ASIL ENGELLİ KİM?

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

h_k_ergin_yuzakidergisi_mayis2016

Her yıl, 10 Mayıs ile 16 Mayıs arasında «Engelliler Haftası» vesilesiyle çeşitli faaliyetler düzenleniyor. Geçtiğimiz aylarda İstanbul Fuar Merkezi’nde tertiplenen kitap fuarının teması, «Engelsiz Bir Dünya» idi. Belediyelerin de desteğiyle birçok engelli yazar, kitaplarını imzaladı. Halis KURALAY’ın «Kör Öyküler» kitabını okuma fırsatı buldum.

Halis KURALAY, görme engelli bir eğitimci… Belki bilirsiniz ekseriyetle bir uzuv eksikliği olanlara Rabbimiz başka bir sahada üstün bir kabiliyet verir. Buna; kişinin azmi ve engeli sayesinde dikkatini dağıtan bazı mâlâyânî meşgalelerden korunması da eklenince, üstün başarı hikâyeleri ortaya çıkar.

Eskiden beri âlimler; “Harama bakmak gözün nûrunu giderir, hâfızayı zayıflatır.” demişler. Haramın yanında insanı ilgilendirmeyen lüzumsuz manzaralarla sürekli beynimize bilgi yığmak da hâfızayı lüzumsuz yere yorup meşgul eder. İnsanın bir engelinin olması; bazen bu zararlardan emin kalıp, dikkatini daha hayırlı meşgalelere teksif etmesine yardım edebiliyor. İşte Halis KURALAY’ın da hikâyesi böyle.

Yüksek puanla kazanılan bir üniversitenin psikoloji bölümünden mezun olan Halis KURALAY, yıllarca eğitimci olarak çalışmış. Görme engelliler için kurulan bir okulda rehber öğretmenlik yapmasının yanı sıra, İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğünde Özel Eğitim Şube Müdürlüğü de yapmış. Evli, üç çocuk sahibi Kuralay; îmanlı ve şuurlu bir müslüman aynı zamanda.

Genellikle dezavantajlı bir grubu desteklemek için yapılan projelerden çok fazla şey beklenmez. Ama «Kör Öyküler» kitabını elime ilk aldığımda beklediğimden fazlasını buldum. Öyküler; görme engellilerle birlikte yaşama kültürünü arttırmak için, yaşanmış mizah ve ibret dolu hâtıralardan yola çıkarak hazırlanmış… Ama bunlar zannedildiği gibi, empati bekleyen hikâyeler değil, aksine;

“Asıl engelli kim?” diye düşündürecek kadar tuhaf hâllerimize dikkat çekiyor.

Bu hikâyeler beni yıllar öncesine götürdü. Kur’ân kursu yıllarımda, sınıfımızda spastik bir arkadaşımız vardı. Neslihan hepimizin arkadaşıydı ama benim sıra arkadaşımdı. Hatırlamıyorum; ben mi gidip onun yanına oturdum, yoksa o mu benim yanıma oturdu, tek bildiğim en iyi arkadaşlarımdan biriydi.

Spastiklerin görüntüsü biraz acıklıdır. Beyinde, beden hareketlerini idare eden hücreler hasar görmüştür; kaslarda kasılma, kuvvetsizlik ve istem dışı hareketler oluşur. Bu yüzden yüz mimikleri, konuşma, yemek yeme, eli kullanma, yürüme gibi bütün hareketler diğerlerinden farklı, gergin ve bazen titrektir. Fakat bu hasar; zekâ ile ilgili değildir, spastikler de her insan gibi ileri, orta veya geri zekâlı olabilirler.

Neslihan ise hem zekî idi hem de okumayı seven, tefekkür eden, konuşup paylaşmaktan hoşlanan bir yapıya sahipti. O zamanlar;

“Engellilere sürekli ve aşırı acıma davranışları göstermeyin. «Dur senin yerine ben yapayım.» demeyin, bırakın kendi yapabildiği işleri yapsın. Her insanın saygıya ihtiyacı var.” diye öğreten yoktu. Ama sanki;

“Kendim onun yerinde olsam nasıl davranılmasını isterim?” diye düşünürdüm, onu diğer arkadaşlarımdan farklı değilmiş gibi görürdüm. Çünkü onun;

«Dur, başörtün kaymış düzelteyim.» diye, çocukmuş gibi davranan, her işine karışanlardan rahatsız olduğunu hissedebiliyordum. Bazen bir dezavantajlı arkadaşımızın tek ihtiyacı; biraz sabır, aksamaları görmezden gelmek, akıl vermemek, kendi hâline bırakmak.

Elbette engellilerin yardıma ihtiyacı oluyor. Ama yardım etmeyi abartmamak, büsbütün âciz yerine koymamak da gerekiyor. Bunun için sorarak yardım etmek en uygunu.

“Bunu yapmamı ister misiniz?” demeden;

“Dur ya! Bu hâlinle sen nasıl yapacaksın, ben yaparım.” demek çok incitici olabiliyor.

Hele bir de ardından;

“Ya, senin kimin kimsen yok mu? Böyle sokaklarda başına bir hâl gelecek.” diye hor görülmek, yaşadıkları engellerden daha fazla moral bozuyor. Bu sebeple onlara lüzumu kadar destek verip kenara çekilerek kendi hâline bırakmak, en büyük iyilik.

Kitapta bazen gülümseten bazen yürek burkan birçok hâtıra var; fakat onlardan birini değil, bir ortopedik engelli arkadaşımdan dinlediğim hâtırayı paylaşmak istiyorum:

Bir defasında; ne zaman camiye namaz kılmaya girse, avlusunda mutlaka eline para sıkıştırmaya çalışanlar olduğunu söylemişti acı acı.

Cami ve civarında gördüğünüz her engelli, dilenci değildir; onların da sırf namaz kılmak için camiye gelme hakları var. Eğer dilenciyse zaten elini açar, seslenir. Esasen engellilerin dilenmeye muhtaç kalması, müslüman bir halk için ayıp.

Ne yazık ki ülkemizde; sadece nüfusun yüzde onuna yaklaşan engelliler değil, nüfusun yarısını teşkil eden kadınlar da dilenmeye muhtaç kalıyor.

Bütün dezavantajlı insanlarımızın; yapabilecekleri işlerde faydalı olarak, hor görülmeden, acınacak zavallılar sınıfında sayılmadan yaşamaya hakları var. Bugün imkânlar çoğaldı; maddî ve dünyevî gücü olanlar, nefsânî arzuları için nice imkânları seferber ediyor. İnsan kerîm bir varlıktır ve insanı insan yapan herhangi bir uzvu değildir; kalbidir, rûhudur, aklıdır, îmânıdır.

Bununla birlikte insanı değerli yapan, illâ çalışıp bir değer üretmesi de değildir. Bir zamanlar yukarıda hâtırasını zikrettiğim ortopedik engelli arkadaşımı yazar olmaya şevklendirmeyi kendime gaye edinmiştim. Hattâ ilk yazı çalışmalarıma bu niyetle başladım. Onun babası ve halası yazardı, kendisinin de istîdâdı olduğunu düşünüyordum. Ama istemiyordu. Hayranlık duyduğum, huzurlu bir yapısı vardı. Başarıya, özgüvene, insanlardan saygı görmeye ihtiyacı yoktu. Düşününce onun bu hâline de gıpta ediyorum.

İnsanın saygı görmesi için illâ bir eksikliğini telâfi eden bir başka yeteneği olması şart değil. Onlar hiçbir şey yapamayacak durumda olsa da, insan olarak değer görmeye hakları var. Elbette merhamete de.

Esasen hakikî merhamet, insanı yücelten bir duygudur; hiç kimseyi alçaltmaz. Ama biz birçok zaman merhamet adına, hakikî merhametten çok uzak, tuhaf davranışlar sergiliyoruz. Kimisi kaba saba bir acıma anlayışıyla onun da normal zekâlı bir insan olduğunu unutup, kulakları işitirken, yakınlarına;

“Ay ne kadar zor!”

“Neden oldu?”

“Bizim de bir arkadaşın böyle bir çocuğu var, yazık!” diyebiliyor. Bu acıma adı altında, tam bir acımasızlık değil mi?

Hele hele televizyon programlarında;

“Engelli doğacağını öğrendiğiniz bebeği aldırmalısınız. Ona da yazık, size de. Hayatınız mahvolacak…” türü telkinler yaparak onların ne kadar başa belâ (!) olduklarını dile getirip durmak, onlara ne hissettirir?

Kimileri de güya çok merhametli oldukları için;

“Ay benim yüreğim kaldırmaz, bakamam…” diye yüzünü çevirip uzak duruyor.

Meselâ bir zamanlar bir derneğimizde çocuklar için yaz Kur’ân kursu tertiplemiştik ve bir kardeşimiz işitme engelli çocuğunu da getirmişti. Bu arada işitme engeli, içe kapanıklık ve psikolojik sıkıntılar için en riskli engel. Çünkü görme veya ortopedik engelli bir insan konuşup, espriler yaparak insanlar arasında sevgi kazanabiliyor. Ama doğuştan işitme engelli bir insan; kendi ses tonunu, vurgulamaları istenilen ölçüde yapamıyor. Böyle işitme engelli bir ablamız vardı, elini açıp dili döndüğü kadar duâ ederdi. Onun o acıklı duâsı hepimizi duygulandırırdı.

Bu küçük delikanlı da konuşmak istiyor, ama konuşması değişik olduğu için kimse onunla konuşmak istemiyor. Çocuk, işitme engelliler için açılmış bir okula devam ediyormuş. Dudak okuyabiliyor, kendi sesiyle konuşma çalışmaları yapıyormuş. Ama anne-babası dışında diğer insanlarla konuşabildiğini göremiyor. Çünkü insanlar acımak adı altında acımasızlık yapıyor, görmek istemezcesine davranıyor.

Ona sorular sorarak, anlamadığım kısımları da anlamış gibi yaparak sohbetinden keyif aldığımı söylediğimde çok sevinmişti. Hani rahatlayınca insan bir; «Oh!» çeker ya, öyle derin bir nefes almıştı. Annesi de müteşekkir bakışlarla beni bir o kadar sevindirmişti.

Biz müslüman isek, bir insana baktığımızda ilk gördüğümüz şey;

“Bütün uzuvları tam mı? Yoksa bir eksiği var mı?” meselesi olmamalı. Engelli olmak; bir insanın kimliğinde en çok öne çıkan, diğer vasıflarını gölgeleyen, en baskın nitelik olmamalı. Asıl engelliler; gözü olup da hâdiselerdeki ibretleri görmeyenler, kulağı işitip de nasihat dinlemeyenler, ayakları yürüyüp de, Allâh’ın âyetlerinin yanından gafletle geçip gidenler ve üzerlerindeki sorumlulukları yerine getirmeyenlerdir.

Gerçek bir mü’min, engelli olmanın dünyevî plânda biraz sıkıntı kaynağı olsa da, birçok âhiret yolcusunun başına gelebilecek belâlardan muhafaza vesilesi olabildiğini de düşünmeli. Düşünelim ki, bizler her uzvumuzun sağlıklı çalışıyor olmasının şükrünü edâ edebiliyor muyuz? Eğer onlar sabrederlerse büyük bir imtihanı kazanabilirler. Hem bir âzâ noksanlığı sayesinde Allâh’ın emirlerinin birçoğundan daha az sorumlu olacaklar. Hattâ engelleri sayesinde günahlardan uzak kalanların, biraz çabayla Allâh’a çok yakın bir kul olmaları da mümkün.

Öyleyse biz daha çok kendimize mi acıyalım, ne dersiniz?

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

ASIL ENGELLİ KİM?

Her yıl, 10 Mayıs ile 16 Mayıs arasında «Engelliler Haftası» vesilesiyle çeşitli faaliyetler düzenleniyor. Geçtiğimiz aylarda İstanbul Fuar Merkezi’nde tertiplenen kitap fuarının teması, «Engelsiz Bir Dünya» idi. Belediyelerin de desteğiyle birçok engelli yazar, kitaplarını imzaladı. Halis KURALAY’ın «Kör Öyküler» kitabını okuma fırsatı buldum.

Halis KURALAY, görme engelli bir eğitimci… Belki bilirsiniz ekseriyetle bir uzuv eksikliği olanlara Rabbimiz başka bir sahada üstün bir kabiliyet verir. Buna; kişinin azmi ve engeli sayesinde dikkatini dağıtan bazı mâlâyânî meşgalelerden korunması da eklenince, üstün başarı hikâyeleri ortaya çıkar.

Eskiden beri âlimler; “Harama bakmak gözün nûrunu giderir, hâfızayı zayıflatır.” demişler. Haramın yanında insanı ilgilendirmeyen lüzumsuz manzaralarla sürekli beynimize bilgi yığmak da hâfızayı lüzumsuz yere yorup meşgul eder. İnsanın bir engelinin olması; bazen bu zararlardan emin kalıp, dikkatini daha hayırlı meşgalelere teksif etmesine yardım edebiliyor. İşte Halis KURALAY’ın da hikâyesi böyle.

Yüksek puanla kazanılan bir üniversitenin psikoloji bölümünden mezun olan Halis KURALAY, yıllarca eğitimci olarak çalışmış. Görme engelliler için kurulan bir okulda rehber öğretmenlik yapmasının yanı sıra, İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğünde Özel Eğitim Şube Müdürlüğü de yapmış. Evli, üç çocuk sahibi Kuralay; îmanlı ve şuurlu bir müslüman aynı zamanda.

Genellikle dezavantajlı bir grubu desteklemek için yapılan projelerden çok fazla şey beklenmez. Ama «Kör Öyküler» kitabını elime ilk aldığımda beklediğimden fazlasını buldum. Öyküler; görme engellilerle birlikte yaşama kültürünü arttırmak için, yaşanmış mizah ve ibret dolu hâtıralardan yola çıkarak hazırlanmış… Ama bunlar zannedildiği gibi, empati bekleyen hikâyeler değil, aksine;

“Asıl engelli kim?” diye düşündürecek kadar tuhaf hâllerimize dikkat çekiyor.

Bu hikâyeler beni yıllar öncesine götürdü. Kur’ân kursu yıllarımda, sınıfımızda spastik bir arkadaşımız vardı. Neslihan hepimizin arkadaşıydı ama benim sıra arkadaşımdı. Hatırlamıyorum; ben mi gidip onun yanına oturdum, yoksa o mu benim yanıma oturdu, tek bildiğim en iyi arkadaşlarımdan biriydi.

Spastiklerin görüntüsü biraz acıklıdır. Beyinde, beden hareketlerini idare eden hücreler hasar görmüştür; kaslarda kasılma, kuvvetsizlik ve istem dışı hareketler oluşur. Bu yüzden yüz mimikleri, konuşma, yemek yeme, eli kullanma, yürüme gibi bütün hareketler diğerlerinden farklı, gergin ve bazen titrektir. Fakat bu hasar; zekâ ile ilgili değildir, spastikler de her insan gibi ileri, orta veya geri zekâlı olabilirler.

Neslihan ise hem zekî idi hem de okumayı seven, tefekkür eden, konuşup paylaşmaktan hoşlanan bir yapıya sahipti. O zamanlar;

“Engellilere sürekli ve aşırı acıma davranışları göstermeyin. «Dur senin yerine ben yapayım.» demeyin, bırakın kendi yapabildiği işleri yapsın. Her insanın saygıya ihtiyacı var.” diye öğreten yoktu. Ama sanki;

“Kendim onun yerinde olsam nasıl davranılmasını isterim?” diye düşünürdüm, onu diğer arkadaşlarımdan farklı değilmiş gibi görürdüm. Çünkü onun;

«Dur, başörtün kaymış düzelteyim.» diye, çocukmuş gibi davranan, her işine karışanlardan rahatsız olduğunu hissedebiliyordum. Bazen bir dezavantajlı arkadaşımızın tek ihtiyacı; biraz sabır, aksamaları görmezden gelmek, akıl vermemek, kendi hâline bırakmak.

Elbette engellilerin yardıma ihtiyacı oluyor. Ama yardım etmeyi abartmamak, büsbütün âciz yerine koymamak da gerekiyor. Bunun için sorarak yardım etmek en uygunu.

“Bunu yapmamı ister misiniz?” demeden;

“Dur ya! Bu hâlinle sen nasıl yapacaksın, ben yaparım.” demek çok incitici olabiliyor.

Hele bir de ardından;

“Ya, senin kimin kimsen yok mu? Böyle sokaklarda başına bir hâl gelecek.” diye hor görülmek, yaşadıkları engellerden daha fazla moral bozuyor. Bu sebeple onlara lüzumu kadar destek verip kenara çekilerek kendi hâline bırakmak, en büyük iyilik.

Kitapta bazen gülümseten bazen yürek burkan birçok hâtıra var; fakat onlardan birini değil, bir ortopedik engelli arkadaşımdan dinlediğim hâtırayı paylaşmak istiyorum:

Bir defasında; ne zaman camiye namaz kılmaya girse, avlusunda mutlaka eline para sıkıştırmaya çalışanlar olduğunu söylemişti acı acı.

Cami ve civarında gördüğünüz her engelli, dilenci değildir; onların da sırf namaz kılmak için camiye gelme hakları var. Eğer dilenciyse zaten elini açar, seslenir. Esasen engellilerin dilenmeye muhtaç kalması, müslüman bir halk için ayıp.

Ne yazık ki ülkemizde; sadece nüfusun yüzde onuna yaklaşan engelliler değil, nüfusun yarısını teşkil eden kadınlar da dilenmeye muhtaç kalıyor.

Bütün dezavantajlı insanlarımızın; yapabilecekleri işlerde faydalı olarak, hor görülmeden, acınacak zavallılar sınıfında sayılmadan yaşamaya hakları var. Bugün imkânlar çoğaldı; maddî ve dünyevî gücü olanlar, nefsânî arzuları için nice imkânları seferber ediyor. İnsan kerîm bir varlıktır ve insanı insan yapan herhangi bir uzvu değildir; kalbidir, rûhudur, aklıdır, îmânıdır.

Bununla birlikte insanı değerli yapan, illâ çalışıp bir değer üretmesi de değildir. Bir zamanlar yukarıda hâtırasını zikrettiğim ortopedik engelli arkadaşımı yazar olmaya şevklendirmeyi kendime gaye edinmiştim. Hattâ ilk yazı çalışmalarıma bu niyetle başladım. Onun babası ve halası yazardı, kendisinin de istîdâdı olduğunu düşünüyordum. Ama istemiyordu. Hayranlık duyduğum, huzurlu bir yapısı vardı. Başarıya, özgüvene, insanlardan saygı görmeye ihtiyacı yoktu. Düşününce onun bu hâline de gıpta ediyorum.

İnsanın saygı görmesi için illâ bir eksikliğini telâfi eden bir başka yeteneği olması şart değil. Onlar hiçbir şey yapamayacak durumda olsa da, insan olarak değer görmeye hakları var. Elbette merhamete de.

Esasen hakikî merhamet, insanı yücelten bir duygudur; hiç kimseyi alçaltmaz. Ama biz birçok zaman merhamet adına, hakikî merhametten çok uzak, tuhaf davranışlar sergiliyoruz. Kimisi kaba saba bir acıma anlayışıyla onun da normal zekâlı bir insan olduğunu unutup, kulakları işitirken, yakınlarına;

“Ay ne kadar zor!”

“Neden oldu?”

“Bizim de bir arkadaşın böyle bir çocuğu var, yazık!” diyebiliyor. Bu acıma adı altında, tam bir acımasızlık değil mi?

Hele hele televizyon programlarında;

“Engelli doğacağını öğrendiğiniz bebeği aldırmalısınız. Ona da yazık, size de. Hayatınız mahvolacak…” türü telkinler yaparak onların ne kadar başa belâ (!) olduklarını dile getirip durmak, onlara ne hissettirir?

Kimileri de güya çok merhametli oldukları için;

“Ay benim yüreğim kaldırmaz, bakamam…” diye yüzünü çevirip uzak duruyor.

Meselâ bir zamanlar bir derneğimizde çocuklar için yaz Kur’ân kursu tertiplemiştik ve bir kardeşimiz işitme engelli çocuğunu da getirmişti. Bu arada işitme engeli, içe kapanıklık ve psikolojik sıkıntılar için en riskli engel. Çünkü görme veya ortopedik engelli bir insan konuşup, espriler yaparak insanlar arasında sevgi kazanabiliyor. Ama doğuştan işitme engelli bir insan; kendi ses tonunu, vurgulamaları istenilen ölçüde yapamıyor. Böyle işitme engelli bir ablamız vardı, elini açıp dili döndüğü kadar duâ ederdi. Onun o acıklı duâsı hepimizi duygulandırırdı.

Bu küçük delikanlı da konuşmak istiyor, ama konuşması değişik olduğu için kimse onunla konuşmak istemiyor. Çocuk, işitme engelliler için açılmış bir okula devam ediyormuş. Dudak okuyabiliyor, kendi sesiyle konuşma çalışmaları yapıyormuş. Ama anne-babası dışında diğer insanlarla konuşabildiğini göremiyor. Çünkü insanlar acımak adı altında acımasızlık yapıyor, görmek istemezcesine davranıyor.

Ona sorular sorarak, anlamadığım kısımları da anlamış gibi yaparak sohbetinden keyif aldığımı söylediğimde çok sevinmişti. Hani rahatlayınca insan bir; «Oh!» çeker ya, öyle derin bir nefes almıştı. Annesi de müteşekkir bakışlarla beni bir o kadar sevindirmişti.

Biz müslüman isek, bir insana baktığımızda ilk gördüğümüz şey;

“Bütün uzuvları tam mı? Yoksa bir eksiği var mı?” meselesi olmamalı. Engelli olmak; bir insanın kimliğinde en çok öne çıkan, diğer vasıflarını gölgeleyen, en baskın nitelik olmamalı. Asıl engelliler; gözü olup da hâdiselerdeki ibretleri görmeyenler, kulağı işitip de nasihat dinlemeyenler, ayakları yürüyüp de, Allâh’ın âyetlerinin yanından gafletle geçip gidenler ve üzerlerindeki sorumlulukları yerine getirmeyenlerdir.

Gerçek bir mü’min, engelli olmanın dünyevî plânda biraz sıkıntı kaynağı olsa da, birçok âhiret yolcusunun başına gelebilecek belâlardan muhafaza vesilesi olabildiğini de düşünmeli. Düşünelim ki, bizler her uzvumuzun sağlıklı çalışıyor olmasının şükrünü edâ edebiliyor muyuz? Eğer onlar sabrederlerse büyük bir imtihanı kazanabilirler. Hem bir âzâ noksanlığı sayesinde Allâh’ın emirlerinin birçoğundan daha az sorumlu olacaklar. Hattâ engelleri sayesinde günahlardan uzak kalanların, biraz çabayla Allâh’a çok yakın bir kul olmaları da mümkün.

Öyleyse biz daha çok kendimize mi acıyalım, ne dersiniz?