İçtimâî Dertlerimizin Devâsı; MEDÎNE-İ MÜNEVVERE HUZURU
YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
Mübârek hac mevsiminin ardından, umre mevsimi başladı; Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere, dünyanın her tarafından akın akın ziyaretçilerle dolup taşıyor. Birçoğu maddî ve bedenî yetersizlikleri aşıp, sadece Allah Teâlâ’nın ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aşkıyla bu mübârek beldelere gelebilen insanlar, mâşûka kavuşmanın huzuru ile dolular. Bu mübârek beldelerde Allah Teâlâ ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in misafiri olarak bulunmak; sınırlarını havsalanın alamayacağı, fevkalâde yüksek ilâhî ikramlara gark olabilme fırsatını, imkânını veriyor. Tabiî nerede ve niçin bulunulduğunun şuurunda olmak, âdâbına riâyet etmek ve bu keyfiyetten asla gafil olmamak kaydıyla. Nasıl ki; sultanın sarayında usûle, erkâna riâyet etmeyen kişi, ihsan yerine tekdîre muhatap olursa; mevcûdâtın yüce Sahibi’nin davetine icâbet eden misafirin de âdâba riâyet mükellefiyeti vardır; aksi takdirde hesapsız ikramlar yerine, mahrumiyetlere dûçâr olunabilir. Bu mübârek beldelerde her an; akla gelen her nimetin şükrünü kendi cinsinde edâ azminde olunup, her karışındaki mukaddes hâtıralarla irtibata gayret edilmelidir.
Hac ve umre ziyareti; bu mübârek beldelerde işaret buyurulan vazifeleri, ibâdetleri îfâ edip tamamlamanın ötesinde, derin bir muhtevâya sahiptir. Aslolan; Allah Teâlâ’ya yaklaşmak, O’nu aramak, bulmak ve sâlih bir kulluk çerçevesinde O’nunla beraber olmaya gayret etmektir.
İmâm-ı Gazâlî -rahmetullâhi aleyh-;
“Hacdan sonra yeniden günahlara dalmamanın, onun kabulüne delil olduğu”nu ifade buyuruyor.
Mücerred mefhumları hakkıyla idrak etmek, anlamak, bir irfan meselesidir. Müşahhaslar, mücerrede ulaşabilmek için vasıtadırlar. Bu cümleden olarak; mübârek beldelerdeki bütün sûretler, işaretler; rûhu arındıran, zirvelere kanatlandıran mertebeler mesâbesindedir. Bir misal olarak; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kâbe’ye hitâben;
“Şüphesiz Allah seni çok şerefli, çok mükerrem, çok azametli kılmıştır; fakat mü’min senden daha hürmete değerdir.” (İbn-i Mâce, Fiten, 2) buyuruyor.
Mevlânâ -kuddise sirruhû- Hazretleri, sûretin derinliği ile ilgili olarak;
“Eğer sende basîret varsa, gönül Kâbe’sini tavaf et. Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin asıl mânâsı gönüldür. Cenâb-ı Hak; görünen, bilinen sûret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirlilikten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe’si elde edesin diye sana farz kılmıştır. Şunu iyi bil ki; sen Allâh’ın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günahını telâfi edemez. Kâbe, Âzeroğlu İbrahim’in binasıdır. Gönül ise, Celil ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır.” buyuruyor.
İmâm-ı Şiblî Hazretleri de, bu mübârek beldeleri ziyaretten elde kalanlar hakkında, şöyle tefekküre davet eder:
“Kâbe’yi ziyaret vesilesiyle sende ilâhî ikramlar arttı mı? Gönlün huzur ve sürurla doldu mu? Zira, hadîs-i şerifte;
“Hacılar ve umre yapanlar, Allâh’ın misafirleridir.” (İbn-i Mâce, Menâsik, 5) buyurulur. Ziyaret Edilen’in, kendisini ziyaret edene ikram etmesi, üzerine bir haktır. Sen bu ikramı fark edemediysen, hakikatte ziyaret etmiş sayılmazsın.”
Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre de; hacdan asıl maksadı, rûha huzur olup yayılan o akıcı üslûbuyla şöyle aksettirir:
Duriş kazan yiyidür, bir gönül ele getür;
Yüz Kâbe’den yiğrektür, bir gönül ziyareti.
Ak sakallı pîr koca, bilmez ki hâli nice,
Emek yimesün hacca, bir gönül yıkar ise.
Umre yapmak; Allah Teâlâ’ya teslim olmak ve dünyaya sırtını dönmenin işareti sadedinde ihrama girerek, sâlih bir kulluk için niyet etmekle başlar. Dilden hiç düşürülmeden tekrarlanan «telbiye»nin mânâsı da, bu teslîmiyetin ikrarıdır:
“Buyur Allâh’ım buyur! Emrindeyim buyur! Sen’in hiçbir ortağın yoktur! Emrindeyim buyur! Şüphesiz hamd Sana mahsustur! Nimet de Sen’in, mülk de Sen’indir! Sen’in hiçbir ortağın yoktur!”
Ziyaretin bundan sonraki safahâtı; âdeta zaman ötesi, onunla kayıtlı olmayan bir tarzda, sâlih kulluk sözleşmesini hayata geçirmek, rûha nakşetmek için bir ibâdet yoğunluğunda Allah Teâlâ’ya yaklaşma gayretidir.
«Şehirlerin Anası» diye beyan buyurulan ve bütün müslümanların kıblesi olarak dünyanın merkezi mesâbesindeki Mekke-i Mükerreme; her an fevkalâde canlı, diri ve o kadar da huzurlu, mübârek bir şehir. Bilhassa namaz vakitleri civarında, o geniş caddelerin dar geldiği, dünyanın her memleketinden farklı kültürlere sahip yüz binlerce, milyonlarca insan; başka hangi vasatta kavgasız-nizâsız bir arada bulunabilir. Bu mübârek beldenin alâmeti; rivâyete göre, Hazret-i Âdem’in ibâdet ettiği nurdan sütunun yerine, Şît -aleyhisselâm- tarafından ilk olarak inşa edilen, daha sonra da ondan kalan temeller üzerinde Hazret-i İbrahim tarafından tekrar yapılan Kâbe’dir. İbrahim -aleyhisselâm-’ın davetine icâbet ederek gelen Rahmân’ın misafirlerinin yaptığı tavaf da; zerreden kürreye varlıklardaki dengenin esası olan, yörüngesindeki dönmeyi tedâî ettirir.
Mescid-i Haram’da ibâdet, tavaf ve sa‘y; ancak, Âdem -aleyhisselâm-, İbrahim -aleyhisselâm-, İsmail -aleyhisselâm -, Hazreti Hâcer Vâlidemiz, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtı ile, onların takipçisi nice mübârek zevâtı hatırlamakla, onların rûhâniyetleri ile hemhâl olma gayreti ile mânâ ve makbuliyet kazanır. Kezâ Arafat, Müzdelife, Mina, Hudeybiye, Cîrâne, Hirâ, Sevr… gibi harem bölgesinin her noktasında bu mübârek izleri hissederek, aynı hâlet-i rûhiyeyi taşımak icap eder. Bir diğer köşe, Cennetü’l-Muallâ da; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek gönlünü hüzünlendiren Hazret-i Hatice Vâlidemiz, iki oğlu, dedesi ve amcası ile ashâb-ı kiram hazerâtından birkaçının bulunduğu, fânîliğin en keskin timsâli olarak, günümüzde hatırlamaya çok muhtaç olduğumuz «hiç»liği beyan ediyor.
Sâlih kulluğa hicret niyeti ile, Peygamber Efendimiz’in hicret ettiği yol takip edilerek ulaşılan Medîne-i Münevvere; dünyada, ibâdet maksadıyla ziyaret edilen ikinci mescidin, Mescid-i Nebevî’nin bulunduğu mübârek şehir. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Hazret-i İbrahim, Mekke’yi harem yaptığı gibi, ben de Medine’yi harem (dokunulmaz, korunmuş) kıldım.” (Ahmed, IV, 141) buyuruyor. Bu sebeple, Hanefî mezhebi dışındaki ulemâya göre; burada da, bitkileri kesme ve avlanma haram görülmüştür.
Mukaddes yolculukta yüz binler, milyonlar, ashâb-ı kiram hazerâtından sonra ümmetin aşkıyla yandığı; «hayâtı da, memâtı da ümmeti için hayır olan» Rasûlullah Efendimiz’in huzûruna çıkıp tâzimlerini, selâmlarını arz ediyorlar. O Varlık Nûru’nun yakınında olmakla gönülleri tutuşan mü’minler, hasretlerini dindiriyorlar; başka yerdekine nazaran kat be kat daha makbul olan ibâdet yoğunluğunu devam ettiriyorlar. Hele de, Ravza-i Mutahhara’da; cennet ikliminde bir nefes alabilmek ömre bedel. Bu yönüyle, Medîne-i Münevvere de; dünyanın en canlı ve diri, en huzurlu bir diğer köşesi.
Bu mübârek beldede de, her noktasında izleri bulunan, Peygamber Efendimiz’in, ashâb-ı kiram hazerâtının ve nice mübârek zevâtın rûhâniyetleriyle hemhâl olma gayretinden, âdâbından gafil bulunmamak esastır. Kur’ân-ı Kerim’de;
“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2) buyurulur. Bilhassa Mescid-i Nebevî’de nerede bulunulduğunun idrâki içinde; «amellerin boşa gidivermemesi» için, sükûnet üzere, incitmeden ve incinmeden huzurda durulmalıdır. Şair Nâbî, bu hassâsiyeti şöyle dile getiriyor:
Sakın terk-i edepten, kûy-ı Mahbûb-i Hudâ’dır bu,
Nazargâh-ı ilâhîdir, Makām-ı Mustafâ’dır bu.
Nitekim ecdâdımızın da; ashâb-ı kiram hazerâtının sadâkat ve tâzimini örnek alarak, bu husustaki âdâba en güzel şekilde riâyet ettikleri biliniyor.
Medîne-i Münevvere’deki her yer gibi, Cennetü’l-Bakî de muhteşem tarihin yeniden yaşandığı bir köşe. «Ehl-i beyt» ve ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtı, nice büyük ulemâ, sulehâ, şühedâ…nın bulundukları, akın akın ziyaret edilen bir fânîlik âbidesi, bir cennet mekânı.
Pakistan’ın millî şairi Muhammed İkbâl hacılara;
“Hicaz’dan hurmalar, seccâdeler getirdiniz. Peki; Hazret-i Ebûbekir’in bağlılığını, Hazret-i Ömer’in adâletini, Hazret-i Osman’ın hayâsını, Hazret-i Ali’nin ilmini ve şecaatini getirdiniz mi?” diye soruyordu. İslâm âleminin bu fazîletlere ihtiyacı var; mübârek beldelere, gafletten ârî, bi-hakkın yapılan bir ziyaretten, şahsiyetin bu fazîletlerle donatılarak dönülmesi imkân dâhilinde. Mekke-i Mükerreme’nin canlılık ve diriliği, Medîne-i Münevvere’nin huzuru da bu fazîletlere bağlı saâdet tecellîleri. Şayet, mübârek beldelerden dönen yüz binler, milyonlar; bu fazîletleri ve saâdet tecellîlerini temessül edip ülkelerine nakledebilseler; bu, cehâlet, atâlet ve buhranlar içinde kıvranan İslâm âlemi için, bir yeniden dirilme olurdu.