim her şeyi söylediniz. Size teşekkür ediyorum. Ben de aynen sizin gibi düşünüyorum.
Böylece ayrıldık.
Kendisine hemen o akşam, Rusçaya tercüme edilmiş bir Kur’ân-ı Kerim gönderdim.
Bu tercüme, müslüman olmuş bir Rus generali olan Boguslavsky’nin çok akıcı bir üslûpla hazırladığı bir meal idi. Bu vesile ile bu mealin ehemmiyetini de zikretmiş olalım.
Hocahanım bu hediyeye çok sevinmiş;
“Benim de gönlümden geçmişti. Keşke elimde bir Rusça Kur’ân tercümesi olsa da, kendim de okusam, talebelerime de okutsam diyordum. Seyfettin Beye teşekkür ederim.” demiş.
Aradan biraz zaman geçti.
Bir ay kadar sonra idi.
Kendi kendime;
“Niye bu kadıncağıza kelime-i şehadet teklif etmedik.” diye üzüldüm.
Onun talebesi olan genel müdüre;
“–Rus hocahanımdan bir randevu alın da evinde bir ziyaret edelim.” dedim.
“–Tabiî.” dedi. Telefon açtı, randevu aldı. Evine ziyarete gittik.
Yanına vardığımızda baktık ki etrafında genç-yaşlı birçok talebesi var. Onlara Rusça Kur’ân tercümesini okuyor. Etrafındakilere diyor ki;
–Benim gözlerim iyi görmüyor, az görüyor. Siz okuyun sizin vasıtanızla ben de dinleyeyim.
Biz gelince misafirleri kalktılar. Bize dedi ki;
–Oğlum ben okuyamadığımdan değil. Ben mercekle okuyorum. Ben istiyorum ki; bunlar bana okurken kendileri de dinlesinler, hiç olmazsa akıllarında bir şeyler kalsın.
Dedim ki:
–Biz noksan kalan bir noktayı tamamlamaya geldik. Biz sizinle konuştuk, konuştuğumuz her şeyi kabul ettiniz. «Aynı fikirdeyim, aynı kanaatteyim.» dediniz. Ama biz size tebliğ etmedik, sizi İslâm’a davet etmedik. Biz şimdi sizin müslüman olmanız için geldik. Sizin müslüman olmanızı istiyoruz.
Yüzünün şekli birden değişti. 70 yıl hiçbir dîne bağlanmadan yaşamış bir kadının bir anda müslüman olabilmesinin ancak Allâh’ın hidâyetiyle mümkün olabileceğini biliyorduk.
Durgunlaştığını görünce bir daha anlattım.
Sonra dedi ki:
–Tamam, ben müslüman olacağım. Ne yapmam lâzım?
Kelime-i şahâdeti üç-beş sefer tekrar ettirdim. Fakat istediğim gibi telâffuz edemiyordu. Dili dönmüyordu. Yaşlı kadını yormak da istemiyordum. Fakat…
Üzüntüden yüzümün değiştiğini görünce dedi ki:
–Evlâdım, sen merak etme! Dilim dönmüyor ama kalbim tamamen bahsettiğin hidâyete döndü. Dilimin dönmediğine bakma, kalbim olması gerektiği noktaya döndü… Nasıl yapmam gerekiyorsa öyle îmân etmeye âmennâ. Senin kalbindeki şekliyle îman ile âmenna!
Çok duygulandım. Hazret-i Musa kıssasındaki sihirbazların îmân ediş hâli geldi aklıma…
Onlar da; “Biz Âlemlerin Rabbine îmân ettik!” dedikten sonra;
“Musa ve Harun’un Rabbi’ne îmân ettik!” diye ilâve etmişlerdi.
Elhamdülillâh hidâyet tecellî etmişti. Sevinçle evinden ayrıldık. Aradan çok zaman geçmeden, mü’min olarak vefat etti.
Haber alınca hemen gittim. Yüzü nur cümbüşü hâlindeydi. Hâlbuki yaşadığı kanser sebebiyle yüzünde kararma vardı. Acıların izleri de o siyahlık da tamamen silinmişti. Başında Kur’ân-ı Kerim okudum. Rabbim mağfiret buyursun.
Hidâyetin sırrı bambaşka.
Bambaşka bir tefekkür tablosu:
Rusya’da, Komünizm’in en yoğun olduğu zamanda bir öğretmen hanım yetişiyor. Kendisini asla Komünizm’in inanç aleyhtarı propagandasına bağlamıyor. Onlara inanmıyor. Kendi düşündüğü gibi bir yaratıcı olduğunu biliyor, ama ne yapacağını bilemiyor. Nasıl îmân edeceğini bilmiyor.
Ne zamana kadar?..
Vefatına iki ay kala, Rabbim dünyanın öbür ucundan bir sebep gönderiyor. İlâhî program. Bir başkasının itikadî problemleri. Onu çözme için çırpınış. Bu çırpınışın bir araya getirdiği beraberlik. Orada anlatılanlar. Sonrasında onun içindeki suallere cevaplar verdirilmesi. Sonra îman.
«Az çalıştı, çok kazandı!» şeklinde bir mazhariyet, neredeyse; «Hiç çalışmadı, sonsuz kazandı!» şeklinde tecelli ettî. Bir vakit namaz kılmadan, oruç tutmadan…
Temel itikadını hiç bozmamış. Çocukluğunda kâinâtın ve kendisinin yaratılış gayesini tefekkür ederek ulaştığı, Yaradan’a îmânı hiç kaybetmemiş. Hiçbir ârıza, bu itikadına sızamamış. Ne Budistler, ne rahipler, ne papazlar, kalbine yol bulamamış…
Hocalarımızın anlattığı bir husus var:
Bir insan ıssız bir adaya düşse, kendisine hiçbir tebliğ ulaşmasa, hiçbir peygamber, hiçbir kitap, hiçbir irşad edici ulaşmasa dahî; o kişi yine îmân etmekle mükelleftir. Kâinattaki ilâhî azamet tecellîlerini ve kudret akışlarını okuyup, “Bir yaratıcı var!” demek zaruretindedir.
Bu hocahanım bu itikadı kendi kendisine bulmuş. Rabbim ona merhamet ettiği için son nefesine yakın, hakikî îmânı da nasip etti inşâallah. Mekânını da cennet eylesin.
Böyle bir îman, 3-4 saatlik bir anlatma ile gerçekleşmezdi elbette. Hele kırık dökük bir anlatımla bu muazzam netice mümkün değildi. Lâkin yüce Mevlâ nelere kādir değil ki! O lutfetti, hidâyet gerçekleşti. Tabiî ki, vesile olmak için de çırpınmamız zarurî… Çalışmak bizden, hidâyet Allah’tan…
Rabbim sırât-ı müstakîmden ayırmasın. Sevdiklerinin, sâlihlerin ve sâdıkların yolundan ayırmasın. Son nefesimizde îmân-ı Kur’ân nasip eylesin.
Âmîn…