Saâdet Kapısının Anahtarı; SÜNNET-İ SENİYYEYE İTTİBÂ

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

b_c_ozdemir_yuzakidergisi_nisan2016

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, ümmet için en güzel örnek olduğu, Kur’ân-ı Kerim’de;

“And olsun ki, Rasûlullah’ta sizin için; Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için bir üsve-i hasene vardır.” (el-Ahzâb, 21) diye ifade buyurulur. Bu cümleden olarak, Fahr-i Kâinât Efendimiz; kumandan, devlet reisi, dâvâ adamı, aile reisi, öğretmen, talebe, fakir, zengin, işçi, işveren… velhâsıl cemiyette bulunabilecek her insan tipi için, her zaman ve her bakımdan en güzel örneği teşkil eder. O Varlık Nûru’na tâbî olanlar; O’ndan gerektiği şekilde istifade edebilmeleri ve tâzimde bulunmaları için de;

“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2) diye ikaz buyurulur.

Ashâb-ı kiram hazerâtı; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, buyurulduğu üzere kâ’bına varılamaz bir sadâkatle bağlanmışlar ve bu âdâb ile «gökteki yıldızlar» mesâbesine yükselmişlerdir. O mübârek zevâtın, Rasûlullah Efendimiz’e; “Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diye hitap ettikleri; huzurlarında iken, başlarında bir kuş varmış da onu ürkütmekten çekinir gibi hiç kıpırdamadıkları; bir istekte bulunduklarında, canları pahasına da olsa, âmâde olmak için yarıştıkları; O’nu her şartta korumak uğruna can-fedâ ettikleri… gibi emsali gösterilemeyecek bir aşkla pervâne oldukları biliniyor.

“(Hicrî 6. yılda, Hudeybiye’de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e elçi olarak gelen Urve döndüğünde Kureyşlilere;

«–Ey Kureyşliler! Andolsun ben birçok kral gördüm. Ama müslümanların Peygamberlerine karşı olan yüksek bağlılık ve hürmetlerini hiçbir millette görmedim. Korkarım ki O’nu yenemezsiniz.» dedi.”*

Ensârın sözcüsü Sa‘d bin Muâz -radıyallâhu anh-’ın, Bedir Muharebesi öncesindeki istişârede;

“Yâ Rasûlâllah! Nasıl isterseniz öyle yapınız. Seni hak ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki, bize denizi gösterip de dalsan, hiçbirimiz geri kalmaksızın Sen’inle birlikte dalarız!” demesi de; o mübârek zevâtın, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan destânî bağlılıklarına bir misaldir. Kendilerini, Fahr-i Kâinat Efendimiz’le aynîleşmeyi en büyük saâdet bilen ashâb-ı kiram hazerâtı ve teselsülen onların izini takip eden sonraki nesiller; bu sadâkat ve vefânın bereketi ile üç kıtada asırlar boyu; «İ‘lâ-yı Kelimetullah» sancağını dalgalandırmışlardır.

Türkistan coğrafyasının hâl ehli büyüklerinden ve Avrupa içlerine kadar uzanan fütuhâta yön veren Ahmed Yesevî Hazretleri’nin; altmış üç yaşından sonra, toprak altındaki bir hücrede inzivâya çekildiği biliniyor. Sünnet-i seniyyeye ittibâyı en büyük saâdet bilen Hak dostu sâlih kulların bu muhteşem bağlılıklarını, Anadolu’nun gönül sultanlarından Yûnus Emre şöyle dile getiriyor:

Canım kurban olsun Sen’in yoluna,
Adı güzel kendi güzel Muhammed.
Gel şefâat eyle kemter kuluna,
Adı güzel kendi güzel Muhammed.

Kezâ, bir diğer gönül ehli Zekâî Mustafa Efendi (ö: 1812) de, bu hâlet-i rûhiyeyi;

Zekâî hicr ile mahzûn, onu vaslınla kıl memnûn;
Yolunda can fedâ olsun, şefâat yâ Rasûlâllah.

diye terennüm ediyor. Asırlarca, dünyaya adâlet ve huzurla hükmeden şanlı medeniyetimizin son halkası olan Osmanlı’da, bu hususiyetin baş tâcı edildiği, padişahların her birinin Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e derin bir bağlılık ve tâzimle temâyüz ettikleri kayıtlıdır.

Nitekim son devirdeki destânî Çanakkale savaşlarında 17. alay komutanı Yarbay Hasan Beyin ağır yaralanıp son nefesini vermek üzereyken, birden ayağa kaldırılmasını isteyip, kelime-i şahâdet getirdikten sonra;

“Niye zahmet buyurdunuz yâ Rasûlâllah!” diyerek şehid olduğu;

Binbaşı Lütfi Beyin;

“Yetiş yâ Rasûlâllah! Kitabın elden gidiyor!” diye haykırarak çırpındığı… gibi sayısız örnekler bu keyfiyetin bir neticesidir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetinin istikametini;

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapıtmazsınız: Allâh’ın «Kitâb»ı (Kur’ân-ı Kerim) ve Rasûlü’nün «Sünnet»i.” (Muvatta, Kader, 3) şiârı ile tayin buyuruyor. Bu vasiyete bağlı kalan ulemâ; yüce Kitâb’ın canlı bir tefsiri mahiyetindeki Rasûlullah Efendimiz’in sünnetini, ümmetin selâmeti için, fevkalâde yüksek bir dikkatle tesbit etmeyi, Allah Teâlâ’nın rızâsına kavuşma vesilesi olarak görmüşlerdir. Nitekim, İmâm-ı Buhârî Hazretleri’nin; bir hadîs-i şerîfi tetkik etmek için uzun bir yolculuktan sonra bulduğu kişinin, atını yakalamak için onu otla kandırdığını görünce, onu bir zaaf olarak yorumlayıp, o hadîsi tesbitten vazgeçtiği rivâyet edilir. Yine İmâm-ı Mâlik -rahmetullâhi aleyh-’in kendisine hadîs-i şerifle ilgili soru sormak için birisi geldiğinde; hürmeten abdestini tazeleyip, o dersle ilgili kıyafetini giydikten sonra, hususî bir kürsüye geçerek cevap verdiği belirtilir. Bu hassâsiyetin kaynağı, şüphesiz;

“Benim söylemediklerimi, her kim bana isnâd ederse, cehennemdeki yerini hazırlasın.” (Buhârî, Müslim) hadîs-i şerîfi ve O Varlık Nûru’na duyulan derin tâzimdir.

«En güzel örnek» olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ümmetine, Kur’ân-ı Kerim’de buyurulan;

“… O hâlde sen de dîni Allâh’a has kılarak, (ihlâs ile) kulluk et.” (ez-Zümer, 2) emri mûcibince, Allah Teâlâ’nın vahyettiği dîne tâbî sâlih kulluğu tâlim buyurmuştur. Ancak, İslâm âlemi, içine düştüğü buhranlar ve yaşadığı fetret devrinin bir neticesi olarak istikametini şaşırmış; İslâm ismi altında, âdeta Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bulunmadığı hizipler türetilmiştir.

“Rasûl size ne verdiyse onu alın. Neyi yasakladıysa da ondan kaçının ve Allah’tan korkun. Çünkü Allâh’ın azabı şiddetlidir.” (el-Haşr, 7) îkazı karşısında; hangi sebep, bu beyânın nazar-ı dikkate alınmasından kaçındırabilir?

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) buyurulurken, o Varlık Nûru’nun yerine hangi sevgili tercih edilebilir?

«Dîni Allâh’a has» olmaktan çıkarıp; sosyeteye, kavmiyetçilere, birtakım felsefî akımlara, terör hareketlerine, «radikali-ılımlısı» ile çeşitli dış güçlerin siyasetlerine… «din adamı» adıyla kapılanmış kişilerin icat ettikleri akımlar bu cümledendir. Bununla benzerlik arz eden bir diğer hâdise de; bir barış dîni olan İslâmiyet’i, bu kadar asırlık şanlı mâzîsi ortada iken, bir terör hareketi olarak yaftalamaya çalışan batı dünyasında, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek şahsiyetine yönelik ahlâksız iftira kampanyalarıdır.

Bütün bu sapmaların, yozlaşmaların ve yanlışlıkların sebebi; sâlih kulluğun en güzel örneği olan Peygamber Efendimiz’in ve O’nun tâlim ve terbiyesiyle yetişen ashâb-ı kiram hazerâtının mübârek hayatlarının kaāle alınmaması; onların izinden gitmeyi en büyük saâdet bilen Hak dostlarının tanınmamasıdır. Bugün, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rahmet neşreden mübârek hayatını tanımaktan nasibi olmayan mezhebî ve selefî maskeli birtakım terör fırkaları; din adına yaptıkları vahşî katliâmlarla dehşet saçarak, İslâm düşmanı güç odaklarının plânlarına hizmet ediyorlar. Hâlbuki, büyük kısmını mazlumlar âleminin teşkil ettiği insanlığın; ecdâdın yaptığı gibi, İslâm’ın güler yüzünü temsil eden dâvâ adamlarının sunacağı rahmet iklimine ihtiyacı var.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbının;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü; biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz?” diye sormaları üzerine, sonraki ümmetine olan hasretini şöyle ifade buyuruyor:

“–Sizler benim ashâbımsınız. Benim kardeşlerim de; beni görmedikleri hâlde bana inananlardır. Mutlaka ben Rabbim’den; sizinle ve beni görmeden îmân edenlerle gözlerimi aydınlatmasını istedim.” (Müslim, Tahâret, 39)

Şanlı medeniyetimizin mensupları da; bu sevgiye lâyık olarak, o Varlık Nûru’na tâzimi ve sünnet-i seniyyesine uymayı, iki cihan saâdetine vesile bilmişlerdir. Bu cümleden olarak; gönlü yanık âşıklar, en içli şiirlerini O’nun için terennüm etmişler; ulemâ ve kalem erbabı asırlardan beri O’nu anlatma gayretinde olmuşlardır. Nitekim, bunlardan Türkmen mutasavvıf Fuzûlî, «aşk derdi»ni suya yükleyerek;

Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl;
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre sû.

diye çırpınır. Hâlid-i Bağdâdî -kuddise sirruhû- Hazretleri şöyle buyurur:

“Hak dostlarının çok kıymetli sözlerinden biri şöyledir: Allâh’a giden yollar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izini adım adım takip edenlerden başkasına kapalıdır.” (Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l- Vâcid, s. 81, no: 5)

Hayatın gayesine ulaşmada; o Varlık Nûru’nun yerini, Bezm-i Âlem Vâlide Sultan şöyle hulâsa ediyor:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl;
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?

_____________________________________
* Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi-4, s. 203, İstanbul 1998.