PEYGAMBER’E İTAAT

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

h_k_ergin_yuzakidergisi_nisan2016

Fatih Ali Emîrî Kültür Merkezinde tanınmış bir yazarın sohbeti vardı. Bu yazar; son zamanlarda tasavvuf ve hadisleri tenkid eden bir câmia ile yakınlaşmış, bu da sohbet üslûbuna yansımıştı. Sık sık Kur’ân-ı Kerim âyetlerini modern mantığa hitap eden kelimelerle açıklama usûlüne başvuruyordu. Bir ara infak kavramını;

“Malı-mülkü yerli yerine koymaktır.” şeklinde açıklamaya girişti. Üslûp olarak da sık sık;

“Bunu ben böyle anlıyorum.” gibi ifadeler kullanıyordu.

Çok geçmeden dinleyiciler arasından çenesinde ufak bir sakalı olan, yanında bir Türkçe meal getirmiş orta yaşlı bir adam söz istedi ve o da elindeki mealden bazı kısımları okuyup, kendi anladıklarını anlatmaya başladı. İstek üzere adam kendini tanıttı, mühendismiş. Zeki birisi olduğu anlaşılıyordu, fakat İslâmî ilimlerle meşgul olmamış ve İslâmî bir hayat tarzı içinde yaşamamıştı. İslâmî kavramları telâffuz bile edemiyordu ama «mânâ veriyordu(!)»

O da yetmedi, biraz sonra modern giyimli bir bayan mikrofonu aldı, o da;

“Siz az önce şöyle dediniz, ama ben öyle değil böyle anlıyorum.” diyerek kendi fikrini (!) söyledi. Konuşmacının rahatsızlığı, âdeta kıvranışı belli oluyordu. Ama;

“Siz ne anlarsınız, bir susun da beni dinleyin!” diyemiyordu.

Bu ibretli manzara karşısında içimden;

“Hah, işte sonunda olacağı buydu! Açtığınız çığırın bu noktaya geleceğini nasıl oldu da düşünemediniz?” demekten kendimi alamadım.

Evet;

«Biz az-çok okuduk, biliriz…» edâsında, kendinizi evvelki âlimlerin naklettiği birikimin, hattâ Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in öğrettiği hikmetin bile üstünde görürseniz, birileri de sizi bir yana itip kendi kafasına göre İslâm’ı anlamaya (!) kalkabiliyor işte. Çözümünüz nedir?

Sahâbe ve tâbiîn devrinde, mü’minlerin; Allah Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm-’ın sünnet-i seniyyesi ve hadîs-i şeriflerinin, dînin ta kendisi olduğu hususunda hiçbir tereddüt olmamıştır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de; «Peygamber’e itaat ve ittibâ emri» açıktır. Peygamberimiz’in;

“Benden gördüğünüz şekilde namaz kılınız.” (Buhârî, Ezan, 18) gibi emirleri ve;

“Ümmetime ağır gelmeyeceğini bilseydim…” gibi ifadelerindeki hassâsiyet de, sünnet-i seniyyenin ümmet için bağlayıcı vasfını te’kit etmektedir.

Elbette her gün namazlarımızda okuduğumuz âyet-i kerîmeler, Allâh’ın, kullarına hitâbıdır. Âyetlerin bir kısmı; Allâh’ın yüreklere seslenen, korkutucu, müjdeleyici, intibâha getirici, âhireti hatırlatıcı nasihatleridir. Bir kısım âyetler, insanların menfaat hissiyle hafife almaları mümkün olan bazı hükümlerinin kesinliğini vurgular ve hükümlere uymama hâlinde neticenin felâket olacağını ihtar eder. Ama âyetlerin önemli bir kısmı da; bu zikredilen hükümler gibi, Peygamberimiz’in tebliğ, tâlim ve tatbik edeceği diğer hükümlere de uymamızı emreden, yani Peygamberimiz’i yetkilendiren, O’nun mevkiini tasdik eden âyetlerdir.

Zaten Kur’ân-ı Kerim, Peygamberimiz’e hitap edercesine nâzil olmuştur ve O’nun sîret ve sünneti bilinmeden anlaşılamayacak ifadeler çoktur. Kur’ân ilimleriyle meşgul olanlar daha iyi bilirler; bazı âyetlerde bahsi geçen kişi veya şeylerin isminden bahsedilmeden zamir kullanılarak yapılan atıflar, soruyu zikretmeden verilen cevaplar, hazfedilen bazı kısımlar, ancak sahâbenin naklettiği bilgilerle anlaşılabilmektedir. Peygamber ve ashâbının; savaşları, seferleri, ibâdet hayatları, hususî meseleleri ve hattâ gönüllerinden geçenlere kadar birçok mevzu, âyetlerin inişine vesile teşkil etmiş; böylece hükmü kıyâmete kadar bâkî olan mânâ, müşahhas bir hâdise üzerinden izah edilmiştir. Bu da bizi bu âyetleri anlamak için Allâh’ın en güzel kulunun ve O’na güzelce uyanların kulluğunu anlamaya davet etmektedir.

Allah Teâlâ bize yaratılış gayemizi bildirirken;

“Hanginiz daha güzel amel edeceksiniz diye imtihana çekildiğimizi…” haber veriyor. Güzel amel etmenin ölçüsünü ve örneğini de hiç şüpheye yer bırakmaksızın bildiriyor. Âlemlerin Rabbi’nin bize büyük mükâfat va‘dederek kulluğunu teklif etmesi ve «En Sevdiği Kul»unu bize eğitici ve rehber olarak tayin etmesi bize ikram edilmiş büyük bir nimettir. Bunun farkında olan ilk dönem müslümanları, hiçbir zaman hadis ve sünnetin delil olma değerini sorgulamaya kalkışmamışlardır.

Hadis ve sünnete uyma hususu, müslümanların batı karşısındaki dünyevî hezimetlerinden sonra kapıldıkları aşağılık duygusuyla ve hatayı dînî anlayışımızda arama temâyülüyle başladı. Zaten kendilerini hâkim bir pozisyonda görerek İslâm üzerine iddialar ortaya atan müsteşrikler, bizzat bu tartışmanın fitilini ateşlemişlerdi.

Bu kesimler tarafından ekseriyetle sünnete ittibâ kavramının, yeniliklere açık olmaya ve aklı kullanmaya zihnen bir mânia teşkil ettiği ileri sürüldü. Hattâ müslümanların geri kalmasının sebebi; doğrudan, dünyayı kötüleyip dünya işlerinden yüz çevirme anlayışına mâl edildi.

Hâlbuki sünnet-i seniyyeye uymak asla müslümanların aklını kullanmasına mâni değildi, aksine Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aklını kullanmak konusunda da ümmetin rehberidir. Peygamber Efendimiz Hazret-i Selmân-ı Fârisî’nin teklif ettiği, daha önce bilinmeyen savaş usullerini bid‘at diyerek reddetmemiştir. Demek ki, aklı kendi sahasında kullanmanın ve helâl dairesi içinde ihtiyaçlara uygun çözümler aramanın bizzat kendisi sünnettir. Esasen Osmanlı da İstanbul’un fethinde o çağın en ileri savaş teknolojisini geliştirmiş ve hattâ Avrupa’da derebeylerin feodal düzeni, bu yeni teknoloji sayesinde yıkılmıştır.

Peygamberimiz’in sünneti ve siyaseti bir bütün hâlinde bilinirse; bu bir müslümana, dünya hayatına ve imkânlarına ne şekilde yaklaşılması gerektiğine dair güzel bir örnek sunar. Allah Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yeme içmeye merakı yoktu, hiçbir zaman bir yemeği;

“Beğenmedim!” diye reddetmemiş;

“Canım şunu istiyor.” diye yemek hazırlatmamıştı. Ama o çağın en iyi cins atını sipariş edip getirtmiş ve ashâbını at beslemeye teşvik etmişti. O’nun atlara karşı sevgisi bilindiğinden kabîle reisleri genellikle kendisine at hediye etmişlerdi. Allah Rasûlü de sevdiği ashâbına, üzerinde cihad etmeleri için at hediye ederdi. Yani O’nun sünnetini iyi anlayanlar; dünya malını, âhiretin hizmetinde kullanmak için gayet güzel şekilde sevk ve idare ettiğini idrak ederlerdi.

Esasen Kur’ân-ı Kerim âyetlerini de lâfzen okuduğumuz zaman, pek çoğunda dünyanın zemmedildiğini görebiliriz. Eğer Allah Rasûlü’nün sünneti bilinmese; dünyaya, mal ve evlâtlara, kadınlara veya evliliğe karşı tavrımızın ne olacağını tayin etmek zor olurdu. Çünkü birçok âyetlerde bunlar nefsin şehevâtını cezbeden şeyler olarak tavsif edilir:

“Kadınlara, oğullara, altın ve gümüşten hazinelere, salma atlara, sığırlara, ekin, tarla, bağ-bahçe gibi arazilere yönelik dünyevî zevkler, insanoğlu için çekici kılınmıştır. Bütün bu zevkler bu dünya hayatının geçici şeyleridir. Ama varılacak yerin en güzeli, Allah katında olandır.” (Âl-i İmrân, 14)

Peki o hâlde evlenmekten uzak durup, çoluk çocuk sahibi olmayıp, mal mülk istememeli midir? Hâlbuki Peygamberimiz ashâbını evlenmeyi terk etmekten men ediyor. Aklen de müslümanların nesillerini devam ettirmeleri gerekir. Demek ki âyet-i kerîmeler birer zikir; yani asıl gayeyi hatırlatıcı, toparlanmamızı sağlayıcı birer hitaptır. Hüküm değeri taşıyanların nasıl tatbik edileceğini bize Allâh’ın Rasûlü öğretecektir.

Buna bir misal olarak sahâbe-i kirâmın bir âyetin nüzülü üzerine sorduğu soruya Allah Rasûlü’nün verdiği cevabı zikredelim:

“Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları elim bir azapla müjdele.” (et-Tevbe, 34) âyeti nâzil olunca bazı kimseler;

“–O hâlde hangi malı biriktirelim?” diye sormaya geldiler. Allah Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm- cevaben;

“–Zikreden dil, şükreden kalp ve îmânına yardımcı olan mü’mine bir zevce.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 9) buyurdu.

Biraz dikkat edersek bu kimseler, âyetin; hırsı ve biriktiriciliği değil de, bizzat «altını ve gümüşü» kötülediğini zannetmişler gibi görünüyor. Bu da herkesin Allâh’ın kelâmını kendi aklı nisbetinde anlayacağına güzel bir misal.

Allah Rasûlü, onların sorusuna göre cevap vermiyor veya onları kınamıyor. Ama bu soru vesilesiyle, sözün doğrusunu özlü bir beyan ile asırlar ötesine kadar bütün ümmetine ulaştırıyor:

“Zikreden bir dile yani böylece Allâh’ı unutmayan, Allâh’ın rızâsını asıl gaye olarak bilen bir zihin yapısına sahip olmaya bak. Sonra şükreden bir kalple, malı ihsan edeni unutmadan yerli yerince kullan ve infak et. Dünya zevklerine meyleden ve seni de meylettiren, ehl-i dünya bir zevce değil, Allah yolunda yardımcı bir zevce edin. Bunlar olduktan sonra biriktirme hırsına kapılmazsın. Malın ister altın-gümüş cinsinden olsun, ister başka cinsten olsun, onu yerli yerinde kullanırsın.”

Buradan anlaşılıyor ki; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadisleri ve sünneti, üzerinde tefekkür edildiği zaman bize aklımızı güzel kullanmayı ve itidal üzere dînimizi yaşamayı öğretmektedir. Yeter ki iyi niyetle ve incelikle öğrenelim.