TARÇINLI AKÎDE ŞEKERİ

YAZAR : Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com

h_c_demircan_yuzakı_mayıs2016

Bir ezan vakti; İstanbul surlarının yakınlarındaki tarihî bir camide abdest alırken onu gördüm, tuvaletleri temizliyordu. Renkli gözleri, sarı saçları, beyaz teniyle belli ki yabancı bir gençti.

O günlerde, o bölgede vazifeli olduğum için, yolum sık sık oralara düşüyor ve en yakın cami olarak namazımı orada edâ ediyor idim. Her gittiğimde ise o genci ya tuvaleti yahut da camiyi temizlerken görüyordum.

Camiye son gidişimde daha önce fark etmediğim bir ayrıntı dikkatimi çekti, caminin arka bölümünde bir kahve makinesi vardı ve o genç kahve makinesiyle uğraşıyordu.

O gün hoca efendiyle konuşmaya karar verdim:

–Hoca efendi kim bu genç?

–Bizim Davut’u soruyorsun herhâlde…

–Davut mu ismi, ben yabancı zannetmiştim.

–Biz ona burada Davut diyoruz…

Hoca efendi anlatmaya başladı:

Aslında bu genç bir Fransız imiş ve Sorbonne Üniversitesinde tarih öğrencisiymiş. İsmi de Danton imiş. İstanbul’un fethi ile ilgili bir tez çalışması yapıyormuş, bunun için vakaları yerinde görmek ve incelemek üzere İstanbul’a gelmiş. Geliş o geliş.

Surların arasında dolaşıp o zamanların atmosferini gözünde canlandırmaya çalışır, bir taraftan da üniversite tezini tamamlamak için mânevî bir motivasyon ararmış.

Zaten öğrenci olduğu için kıt kanaat geçindiğinden ve doğru dürüst beslenemediğinden olsa gerek, bir gün kan şekeri düşmüş ve yıkık surların duvarlarından yuvarlanmış, düştüğü yerde kendinden geçmiş.

Baygın olduğu sırada bir rüya görmüş, bu rüyada yerde yatarken yanı başında birden ak saçlı bir ihtiyar belirmiş ve;

“Kalk uyuma! Yattığın yer benim makamım, ne arıyorsun buralarda?” demiş.

Genç;

“Ben İstanbul’un fethi mevzuunda çalışmalar yapıyorum.” deyince ak saçlı ihtiyar onu ellerinden tutmuş ve kaldırmış, el ele semâya yükselmişler…

Hoca efendi;

“Geri kalanını sana kendisi anlatsın istersen…” deyip beni onunla tanıştırdı.

Kırık bir Türkçesi vardı ama gayet akıcı ve net konuşuyordu:

–De bakalım Davut kardeş, o ihtiyar sana neler anlattı?

Davut, ihtiyarla aralarında geçenleri anlatmaya başladı:

–Önce beni ellerimden tutup kaldırdı, semâya doğru yükseldik;

“Bak evlâdım!” diye başladı.

“İleride vukû bulacak pek çok hâdiseleri ve meydana gelecek muhteşem fetihleri haber veren Efendimiz Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ashâb-ı kirâmına bir gün şu büyük müjdeyi vermiş:

«Konstantiniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır! Onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!» (Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 4, s. 335)

“Bu sebeple gelmiş geçmiş birçok İslâm hükümdarı gibi, Fatih Sultan Mehmed Han da; kendisine ve ordusuna gerek dünyevî, gerekse uhrevî çok büyük lütufların kapısını açacak olan bu yüce fethin Fatih’i olma arzusunu yüreğinde hissetmekte idi.

Ve yine bunun içindir ki, fetihten önce topladığı dîvan meclisinde, İstanbul’u fethetme kararını bildirirken;

«İ’lâ-yı kelimetullah ve ihyâ-i minnet-i Rasûlullah etmeye gücümü sarf eylemek dilerim!» demiş idi.

Bu karar üzerine 6 Nisan 1453’te muhasara başladı. 22 Nisan gecesi yetmiş parçalık donanma Kasımpaşa sırtlarından kaydırılarak Haliç’e indirildi.

29 Mayıs 1453 günü, sabah namazının ardından Akşemseddin -kuddise sırruhû- Hazretleri; son taarruzdan önce, orduya hitâben tesirli bir konuşma yaptı. Okunan fetih âyet-i kerîmesi, âdeta Allah Teâlâ’nın Fatih Sultan Mehmed Han’a ve ordusuna yapacağı küllî ilâhî yardımı haber veriyor; zuhuru çok yakın olan şanlı fethi müjdeliyordu.”

«O mübârek şahıs anlattıkça, anlatılanları bir televizyon belgeseli gibi beraber semâdan seyrediyorduk.»

“Yapılan son top atışlarından sonra ulu saltanat yurdu Konstantiniyye, sur aralarında açılan gediklerden içeri giren Osmanlı askerleri tarafından ele geçirildi. Ve yedinci Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası, Akşemseddin -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin, fethini; vakit, saat ve derecesiyle önceden tayin ettiği gün, yani hicretin 857. Cemaziye’l-âhir ayının yirminci günü, Allâh’ın emriyle, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından fetholundu.

Osmanlı bayrağını Topkapı surları üzerinde gören Sultan Mehmed Han, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesine ermenin verdiği sevinçle atından inip secdeye kapandı ve Allah Teâlâ’ya şükretti.”

“Fethin ardından Sultan Mehmet Han tersane bahçesine gelip, üç gün üç gece müslüman gazilerin tümüne ziyafetler verip, bizzat kendileri hizmet ederek; çeşnicibaşı gibi, kemerinde peştamal ile bütün gazilere;

«Ekmek, tuz, yemek; dahî ne gerek?» diyerek beyaz ekmek dağıttı, yemekten sonra da işbaşında olan âlimlerin ellerine ibrik ile su döktü. Tâ bu derece nefsini kırıp, üç gün üç gece hizmet eyledi.”

“Ak saçlı ihtiyar daha sonra bana;

«Şimdi seni benim asıl mekânıma götüreyim.» dedi.

Ve beni Haliç kıyısındaki Eyüp Sultan Camii’ne götürdü; beraber yan yana saf tuttuk, o ne diyorsa aynısını söyleyip, onun yaptıklarını yaparak birlikte namaz kıldık.

Uyandığımda düştüğüm bu caminin yakınlarındaydım ve ağzımda tarçınlı bir akîde şekeri vardı.” diyerek bitirdi.

Tekrar hoca efendi söz aldı ve;

“Bizim Davut, o günden sonra; «İstanbul’u fetheden koskoca padişah, askerlerine hizmet edecek kadar mütevâzı olabiliyorsa, bu aldığı terbiyeden ileri gelir; bu tasavvufî terbiyenin yanında benim aldığım eğitimin ne önemi var, önemli olan bu hâl ile hâllenmek, insanlığa da bu gerek!» deyip. İstanbul’da kalmaya karar vermiş.

Şimdi artık burası onun evi gibi, ibâdetini yapıyor, temizlik yapıyor, geçimini tuvalete girenlerin bıraktığı harçlıklardan çıkarıyor, ayrıca camiye gelen turistlere yabancı dil bildiği için hem camiyi tanıtıyor, hem de ikram olarak kahve ve tarçınlı akîde şekeri verip, onları ağırlıyor.” dedi.

Görüldüğü üzre ecdad; Ebû Eyyûb el-Ensârîler, Edebâlîler, Geyikli Babalar, Emir Sultanlar, Hacı Bayrâm-ı Velîler, Yahya Efendiler, Akşemseddinler, Aziz Mahmud Hüdâyîler gibi birçok mânevî şahsiyetten aldığı tasavvufî İslâm eğitiminin gereği olan irşad vazifesiyle, hâlâ arz-ı endâm eyliyor.

Allah hepsinden râzı olsun.

Sağlıcakla kalın.