GÖZÜNE BAKIYORUM…
YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com
–Selâmün aleyküm.
–Ve aleyküm selâm bey, buyur hoş geldin.
–Hoş bulduk hanım, Allah râzı olsun. Hatice Hanımı gördüm az önce durakta, bize mi gelmişti?
–Evet, bugün misafirimdi. Senin geliş saatine göre müsaade aldı.
–Allah muhabbetinizi bozmasın. Sen gitseydin ya, kadıncağızı yormasaydın.
–Kendi gelmek istedi. «Evde çok daralıyorum abla, müsaitsen gelebilir miyim?» dedi.
–Öyleyse tamam. Çocuk da büyümüş mâşâallah. Ama çok zor oluyordur herhâlde. Biraz önce otobüse binmeye çalışırken gördüm; öyle böyle zorlanmadı. Tam ben yardıma gidecektim, oradan bir delikanlı, sağ olsun, tutuverdi tekerlekli sandalyenin bir ucundan.
–Sorma bey. Çocukcağızın kilosu artıyor; ama kaslar gelişmiyor. İnanır mısın, şöyle kuvvetlice bir öksüremiyor bile garibim. Sesi soluğu da iyice azalmış. Nefes almak bile yorucu bir iş olmuş âdeta…
–Doktorlar ne diyormuş? Yeni bir gelişme var mıymış?
–Ne gezer? Aynı! Henüz bir şifâsı yok, daha önce başlayıp da bitmiş bir tedavi örneği de yok.
–Yani?!.
–Yanisi… Ölümünü beklemekten başka çareleri yok görünüyor. En iyisini Kadir Mevlâ’m bilir.
–Çok zor bir durum… Allah sabr-ı cemîl ihsan eylesin.
–Âmîn bey. Söylemesi bile çok zor; ama o çocukcağızın çektiklerini görünce… Bir anne hakkında belki de en son söylenecek söz olsa gerek; «Ölsün de kurtulsun!» diye evlâdın gözüne bakıyor olmak…
–Belki orası öyle hanım, ama ben de evlâdım ölsün diye gözüne bakıyorum!
–Tövbe estağfirullah! Sen ne biçim konuşuyorsun efendi? Ağzından yel alsın!
–Niye öyle dedin hanım? Kötü bir şey mi dedik?
–Seni, saha sorumluluğuna almaları pek de iyi olmadı galiba. Oksijen falan çarptı seni herhâlde. Baksana ne söylediğini bilmiyorsun!
–Hanım! Ben ne dedim?
–«Evlâdım ölsün diye gözüne bakıyorum» dedin!
–Evet de nasıl ama?
–Ne demek: «Nasıl?»
–Hanım, ben; «Şehîd olsun!» diye gözüne bakıyorum.
–Ona da tamam! Şehîd olsun; ama o daha çok genç! Her gün haberlerde görüyorum o yiğit delikanlıları da kahroluyorum. Bazılarının hele, arkalarında ağlayan hanımları, çocukları…
–Şehîd olmak için sadece cephede savaşarak vefat etmek gerekmiyor ki hanım:
Cuma günü vefat eden, şehiddir!
Malını müdafaada öldürülen, şehiddir!
Irz ve nâmusunu müdafaa ederken öldürülen, şehiddir!
Ailesinin nafakasını helâlinden kazanmak için çalışırken, iş kazasından ölenler, şehiddir!
Emin, dürüst, müslüman ölen tâcir, şehiddir!
Abdestli yatıp da ölen, şehiddir!
Gurbet elde garip vefat edenler, şehiddir!
Devamlı sûrette insanlarla iyi geçinerek vefat etmişler, şehiddir!
İlim yolunda iken; dînini öğrenmek, öğretmek ve yaymakta iken vefat edenler, şehiddir!
Mârûfu emir ve münkeri nehiyden dolayı katledilen, şehiddir!
Zulme engel olurken öldürülen ki, şehidlerin efendisi olur!
Samimiyetle şehidliği isteyen, yatağında dahî ölse, şehiddir!
Ve daha aklıma gelmeyen birçok şehâdet şekli… Belki gerçek şehidlik mertebesine erişemese de mertebesinin yakınlığına hükmedilmiş şehidlikler… Şimdi hanım; bu kadar güzel bir şekilde rûhunu teslim etmek varken, benim evlâdım da bu kervana katılmasın mı? Ben çocuğum için kötü bir şey mi istemiş oluyorum?
–Estağfirullah öyle demek istemedim tabiî ki de… Birden öyle söyleyince…
–Zaten ben de, sende böyle bir tepki oluşturmak için böyle söyledim. Şükürler olsun evlâdımız böyle bir yola girdi. Bak bugün «hâfızlığa seçildiği» haberi geldi. Öyle mutlu oldum ki anlatamam! O yüzden bu besmelenin devamı; bizim dik duruşumuza, istikrarlı ilgimize bağlı.
–Öyle mi? Elhamdülillâh! Ben de çok sevindim. Rabbim bize bu günleri de gösterdi çok şükür…
–Yalnız sevincim buruk kaldı…
–Hayırdır inşâallah?
–İş yerinden arkadaşım Hakkı Bey var, bilirsin. Onunla birlikte öğle molasında idik; yemekleri yedik, keyif çayı içiyorduk. Bizim Abdülkadir’in haberi geldi. İnanır mısın bütün arkadaşlar, eksiksiz, beni tebrik ettiler. «Haydi bakalım Yusuf Efendi, bizi de listene yaz! Bu çocuk seni de bizi de kurtaracak desene…» dediler. Muhabbet, bizimkinin hâfızlığı ile dönüyordu ki Hakkı Beye bir telefon geldi. Görüşmenin belki yedinci veya sekizinci saniyesinde adamcağızın dizinin bağı çözüldü ve çöktü kaldı; «Evet daha önce de böyle bir şey olmuştu…» dedi ve öylece kalakaldı. Ben hemen telefonu elinden aldım:
–Alo! Alo! Hakkı Bey!
–Alo! Ben arkadaşıyım, şu an kendisi iyi değil, buyurun bana söyleyin!
–Beyefendi, Hakkı beyin oğlu şu anda devlet hastahânesinde, yoğun bakımda. Aşırı dozda uyuşturucu kullanmış ve şuuru kapalı. Hızlı bir şekilde buraya getirebilir misiniz?
–Tamam. Başka yapılması gereken bir şey var mı?
–İsterseniz annesine de söyleyin. Belki son kez görmek isteyebilir!
O esnada etrafıma, özellikle de Hakkı’ya çaktırmamak için istifimi bozmamaya çalıştım:
“–Peki, tamam biz geliyoruz.” dedim.
Sonra bizim İbrahim’e söyledim. Hanımı ile birlikte gidip yengeyi getirdiler. Yalnız bizim hastahâneye girmemizle birlikte işin rengi değişti. Meğerse bize haber verildikten beş dakika kadar sonra delikanlı rûhunu teslim etmiş. Polisler de telâşa vermemek için bir daha aramamışlar.
–Eyvah! Ben Menşûre Hanımı tanıyorum. Yüreği nasıl yanmıştır garibimin. Beni de götürsene yanına! En azından destek olurum!
–Gideceğiz. Ben de öyle düşündüm; ama bir saat kadar sonra orada olsak daha iyi olacak.
–Neden?
–Şu an sorgudalar…
–Allâh’ım! Bu yangına yürek mi dayanır? Sen sabır-selâmet ihsan eyle…
–Âmîn… Cenaze namazı yarın kılınacak tahminimiz. Çocuğa bir de otopsi yapılacakmış. Yarın verecekler…
Aradan henüz bir saat geçmişti. Yusuf Bey ile eşi Zeynep Hanım, arkadaşlarının yanına vardıklarında karşılaştıkları manzara tüyler ürpertici idi. Bütün yoğun bakım koridoru, sağlı-sollu ağlayıp feryat edenler ile doluydu. İşin hakikatini çok geçmeden öğrendiler. Dört tazecik fidan yitip gitmişti.
Dört arkadaş, grup hâlinde izbe bir bodrumda uyuşturucu kullanmışlar. Ortam da havasız olunca hazin âkıbet hızlanmış. Tesadüf, bir yaşlı teyze fark etmiş; ama takdir…
Söylenecek teselli cümlesi bile bulamamıştı Zeynep Hanım. Sadece sarılabildi ve sessizce geri çekildi. Belki söylemek istediği çok şey vardı; ama yüreğinden boğazına kadar gelen sözler, sanki koca bir yumruk olmuştu da daha yukarısına çıkamamıştı. Herkes gidinceye kadar, yanında getirdiği küçük Kur’ân-ı Kerim’den sûreler okudu. Ateş, düştüğü yeri yakmıştı… Herkes müsaade alıp de evlerine gidince onlar da müsaade almak için acılı ailenin yanına vardıklarında Menşûre Hanım:
–Zeynep Hanım, senden bir şey isteyebilir miyim?
–Estağfirullah abla. Tabiî ki, buyur.
–Yanlış bir şey söylemek istemiyorum da… Ne kadar faydası olur? Yüce Rabbim kabul eder mi, bilmiyorum; ama senin çocuğa söylesen de arkadaşları ile birlikte çocuğumun ardından Kur’ân okusalar. Belki bir nebze olsun hafifler çocuğumun hesabı…
–Başım gözüm üstüne Menşûre Hanım. Senin çocuğun bizim çocuğumuz, Abdülkadir de onun kardeşi. Elbet okurlar ve şüphesiz faydası olur. Ben tekrar geleceğim abla, şimdilik müsaadeni istiyorum…
Yusuf Bey ile Zeynep Hanım, diğer ailelere de başsağlığı dileyerek hastahâne koridorlarını adımladılar. Zeynep Hanım kocasının koluna sıkıca sarılmıştı.
–Sen tastamam haklıymışsın bey! Çocuğumun Allah yolunda, Kurân-ı Kerim yolunda, Rasûlullâh’a lâyık bir şekilde can-fedâ koştururken teslîm-i cân etmesi için her namazımda duâ edeceğim. Her şeye Kādir olan Rabbim; Hatice Hanıma da, Menşûre Hanıma da yardım etsin. Yüreklerine ferahlık, işlerinde kolaylık nasip etsin.
–Âmîn hanım. Kimse imtihansız değil! Bakalım bizimki nasıl olacak?