ÎMÂNIN GERÇEK TEMSİLCİLERİ

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

mustafa_asim_kucukasci_yuzakidergisi_aralık2015

Geçtiğimiz günlerde gazetelerde bir araştırmanın neticeleri neşredildi. Hulâsa: Yapılan birtakım testler neticesinde dindar olmayan ailelerin çocukları; dindar ailelerin çocuklarından daha paylaşımcı, daha cömert, daha fedâkâr çıkmıştı.1

Dîne tepkili bazı gazete ve internet sitelerinde, neredeyse sevinçle sunuluyordu:

Din bir işe yaramıyor!..2

Bu sosyal deney ne kadar âdil yapılmıştır, bilmiyoruz. Bilhassa sosyal çalışmalarda toplumun telâkkilerini (algılarını) tesir altında bırakmaya yönelik çok gayretler olduğu erbabının malûmu.3

İnançsız aileleri, şehirli, görgü sahibi, tahsilli ailelerden; dindarları ters misallerden seçerseniz sonuçları etkilersiniz.

Çalışmanın Türkiye ayağını; twitter adresinde paylaştıklarıyla seküler, sol hattâ devrimci bir dünya görüşüne sahip olduğunu saklamayan bir akademisyen yürütmüş. Çalışma yürütülürken ailelerin tepkisi sebebiyle yaşadıklarını yine adında sol ibaresi geçen bir gazeteyle paylaşmış.4

Çalışmanın güvenilirliği üzerinde durulabilir.

Fakat biz kendimizi biliyoruz.

Hüviyetinde İslâm yazsa da; cömert, fedâkâr, iyiliksever olmayan birçok müslüman var mı? Var…

İslâm nâmına kan döken baş belâsı bir örgüt var mı? Var!

Yani bu araştırmanın yapmak istediği kurnazlık bir tarafa;

Kimse kelime-i şahâdetin insanları ânında güzel ahlâka kavuşturduğunu iddia etmiyor.

Kimse îmânın insanı derhâl; cömert, fedâkâr, diğergâm hâle getirdiğini iddia etmiyor.

İdeali bu. Evet;

“Mü’minlerin îmanca en olgunları, ahlâkça en güzel olanlarıdır.” (Ebû Dâvûd, Sünen, 15)

Fakat, îman otomatik olarak güzel ahlâk kazandırmaz. Hattâ birçok âyet ve hadis, buna; yani tek başına îmânın yetersizliğine dikkatimizi çekecek bir üslûpta gelmiştir:

“Bedevîler, dedi ki:
«Îmân ettik.»
De ki:
«Siz îmân etmediniz; ancak ‘İslâm (müslüman veya teslim) olduk.’ deyin. Îman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.»” (el-Hucurât, 14)

Demek ki îman, kalplere sinmek için Allah ve Rasûlü’ne itaatle dolu bir süreç istiyor.

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece; «Îmân ettik!» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (el-Ankebût, 2)

Demek ki îman sınanıyor. Şahâdet getirivermekten ibaret değil.

“Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin, ki bu, îmânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78)

Demek ki îmânın zayıfı var, kuvvetlisi var. En ufak kalbî bir duyguyla bile hareket etmeyen îmân ise yok hükmünde!..

Öyle zayıf îmanlılar var ki:

Hazret-i Yûsuf’a zulmeden kardeşlerinin kâfir olduğuna dair bir işaret var mı? Yok.

Ehl-i kitabın îmân etmelerine rağmen; inkâr, cinayet ve zulümlerle dolu davranışlarına azar olarak;

“Eğer mü’minseniz size îmânınız ne kötü şeyler emrediyor!” (el-Bakara, 93) diye bir târiz de vardır.

Burada kalpteki inanç ile davranışlardaki tavrın ayrılabildiğini görüyoruz.

Îman, Kur’ân-ı Kerim’de umumiyetle sâlih amel ile birlikte zikredilir. Sâlih amel; sadece namaz, oruç değildir. Araştırmada dindar olarak tespit edilen aileler acaba sâlih amel diye sadece namaz, orucu gören bir çizgiden mi seçildi? Edebiyatımızda dahî, bu anlayış; zâhid, softa, sofu, âbid gibi mazmunlarla tenkit edilir. Dindarlık sadece mürettep ibâdetlerle değil, aynı zamanda ahlâk ve davranış güzelliğiyledir.

Sâlih amel; bütün davranışların olgun, düzgün, kulluk gayesine uygun olmasını ifade eder. Sâlih amelin bu kapsamı geniş ifadesi, Mehmed Âkif’e ait olduğu belirtilen mealde şöyle verilmiş:

“Îmân edenler ve işleri salâh olanlar…”

Îman otomatik olarak, işleri düzeltse idi; «îmân edip, sâlih amel işleyenler» buyurulmazdı. Otomatik olarak sağlamıyor, fakat hemen ardından işlerin düzelmesi gerekiyor.

Demek ki güzel ahlâk için ayrı bir eğitim, ayrı bir ihtimam gerekli… Değerler eğitimi verilmeli. Dindar aileler; çocuklarına iyilik yapmayı, tebessüm etmeyi, affetmeyi, paylaşmayı öğretmeli…

Öğrenmek, bir melekenin kazanılmasıdır. Cömertliğin iyi bir şey olduğunu bilmek, öğretimdir ama eğitim değil…

Îmanlı olma iddiası; güzel ahlâk sahibi olmayı garanti etmediği gibi, îmansızlık da otomatik olarak ahlâksızlık demek değildir.

Siyer-i Nebî’yi inceleyenler; Mekke döneminde, inanmadığı hâlde, zulümlere mâni olmak için çırpınan, babası tarafından gömülmek istenen kızları kurtaran, köle âzâd eden Abdullah bin Cüd‘ân, Hakîm bin Hizam, Mut‘im bin Adiyy gibi şahısların varlığına dikkat etmişlerdir. Bunların bir kısmına müteakip yıllarda îman nasip olmuştur. Fakat olmayanlar da vardır. Hep; «Allah ile kul arasına kimse girmesin!» diyorlar ya, işte Allâh’ın hakkını vermeyen, yani O’na inanmayanlarla O’nun arasına da biz giremiyoruz!..

Öyleyse îmân ile ahlâk arasında bir bağlantı yok mu?

İdeal mânâda var. Sahih, sağlam, düzgün bir îman, değil insana; bütün varlığa sevgiyi, saygıyı, güzel davranışı doğurmalı, geliştirmeli. Tefekkürde, lisanda, davranışta ibret, hikmet ve zarâfeti meydana getirmeli. Nitekim İslâm fazîletler medeniyetinin yetiştirdiği en mükemmel ahlâk örnekleri, en zarif insâniyet tabloları saymakla bitmez:

Mecûsî komşusundan helâllik isteyen Bestâmîler;

Sarhoş komşusunu nezârethânelerden kurtaran İmâm-ı Âzamlar;

«Dergâhımıza geleni, dînini sormadan doyurun!» diyen Harakānîler;

Yaratılmışı seven, düşmanına dahî duâ eden Yûnuslar…

Günümüzde de var. Görmeyi bilene…

Fakat bütün mü’minlerden bu kemâli beklemek için, hepsini kâmil mânâda irşâd etmek mecburiyeti var. Birkaç asırdır işte bundan çok uzağız. Her fırsatta dînî irşâda, dergâhlara, gönül insanlarına, Kur’ân eğitimine karşı çıkan kişiler tutup araştırma yapıyor, ahlâkımızı ölçüyorlar! Ne samimiyet ama!..

Abdülhakim Arvâsî Hazretleri’ne bir kişi;

“–Efendi Hazretleri, duâ edin de Allah, ümmet-i Muhammed’i kurtarsın!” deyince; mübârek şöyle demiş:

“–Siz bana ümmet-i Muhammed’i gösterin; ben de size onun hemen kurtulduğunu haber vereyim… Nerede o ümmet?..”

Ümmetçe yeniden ümmet olmak yegâne çare…

Çünkü îman, zayıflayan-kuvvetlenen bir şey…

Sonra maalesef îmânın nifak ile malûl olanı, yani hakikatte var olmayanı da var. Aslında yukarıda bahsettiğimiz araştırmada kendilerini inançsız olarak ifade edenler, nifaktan kurtulup; «Biz ateistiz.» diyebilenler… Maalesef diyemeyen bir haylisi de var.

En sonra insan, nefsine uyabilen bir varlık. Aşırı idealist bir şekilde, her mü’minden kemal beklemek doğru değil.

Fakat bütün yollar eğitime çıkıyor.

Terbiyeyi ise sadece kitaptan ve hitaptan beklemek boş.

Ne demek istediğimizi biraz açalım:

Diyanet hutbeleriyle, kamu spotlarıyla, hattâ mecbûrî eğitimdeki müfredatla, bir toplum; trafik, sağlık, kadına şiddet ve benzeri problemlerimizde ne kadar eğitilebiliyor?

Çok cüz‘î…

Çünkü kamu spotunun on katı, yüz katı süreyle kadını metâlaştıran yayın seyrediyor insanlar. Diyanet hutbesinin yüz katı, menfî telkin alıyor; sokaktan, gazeteden, internetten…

Mütrefler, yani toplumu azdıran şuursuz, azgın bir kesim var. Onların menfî propagandası içinde; diğer kitabî, hitâbî gayretler hiç hükmünde.

Asıl sebep ise şu:

İnsanı, insan eğitir. Hutbe değil; hatibin, imamın kendisi. Spottaki rol kesen tiyatrocu değil, hayattaki gerçek şahsiyetler.

Ne kadar kolay. Sen sabah-akşam; bencilliği, aşırı tüketimi, lüksü, modayı reklâm et. Sonra aynı toplumda yaşayan, aynı ekranlara bakan çocukları ben test ettim deyip sonuca var:

Dindarlar paylaşımcı değil.

Bugün şiddeti insanlara telkin eden canavar bir medeniyet yok mu? Işid’in yaptığının “sanal”ını bilgisayarları başında binlerce insan yapıp duruyor. “Sanal icraat”, hakikîsini en azından zihinlerde normalleştirmez mi? Ya filmler, diziler; ya romanlar, hikâyeler… Sokak kültüründeki müziklere, sosyal medyadaki küfürlere bir bakın.

Işidçiler’e bu yaptıklarını îmanları emrediyorsa, yazıklar olsun o îmâna!..

Fakat o kişiler, aynı zamanda bu toplumun ürettiği insanlar değil mi? Bu ekonomik, sosyal düzenin yetiştirdiği, ayarlarını yerinden oynattığı insanlar değil mi?

Bunlar Peygamber terbiyesinde yetişmedi. Nebevî metotlarla tahsil görmedi. Üzerlerine sarıp patlattıkları bombaları da müslüman ülkeler imâl edemiyorlar! Kullandıkları silâhlar gibi, onları kullanan fikriyat da yabancı.

İslâm’ın tarihinde de özünde de böyle bir şey yok!.. Sık sık temas ettiğim araştırmanın Türkiye ayağındaki psikolog akademisyen bile, twitlerinde; «sokağa inmek»ten bahsediyor. Yani devrimden. Hâlbuki, İslâm böyle bir sokak devrimiyle değil; gönüllerde meydana gelen bir inkılâb ile nizamını tesis etti, neslini yetiştirdi.

Şu soruyu sorabilirler. O hâlde İslâm’ın adına leke sürdüren bu cahiller niye bu kadar kullanılmaya müsaitler?

Bu mukadder soruya şöyle cevap verelim:

Mültecîlerden bahsediyoruz. Göçmen olmak nedir bilir misiniz? Türkiye’deki Suriyelilerin bir probleminden bahsedeyim:

Çocukları Arapçayı unutuyor. Buna çare arıyorlar. Çocuklarının ana dilini dahî koruyamamak gibi bir derdi olan insanlardan fazîlet sergilemelerini beklemek haksızlık değil midir?

Mültecî demişken; bahsettiğimiz testte çocuklara etiket vermişler de; «Paylaşır mısın?» demişler… Böylece «altruizm»i fedâkârlığı ölçmüşler. Araştırmacılar bu kadar yorulacaklarına; mültecîlere sahip çıkma altruizm / fedâkârlığını gösteren ülkelere ve yöneticilerinin dinlerine, dindarlıklarına baksalardı ya! Neyse!..

Bugün câhiliyye hortlamıştır.

Câhiliyyenin bir özelliği de çarpıtmadır!..

Câhiliyye devrinde şu samimî hıristiyan, bu düzgün hanif, gidişâtı durduramıyordu. Kendi iç dünyalarında, kendi ahlâkî doğrularını yaşayabilir, üç-beş kişiye imdat olabilirlerse ne âlâ… Akışı değiştiren Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oldu…

Vahiy merkezli din vesaire diyorlar. Vahiy O’nun kalbine indi. O’nun lisânından döküldü. O’nun fiillerinden tahsil edildi. Düzgün mü’minler nesli, yani ashab O’nun talebeleridir. Tarih boyunca düzgün mü’mini de; O’ndan, O’nun ashâbından silsilelerle gelen insan yetiştiricileri, Rabbânî âlimler, Hak dostları yetiştirdi. Kitaplar, hitaplar değil. Eğer kitap insanı düzeltse; okudukları kitap, ehl-i kitâbı düzeltirdi. İşte Işid’in elinde Kur’ân var; fakat gidişatlarında Allah Rasûlü’nün rahmeti, merhameti, şefkati, muhabbeti, müsamahası, sabrı, teennîsi yok. Kur’ân’da bu ahlâkî vasıflar var. Ama bir insan terbiyecisinin kontrolü, bir gönül rehberinin irşâdı olmazsa; onları görmek istemeyen görmez, te’vil eder, evirir, çevirir.

İnsanı insan düzeltecek. Mü’mini, kâmil insan ıslah edecek.

Âhirzamanda Peygamber Efendimiz tekrar gelmeyecek. İçinde olduğumuz câhiliyyeyi sona erdirme vazifesi, mü’minlere düşüyor. Sadece şahâdet getiren değil; üzerine kemal vasıflarını eklemiş, işlerini salâha erdirmiş, ahlâkını güzelleştirmiş mü’minlere…

Bugün batıda müslüman olmak biraz da bir çeşit protestodur. Kapitalizme, mânevî buhranlara karşı bir nevî isyan. Rakîbinin kulağını ısıran, tecavüzden muhakeme edilen siyahî bir boksörün; hapishanede müslüman olduğunu biliyoruz. Bu kişiden üstün İslâm ahlâkı bekleyebilir miyiz?

Bu kişiler çareyi doğru teşhis etseler de; tedavi alabilecekleri hekimlerden, tabiplerden maalesef mahrumlar… Onlara hakikî İslâm’ı yaşayarak, yaşatarak öğretecek müslümanlar nerede?

İşte kaht-ı ricâlin, adam kıtlığının en acı tezâhürü…

Tenâkuzsuz müslüman bulmak çok zor.

Fakat ümitsiz olmamalı.

Kavlî ve fiilî duâya devam etmeli:

Yâ Rab! Yine Taptukları gönder, göster;
İnsân olalım mürşid-i kâmillerle…

____________________________________

1http://www.cell.com/current-biology/abstract/S0960-9822(15)01167-7
2http://haber.sol.org.tr/bilim/dindar-aileler-tarafindan-buyutulen-cocuklar-daha-kaba-ve-daha-az-comert-oluyor-135246
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ezgi-basaran/ateistler-mi-daha-fedakr-dindarlar-mi-1469019/
Bilhassa bu köşe yazısı okunursa, bu tür araştırmaların maksadı anlaşılabilir: Dindarlığın tarih boyunca düşmanlık ve savaş ürettiği, inançsızlığın, sekülerliğin ve ateizmin ise ne kadar barışçı, zararsız ve insanî olduğu algısı… Bunlar acaba Stalin, Mao ve benzeri birçok dinsiz diktatörün dinsizlik adına yaptıkları katliâmlarını unuttuğumuzu mu düşünüyorlar? Uzağa gitmeye gerek yok: Ülkemizi kana bulayan PKK’nın da bâriz vasfı, dîni afyon gören, ateist Marksizm.
3 Meselâ, homoseksüelliğin bir hastalık olmaktan çıkarılmasında, aynı hastalıkla malûl akademisyenlerin ve medyaya hâkim kişilerin ilmî kisve altında yaptıkları çok etkili olmuştur. Prof. Dr. Mustafa MERTER, Nefs Psikolojisi, s. 536, 537.
4 http://bilimsol.org/bilimsol/psikoloji/psikoloji-bilimsel-calismalarda-hicbir-konu-tabu-olmamalidir
Nedense haberin medyada sunuluşunda, Türkiye ayağından hiç bahsedilmedi. Bunun da bir ABD üniversitesi demişse doğrudur, algısını oluşturmaya mâtuf olduğu açıktır.