TEBLİĞDEN ÖNCE TEMSİL GEREKİR

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

h_ogmus_yuzakidergisi_mayis2016

 

Tebliğ İslâm’ı insanlara tanıtıp anlatmaktır. Bunun için «davet (çağrı)» kelimesi de kullanılır. Bunların dışında bir de emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker (iyiliği emredip kötülükten yasaklamak) terimi vardır. Ancak bu, daha çok mü’minlere; tebliğ ve davet ise gayr-ı müslimlere yönelik olarak kullanılır. Bununla birlikte îmân en büyük mâruf olduğu için davet ve tebliğin emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerin altına girdiği söylenebilir. Öte yandan emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker hakka çağrı demek olduğundan, ikisinin eş anlamlı olduğu da söylenebilir.

Tebliğ asıl olarak peygamberlerin vazifesidir. Peygamber her hâl ve şartta Allâh’ın emirlerini eksiksiz bir şekilde insanlara iletmekle memurdur. Aksi hâlde vazifesini yapmamış olur. (el-Mâide 5/67) Müslümanlar da güçleri yettiğince aynı vazife ile mükelleftirler. Ancak geçimini sağlamak için çalışmak, çoluk-çocuğuyla meşgul olmak, sözüne itibar edilmediğini görmek vb. sebeplerle tebliğden geri kalırsa mâzur tutulabilir. Çünkü tebliğ onun asıl işi değildir. Peygamber ise özellikle bu vazifeyle memur kılınmıştır. Alay, hakaret, boykot vb. engellemelere aldırmadan bu vazifeyi yerine getirmekle mükelleftir. Bu sebeple ortamın müsait olmasını, tebliğe vesile olacak bir hâdisenin meydana gelmesini vs. bekleyemez, ibtidâen ve her hâl ü kârda vazifesini yerine getirmek mecburiyetindedir. Sıradan bir müslüman fert ise; sözünün etkili olmayacağına dair güçlü bir kanaate sahip olduğunda, yerine göre tebliğden uzak durabilir. Bununla birlikte müslümanlar, insanları hayra çağıran ve iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan bir grup çıkarmakla mükelleftirler. (Âl-i İmrân, 3/104) Aksi hâlde toptan günahkâr olurlar.

İyiliği emredip kötülüğü yasaklamak hadiste geçtiği üzere el, dil ve kalple olur.

Bu işi elle yapacak olanlar, yani kötülükleri fiilî müdahale ile engelleyecek olanlar, yöneticiler veya onların görevlendirdiği memurlarla velî konumunda olan kimselerdir. Bu işe başkaların karışması toplumda kaos meydana getirebilir.

Dil ile yapacak olan kimseler mâruf ve münkeri bilen, bunların emrediliş ve yasaklanışını usûlüne uygun şekilde yapabilen âlimlerdir. Yöneticilerin bu işi yapabilecek vasıfta vaizler ve irşad heyetleri görevlendirmeleri, müslümanların topluca mükellef oldukları iyiliği emredip kötülüğü yasaklayıcı bir grup oluşturmalarıyla ilgili yukarıda geçen ilâhî emir cümlesindendir. Ancak bu iş yalnızca bu kimseler tarafından yapılacak değildir. Çünkü yöneticiler tarafından görevlendirilen bu kimseler, âmirleri olan yöneticileri lâyıkı veçhile uyarmakta yetersiz kalabilirler. Hâlbuki iyiliği emredip kötülüğü yasaklamanın, gerektiğinde yöneticilere yönelik de yapılması gerekir. Bu sebeple bu iş, onlar tarafından görevlendirilen kişiler dışında -tabir câizse- sivil âlimler tarafından da yerine getirilmelidir.

Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerin kalple yapılması ise -hadiste belirtildiği üzere- bu farzın en aşağı seviyesidir. Bir müslüman asgarî seviyede bu tavrı göstermelidir. Göstermezse îmanla çelişmiş olur. Çünkü din, bir değerler bütünüdür. Bu değerler içerisinde yer alan bir mârûfu mâruf olarak benimsememek veya bir münkeri münker olarak görmemek; dînin değerleriyle, dolayısıyla îmanla ters düşer. Bu söylediklerimizden hareketle, günah işleyen kişinin dinden çıkacağı ileri sürülmemelidir. Haramı haram olarak kabul ettiği, onu hafife alıp onunla alay etmediği sürece, insanî zaaflarından dolayı bir haramı irtikâb eden kişi dinden çıkmaz.

Buraya kadar kaydettiklerimiz, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerin İslâm toplumunda denetimi sağlayan çok önemli bir farz olduğunu göstermektedir. Bu farzı el ile yapanlar yetki sahipleri, dil ile yapanlar da öğüt ve uyarılarıyla insanlar üzerinde etki bırakan âlimlerdir. Avâm ise bilgisizlikleri sebebiyle mâruf yerine münkeri emredebilir veya münker yerine mârûfu yasaklayabilirler. Mâruf ve münkeri bilseler bile emir ve yasaklama işini usûlünce yapamayacakları için engel olmak istedikleri bir münkerden daha büyük bir münkere yol açabilirler. Onlar bu işi ancak; namaz, oruç vb. açık hükümlerle ilgili yapabilirler. Ancak bu durumda bile usûl konusundaki eksiklikleri -Allah korusun- muhataplarında nefret oluşturup büyük kazalara yol açabilir. Öyleyse bu iş avâma bırakılamayacak kadar önemli olup esâsen âlimlerin omuzuna yüklenmiş bir vazifedir. Çünkü mâruf ve münkeri halka anlatacak olanlar onlardır. Münkeri fiilen engelleyip mârûfun yapılması için tedbir alacak olan yöneticilere, mâruf ve münkeri öğretecek ve bu konuda onları yumuşak dille uyaracak olanlar da onlardır.

Demek ki; emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker adı verilen ve İslâm toplumunu denetleyen bu mekanizmanın, sağlıklı çalışması âlimlere bağlıdır. Âlimler dürüst olur ve vazifesini lâyıkıyla yaparlarsa bu mekanizma işler. Yoksa bozukluklar görülmeye başlar.

Peki; insan oldukları için âlimler de hata edebileceklerine ve zaaflarına yenilebileceklerine göre, günah işlemeleri durumunda, mârûfu emredip münkeri yasaklamaktan vazgeçmeleri gerekir mi? Hemen belirtelim ki; âlimlerin ekseriyeti böyle bir durumda bile, bilgili olan kişinin mârûfu emredip münkeri yasaklamaya devam etmesi gerektiğini belirtirler. Çünkü mârûfu yapmak bir emir, onu emretmek başka bir emirdir. Birinin terki diğerinin de terkini gerektirmez. Ancak hemen ekleyelim ki; kendisi günah işlemekte olan birinin, başkasını bundan vazgeçirmesi çok az etkili, hattâ bütünüyle faydasız olacaktır. Bir toplumdaki âlimlerin ekseriyetinin bu duruma düşmesi, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker mekanizmasının aksamasına ve zamanla tamamen devre dışı kalmasına sebep olur. Böyle bir toplum; başka toplumlar için örneklik teşkil edemeyeceğinden, tebliğ vazifesini yerine getirip başka insanları İslâm’a davet etse bile yeterince etkili olamayacaktır.

Şimdi emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker hakkında serdettiğimiz yukarıdaki ölçüleri dikkate alarak tebliğ ve davet konusuna dönelim: İmam Gazâlî (ö. 505), Faysalu’t-tefrika beyne’l-İslâm ve’z-zendaka (İslâm ve küfür arasındaki ayırım) adlı eserinde İslâm davetiyle ilgili olarak insanları üç gruba ayırır:

1. Peygamber’i ve davetini duymamış olanlar;

2. Peygamber’i ve davetini duymuş, ancak müslümanların Kâbe’de gizli bir puta taptığını zanneden Orta Çağ hıristiyanları gibi İslâm hakkında yalan-yanlış bilgiler edinmiş olanlar;

3. Müslümanlar içerisinde yaşayan gayr-ı müslimler gibi Peygamber ve daveti hakkında sağlıklı bilgi edinmiş olanlar.

İmam Gazâlî’ye göre İslâm’ı kabul etmekle sorumlu tutulacak olanlar, yalnız bu üçüncü gruptur. İlk iki grup ise bu sorumluluktan muaftır.*

İmam Gazâlî’nin yaptığı bu üçlü tasnifi dikkate aldığımızda can alıcı bir soru gündeme gelmektedir:

Müslümanlar dinlerini iyi temsil edebiliyorlar mı? Bugün hâllerine bakılarak imrenilen ve müslüman olma isteği uyandıran bir İslâm toplumu var mıdır? Bu olmadan İslâm toplumları içinde yaşayan veya onların dışında bulunan gayr-ı müslimlere dîni tebliğ etmek yeterli midir? Yani müslümanlar dinleriyle ilgili örnek alınacak bir model sunmadan yalnızca dilleriyle İslâm’ı tebliğ etmekle mes’ûliyetten kurtulabilirler mi? Bu, İslâm’ın «hayat dîni» olduğu dikkate alınarak cevaplanması gereken çok önemli bir sorudur.

_________________________________

* Mâturîdîler ilk iki grubun ergenlikten sonra Allâh’ın tanıyacağı yeterli bir mühlet içerisinde «mârifetullah»la mükellef olduklarını söylerler. Mûtezile ise bu konuda daha müteşeddit bir tutuma sahiptir.