«RABBİNİ ZİKRET!..»
Yaratılan bütün varlıklar Allâh’ı zikir hâlindedirler. Hiçbir varlık boşuna yaratılmamıştır. Her varlık kendi içinde bu zikri gerçekleştirir. Güneş ve Ay kendi etraflarında dönerken, dünya kendi yörüngesinde dönerken, yağmur yağarken, şimşekler çakarken, sular çağlayıp coşkulu bir şekilde akarken, çiçekler renk renk açarken, ağaçların dalları ve yaprakları sallanırken, maddenin en küçük parçası olan atom kendi içinde dönüşler gerçekleştirirken hep Allâh’ı zikrederler.
Bütün varlıklar hiç durmadan Allâh’ı zikrederken, mahlûkātın en şereflisi olarak yaratılan insanın Allâh’ı zikretmemesi kabul edilir bir şey midir? Allâh’ın sayısız nimetlerine mazhar olan insan, yüce Yaratıcımız’ı daha çok zikretmeli değil midir?
Bu hakikati Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklar:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder. Allâh’ı hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. Doğrusu O, Halîm olandır, bağışlayandır.” (el-İsrâ, 44)
İnsan olarak bizim bazı hakikatleri anlamamız zaman alabilir. Çünkü bizim gözümüz her şeyi görebilecek, kulaklarımız her şeyi duyabilecek, kalbimiz her şeyi idrak edebilecek durumda olmayabilir. Ne zaman ki kâinâta Alak Sûresi’ndeki sırlı hakikat penceresinden bakıp, olanları hikmet ve ibret nazarıyla değerlendirebilirsek, işte o zaman yüce Rabbimiz’in kudret eserlerini temâşâ edebiliriz.
Alak Sûresi’nde Cenâb-ı Hak;
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” buyuruyor. Buradaki okumak sadece yazılanı okumak değil, kâinâtı okumak, yaratılanların hakikatini okumak, eşyadaki hikmeti (sırrı) okumaktır. Böyle bakıp okuyabilirsek, o zaman hikmet akışları meydana gelir ve O’nun kudret eserlerini temâşâ edebiliriz.
Yaşanmış bir hâdise olan şu kıssa, bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır:
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri talebe iken başından şöyle bir hâdise geçmiştir. Bir grup talebe, ilim tahsili için bir medresede beraber bulunmaktadırlar. Zaman ilerledikçe bu talebeler arasından Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri; hem ders hem de mâneviyat bakımından diğer talebeleri geride bırakıp, hocasının iltifatına ve teveccühüne mazhar olmuş, çok başarılı bir noktaya gelmiş. Bu sebeple hocası; bu başarılı talebesine daha çok ilgi gösterip, onunla daha fazla zaman geçirir olmuş. Bu durum da diğer talebelerin kendi aralarında dedikodu yaparak, hasetlik duyguları içinde konuşmalarına sebep olmuş. Şöyle demişler:
“Hocamız neden bu arkadaşımızla daha fazla ilgileniyor? Hepimizi aynı tutması gerekmez mi?”
Bu durumu hocaları fark etmiş ve onların bu yanlış düşünmelerinin önüne geçmek için mânevî bir imtihan plânı yaparak şöyle demiş:
“Bugün herkes izinli. Ancak; herkes dışarıya çıksın, kırlardan bana birer demet çiçek toplayıp getirsin.”
Bu tâlimâtı alan bütün talebeler, mevsim de ilkbahar olduğu için kırlara çıkarak başlamışlar rengârenk çiçekleri toplamaya; topladıkları çiçekleri bir demet yaparak hızlıca hocalarına getirip takdim etmişler. Ancak hocanın çok sevdiği talebe henüz gelmemiş. Diğer talebeler kendi kendilerine;
«Hocamız onun ne beceriksiz olduğunu öğrenecek…» düşüncesiyle içten içe sevinerek beklemeye başlamışlar. Nihayet o talebe de, elinde solmuş ve kurumuş birkaç çiçekle çıkıp gelmiş. Hocası sormuş:
“–Neden geç kaldın? Hem de arkadaşların bunca güzel çiçekler toplayıp getirdiler, sen ise iki kurumuş çiçek getirdin…” deyince, hocasına şöyle cevap vermiş:
“–Hocam, özür dilerim. Size en güzel çiçekleri toplamak istiyordum. Fakat hangi çiçeği koparmaya eğildiysem, onun; «Allah!.. Allah!..» diye zikrettiğini gördüm ve duydum. Onların Allâh’ı zikirlerine mâni olmamak için koparamadım. Bu iki kurumuş çiçek de, üzerlerine basılmış ve dolayısı ile ölmüş, kurumaya yüz tutmuş, onları ancak getirebildim. Kusuruma bakmayın.”
Bu manzara karşısında hatalarını anlayan diğer talebeler, arkadaşlarından özür dilemişler. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin hocanın gözüne neden girdiğini, hocalarının onunla niye fazla zaman geçirdiğinin farkına varmışlar.
Zikir türlü türlü…
Allâh’ın kudretini ve azametini, akılları hayrette bırakan kâinat ve yarattığı mahlûkātındaki sanatını tefekkür derinliği içerisinde anlamaya çalışırsak; bu kalbî bir zikirdir. Zaten zikir kelimesinin bir mânâsı da «anmak» demektir.
Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâda bulunmak; sayılamayacak kadar nimetlerine şükretmek; tövbe, istiğfar, tekbir, tesbih ve Kur’ân okumakla lisânımız zikir hâlinde olur.
Bir de bedenimizin zikri vardır ki; o da, Allâh’ın emrettiği ibâdet ve taatleri yerine getirerek olur. Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek gibi…
Temiz yaşamanın, îman ve ihlâs üzere yaşamanın, huzur içinde yaşamanın, son nefes kaygısı taşıyıp aynı minval üzere ölümün, Allâh’a îman ile kavuşabilmenin tek yolu «zikrullâh»a devam etmektir. İş başındayken, yürürken, yer-içerken, ayaktayken, otururken, yatarken… yani her an Allah ile beraber olmalıyız.
Bu da gösteriyor ki, Allâh’ı çok seveceğiz, O’nu zikretmeyi çok seveceğiz, yüce Rabbimiz’den başkasına kalbimizde yer ayırmayacağız, o zaman yürürken kalp; «Allah!.. Allah!..» der. Otururken kalp; «Allah!.. Allah!..» der. Yatarken kalp; «Allah!.. Allah!..» der. İbâdet yaparken, namaz kılarken huşû içerisinde olan mü’minin kalbi; «Allah!.. Allah!..» der. Kalp yönetimi ele alınca da vücudun bütün âzâları; «Allah!.. Allah!..» der. Böylece «zikr-i kül» hâsıl olur ve Allâh’a mânen yakınlık gerçekleşir.
Sevenler sevdiklerini hiçbir zaman unutmazlar. İsimlerini dillerinden düşürmezler. Hak dostları Hakk’a hep zikrullah ile nâil olmuşlardır. İnsanın bazen birtakım kalbî sıkıntıları olur; kalpte üzüntü ve kederlenmeler olur, bunlara kalbî hastalıklar denir. Bu gönül hastalıkları ancak ve ancak Allâh’ı zikir ile tedavi edilebilir.
Rivâyet edilir ki, sâlih bir insan yolunun üzerindeki bir topluluğa uğrar. Bakar ki, doktorun biri hastalık ve ilâçtan bahsediyor. Bunun üzerine doktora sorar:
“–Ey vücutları tedavi eden, kalpleri de tedavi edebiliyor musun?”
Doktor şu cevabı verir:
“–Evet, tedavi edebiliyorum. Kalbinin hastalığını bana anlat.”
Sâlih adam:
“–Kalbimi fısk u fücurdan elde edilen günahlar kararttı.”
Buna cevap olarak doktor şöyle der:
“–Onun ilâcı Allâh’a tazarrû, niyaz ve istiğfarda bulunup gece ve gündüz yanık yanık ağlamak; Aziz ve Gaffar olan Allâh’a ibâdet etmeye koşmak ve O’na affedilmek üzere yalvarmaktır. İşte bu kalplerin tedavisidir. Şifâ ise Allah’tandır.”
Bunun üzerine sâlih insan, bir çığlık attı ve ağlayarak gitti. Gitmeden doktora şöyle demeyi de ihmal etmedi:
“–Sen ne güzel doktorsun, kalbimin ilâcını buldun.”
Bunun üzerine doktor da şu karşılıkta bulundu:
“–İşte bu, tövbe edip sevap işlemeye yönelenin kalbinin tedavisidir.”
Kalbi Allâh’ı anmaktan mahrum olan kimse ölü hükmündedir. Kalp ise yalnız zikrullah ile canlı ve mutmain olabilir. Nitekim yüce Rabbimiz bu konuda şöyle buyurur:
“Kalpler ancak Allâh’ı anmakla (O’nu zikretmekle) huzura erer.” (er-Ra‘d, 28)
Cenâb-ı Hak cümle ehl-i îmâna bu hakikati anlayabilmeyi nasip eyleye. Âmîn…