İslâm’ın Kalbî Tefsiri TASAVVUF

YAZAR : Sami BÜYÜKKAYNAK skaynak48@hotmail.com

sami_buyukkaynak_yuzakidergisi_aralık2015

İslâm tarihi boyunca üzerinde çokça konuşulan alanlardan birisi de tasavvuftur.

Tarih boyunca tasavvufun meşrûiyeti sürekli tartışılmış ama mevcudiyetine ve geçerliliğine hiçbir zaman mâni olunamamıştır. Onun Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında olup olmadığı da sürekli gündemi meşgul etmiştir. Şunun altını çizmek gerekir ki, tasavvuf müessese hâlindeki adı ile olmasa dahî; ihsan, zühd, takvâ, tebettül, riyâzat gibi pratiği olan şekliyle Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında ve sonrasında var olmuştur. Bunu inkâr etmek mümkün değildir.

Zira din; dünyevîleşme tehlikesine karşı, kulun Allah’la irtibatını koparmaması için kalbin inşasını mühimser. Bunun için kulun dünya ile ilişkisini dengeleyecek pratikler inşa eder. Bu inşanın ilk oluştuğu zaman ise, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dönemidir. Bu inşa o dönemde; ihsan, zühd, takvâ, tebettül, riyâzat gibi pratikler sayesinde olmuştur.

Daha sonra hadis, tefsir, fıkıh gibi bütün ilim dallarının okullaştığı, kurum hâline geldiği gibi; zühd, takvâ, ihsanı gündemlerinde tutanların hayat tarzı da kurum hâline gelmiş ve tasavvuf adı altında toplanmıştır.

Tabiî ki meşrep ve usûl farkı sebebiyle; tasavvufun da okulları oluşmuş, bunlara da tarîkat adı verilmiştir. Tarîkatlar kurum hâlleriyle insanları zühd, ihsan, takvâ şuuruyla asırlarca inşa etmişlerdir. Tabiî ki her müessesenin olduğu gibi tarîkatların da istismârı olmuş; aşırısı, uydurması, işi çığırından çıkaranı, Kur’ân ve Sünnet’in tasvip etmediği hâl, hareket ve tavır içinde insanları etkileyeni muhakkak olmuştur. Ama bu uç örnekler; insanları dîne yaklaştıran, müslümanları ise muhsin, sâlih, zâhid olma yönünde inşa eden tasavvufun sâfiyetine halel getirmemelidir.

Bugün için ise tasavvufun insanları İslâm’a kazandırma yönünde büyük katkıları vardır. İslâmafobi adı altında İslâm’ın sadece «seyf (kılıç)» dîni olduğunun tazyik edildiği modern dünyada, tasavvufî çevreler ve tasavvufî şahsiyetler; İslâm’ın; «önce kendi gönül dünyanı inşa et» düsturunu ön plânda tutarak insanı inşa ve ihyâ edecek okumaları, pratikleri ile insanları İslâm’la, İslâm’ın güler yüzüyle tanıştırmaya vesile olmuşlardır.

Meselâ;

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, İbn-i Arabî gibi mutasavvıflar, 8 asrı aşkın zamandır, İslâm’a uzak kalmış insanları İslâm’ın insanı mânevî olarak inşa ve ihyâ edecek yönünü işledikleri eserleriyle İslâm’la buluşturmuşlardır. Sadece aklı ve nakli ön plâna alanların tebliğ ve irşadlarından daha fazla bu âlimlerin eserleri insanları İslâm’la buluşturmuştur. Çünkü insanın gönül dünyasına hitap edecek seslenmeler, onları aşkın (ilâhî) sevgiye götürecek iksirler bu mutasavvıfların eserlerinde mevcuttur. Bu gerçekliğe dikkat çeken Hindistan’da doğmuş, Paris’te doktora eğitimi görmüş, ömrünün büyük kısmını Paris’te Avrupa’da geçirmiş, İslâm devletlerarası hukukunda dünyanın sayılı âlimlerinden olan Muhammed Hamîdullah şunları söylemiştir:

“…Gerçek şu ki, tasavvuf hakkında bilgim olmadığı hâlde, ben şahsen tasavvufa karşı hürmet duymaktayım. Bu konuda derin bilgim olmadığı için hata etmekten çekiniyorum. Bu sebeple size sadece niçin bu ilime hürmet duyduğumu izah edeceğim.

Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki, hıristiyanların İslâmiyet’i kabulü; onları İslâm’ı kabule sevk eden ne Ebû Hanife, ne de İmam Mâturîdî’dir. Fakat Muhyiddin Arabî’dir. Bu konuda benim de şahsî müşâhedelerim olmuştur. İslâmî bir konuda, benden izah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillere dayanan cevap, soranı tatmin etmiyordu; fakat tasavvufî izah meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim. Şimdi inanıyorum ki, Hulâgû’nun yakıp yıkan istîlâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan ne kılıç, ne de akıldır; fakat kalp ve tasavvuftur.

Bu müşâhededen sonra tasavvuf konusunda yazılmış bazı eserleri incelemeye başladım. Bu, benim gözlerimi açtı. Anladım ki; Hazret-i Peygamber zamanındaki tasavvuf ve büyük İslâm mutasavvıflarının yolu ne kelimeler üzerinde uğraşmak, ne de mânâsız şeylerle meşgul olmaktır; fakat insan ile Allah arasındaki en kısa yolda yürümektir, şahsiyetin (insanı diğer hayvanlardan ayıran mânâda karakter, ahlâk ve insanlık) geliştirilmesi yolunu aramaktır. İnsan kendisine yüklenen vazifelerin sebeplerini arıyor. Mânevî sahada maddî izahlar bizi pek uzağa götürmektedir; ancak mânevî izahlardır ki, insanı tatmin etmektedir.” (M. Aziz Lahbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, çev. İsmail Hakkı AKIN, Yağmur Yay., İstanbul, 1972, s. 114-116)

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre tasavvuf; insanı ihyâ etmek, onu hayra, iyiliğe yönlendirmek için iyi bir yoldur. Zira insana Allâh’ı hatırlatacak, onu müslümanca yaşamak noktasında yönlendirecek rehberlere ihtiyaç vardır. Tasavvufa karşı olan ve bunu hep konuşmalarında gündemde tutan kanaat önderleri bile aslında kendisini takip eden insanlar açısından bir rehberdir. Bunun için kendisi rehber kabul edilen birisinin, insanları iyi müslüman olmaya sevk eden, bunu da tasavvufî çerçevede yapan bir rehberi dindışı görmesi doğru değildir. O kendisini ne kadar Allâh’a sevk eden bir tebliğci olarak görüyorsa, tasavvuf önderini de aynı şekilde tebliğci olarak görmelidir. Bu noktada ötekileştirmeden tıpkı hicrî ilk asırlarda olduğu gibi insanlara en doğru şekilde Allâh’ı, Kur’ân’ı, Allâh’ın Rasûlü’nü anlatan insanları kucaklamak icap etmektedir.

Modernitenin insanları seküler cenderede erittiği, dînin ikinci plâna itilmeye başlandığı şu asırda; dîne çağıran örnek davetçilere, kāliyle birlikte hâliyle de temâyüz eden rehberlere ihtiyaç vardır. İnsanın gönlü bir gönle kayıp ona meylettiği zaman, o gönülde ne varsa ondan hisse alır, onun gittiği yoldan gitmek için çabalar. Bunun için tasavvuf; gönle girmeyi, gönülle inşa etmeyi esas almıştır. Bu önceliğiyle tıpkı tarihte ve günümüzde olduğu gibi biiznillâh kıyâmete kadar ihyâ ve inşa çalışmalarına devam edecektir. Önemli olan ise ötekileştirmeden bu çabayı mühimsemektir.