İnsan Yetiştirmede Nebevî Metot: SICAK ALÂKA

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

hatice_kubra_ergin_yuzakidergisi_aralık2015

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- halîfeyken, sohbet esnasında yanındakilerle arasında şöyle bir konuşma geçer:

“–Allâh’ın dînine hizmet etmek için en çok neye sahip olmak isterdiniz? Eğer Allah katında makbul bir dilek hakkınız olsa Allah’tan ne isterdiniz?”

Cevaplar;

“–Şu oda dolusu altınım olsa da Allah yolunda infak edeyim isterdim.” gibi temennilerdir.

Hazret-i Ömer ise;

“–Ben bir oda dolusu; Ebû Ubeyde bin Cerrah, Muâz bin Cebel ve Huzeyfe bin Yemân gibi yetişmiş, samimî insan isterdim ki onları, Allah yolunda vazifelendirebileyim.” buyurmuştur.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- böyle söylediği zaman, Peygamber Efendimiz’in yetiştirdiği altın nesilden pek çok zât hayattaydı ve iş başındaydı. Ama Hazret-i Ömer onlardan birini, meselâ Hazret-i Abdullah İbn-i Mes‘ûd’u vazife yerine gönderirken, halka;

“Onu kendi yanımda tutmak isterdim ama, sizi kendi nefsime tercih ediyorum.” diyordu. Yani görev yerine gönderdiği zaman da kendisi istifade edememenin hasretini duyuyordu.

Bu nesil nasıl yetişti? Peygamber Efendimiz, sahâbesini yetiştirirken nelere dikkat etti? Mûcize neslin Peygamberimiz’le hâtıralarına baktığımız zaman, her zaman istifade edilebilecek püf noktaları görüyoruz.

Meselâ, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın eğitimi; kuru bilgi belletmekten ibaret değil, tatbikî bir eğitim. Mekke devrinde, Erkâm’ın evinden başlayıp; Medine’de, suffa ashâbıyla aynı çatı altında toplanarak, birlikte ibâdet ve duâ ederek, fiilî hizmetlerde işbirliği yaparak, modern tabirle bir «takım rûhu» meydana getirmesi.

Kur’ân-ı Kerîm’in bazı tabirleri o günün hayat tarzı içinde kolaylıkla anlaşılabilirken, bugüne aktarıldığında izaha ve misallere ihtiyaç duyuyor. Meselâ; mü’minler arasında olması emredilen «velâyet» bağı, o gün kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Bugün de velî kelimesini öğrenci velisi veya Allâh’ın velîleri olarak kullanıyoruz ama anlam daralmasına uğradığı için tam kavrayamıyoruz.

Velî; aralarında sıkı bağlar olan, yani tarafgirlik, takım arkadaşlığı ve kader ortaklığı gibi kuvvetli alâkalar ihtivâ eden bir dostluğu ifade ediyor. Meselâ; âzadlı bir köle, onu âzâd edenin mevlâsıdır ve velîsinin rakibi veya düşmanı olan bir kabîleye iltihak edemez. Efendisi muhtaç düşmüşse, malı varken vermemezlik edemez. Kadın velîsinin müsaadesi olmadan nikâhlanamaz; çünkü başına bir hâl gelse, yine velîsinin himayesine dönecektir.

Bugünün ferdiyetçi-eşitlikçi anlayışı bunları anlamamızı zorlaştırıyor. Aslında bu sıkı dayanışma bağlarının olduğu bir toplum yapısında, insanlar çok daha izzetli bir hayat yaşıyordu. Bugün özgürlük, başıboşluk nefse hoş geliyor; ama aslında, fertleri şirketlerin, bankaların ve benzer iktisâdî müesseselerin esiri hâline getiriyor.

Öte yandan bugün insan o derece sadâkat ve bağlılık duygusundan uzak ki, müesseseler de bu duyguyu geliştirmenin çarelerini arıyor. Çünkü yetiştirmek için zaman ve emek harcadığı adamı, fırsatçı rakiplerine kaptırabildiklerini görüyorlar. Bu maksatla iş gezileri, iş yemekleriyle ortak hâtıralar ve bir nevi aile duygusu inşa etmeye çalışıyorlar. Hâlbuki insanlarda temel bir aile duygusu da kalmamış. Menfaat neredeyse oraya dönüveriyor. Bu sebeple takım rûhu gibi duygular geliştirmeye çalışıyorlar.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendi ekibini yetiştirirken; Allâh’ın hidâyetiyle birbirine kardeşlik rûhuyla, sıkı bağlarla bağlı bir topluluk meydana getirmek için insan fıtratının teâmüllerinden faydalanmış.

Bunlardan birkaç örnek zikretmek gerekirse… Peygamber Efendimiz’in, ashâb-ı suffa ile bir aile gibi beraberce yemek yediğini görüyoruz. Rivâyetlere göre; Efendimiz’in dört kişinin taşıyabildiği bir kazanı vardır, temin edebildiği malzemelerle hanımlarına yemek yaptırıyor, sonra ashâbıyla birlikte sofraya oturuyor, çok kişiyle birlikte sığmak için dizini kaldırarak çömeliyordu.

Peygamber Efendimiz’in; ashâbının her hâliyle yakından ilgilendiğini, bir müddet göremese, sebebini sorduğunu, hasta ise ziyaretine gittiğini, hem de Medine’nin en uzak mahallesine kadar yürüdüğünü görüyoruz. Onlarla;

“Canın ne çekiyor?” diye ilgilenip, istedikleri yemeği yaptırıp gönderecek kadar yakın bir alâka gösteriyor.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bilhassa istîdatlı gençlerle yakından ilgileniyor. İlgisi sadece öğretmen olarak teftiş etmekten ibaret değil, aradaki duygu bağını kuvvetlendiriyor. Meselâ bazen onları sırdaş ediniyor. Meselâ Hazret-i Muâz’la yolculuk esnasında;

“–Yâ Muâz!” diyor.

“–Lebbeyk yâ Rasûlâllah ve sa‘deyk!” cevabını üç kere yinelettirecek şekilde tekrar tekrar;

“Yâ Muâz!” diyor. Aralarındaki muhabbeti, dikkat yoğunluğunu, zirveye çıkardıktan sonra Allah ile kulları arasındaki hakka dair bir sır veriyor. Ardından da;

“–İnsanlara söyleme, güvenirler…” diyerek ona bazı hususî bilgileri sır olarak verdiğini gösteriyor. Bu bilgi unutulur mu?

Üstelik bu bilginin veriliş ânını resmederken Hazret-i Muâz, Peygamber Efendimiz’in bineğinin terkisindedir ve;

«Benimle O’nun arasında semerin arka kaşından başka bir şey yoktu.» diye andığı bir fizikî yakınlıktadır.

Benzer şekilde Abdullah İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-’ın da;

“Bir gün bineğinin terkisindeyken…” diye rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfi var. Dikkat çekici olan o ki Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-; bu hadîs-i şerifte de kulun Rabbine karşı teslîmiyet ve tevekkülün nasıl olması gerektiğine dair bilgi veriyor ve şayet kul Rabbine karşı ihlâslı olursa, Rabbinin yardımının da onunla olacağına dair müjdeler veriyor. Sanki Efendimiz; böyle tasavvufî derinlikleri, yakın temas anlarında aktarıyor ki, kuru kelimelerden ibaret olmayan bu bilgiyi bu yakınlık ânında bir hâl transferi hâlinde de aktarabiliyor. Efendimiz’in bilhassa Hazret-i Ebûbekir ile hususî beraberlikleri olduğu, gece saatlerine kadar baş başa konuştukları, bunları bazen Hazret-i Ömer’in dahî anlamakta zorlandığı bildiriliyor.

Peygamberimiz bilhassa gençlerin yetişmesine büyük ehemmiyet vermiş ve onlara, yaşına nazaran oldukça büyük nasihatler vermiş. Meselâ Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün benim iki omuzumu tuttu ve;

“Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol.” buyurdu.

İki omzunu tutması; fizikî bir yakınlık olduğu gibi, dostâne bir ikaz için önceden muhatabı hazırlama durumunu da gösteriyor.

Sahâbenin âlimlerinden olan Abdullah İbn-i Ömer’in bu ikazı nasıl anladığı da önemli. Bu özlü ifade; «dünya değersiz, dünyayı boş ver.» gibi bir mânâ taşımıyor, aksine; «dünyadan sonra asıl yerleşeceğin yurdun için çok çalış.» mânâsına geliyor. Bu hadîs-i şerîfi rivâyet ettikten sonra şöyle izah ediyor:

“Akşama ulaştığında sabahı gözetme, sabaha kavuştuğunda da akşamı bekleme, (amellerini geciktirme, hemen yap. Hattâ,) sağlıklı anlarında hastalık zamanın için, hayatın boyunca da ölümün için tedbirli ol. (Yapamayacağın zamanları da düşünerek fazla fazla amel işle.)” (Buhârî, Rikāk, 3)

İşte Peygamberimiz insan yetiştirirken; işittiği sözün mânâ delâletini de doğru anlayan, dînin rûhunu kavramış insan yetiştiriyor. Bunun için de hicretle, mescidin yakınlarına yerleşip cemaate devamlı olmakla, daima Peygamberimiz’in terbiyesi altında olmalarını talep ediyor. Bu uğurda yoksulluğa sabretmeye teşvik ediyor. Meselâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sahâbelerini mescidin arka tarafında Allâh’ı zikrederlerken bulunca aralarına geçip oturuyor. Eliyle işaret edip;

“Şöyle (halka yapın!)” diyerek etrafına topluyor.

Cemaat halka olup yüzlerini O’na doğru çevirince onlara müjde veriyor:

“Ey yoksul muhâcirler, müjdeler olsun! Sizlere kıyâmet gününde tam bir nur müjdeliyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beş yüz sene eder.” (Ebû Dâvûd, İlim, 13/3666)

Peygamber Efendimiz; ehl-i beyti başta olmak üzere, yetiştirmek istediği kişilerin terbiyesiyle yakından ilgilenmeye gayret ediyor. Evlendiği zaman kızı Fâtıma’nın evini kendisine yakın bir odaya taşıtıyor, araya pencere açtırıyor. Gece namazına çağırıyor, dünyaya azıcık bile meyletmesini istemiyor.

Kızı, damadı ve torunlarını abasıyla sardığı ve hususî duâ ettiğine dair rivâyetin yanında; her gün ziyaret edip, sevip, alâka gösterdiği de naklediliyor.

Peygamberimiz hem torunlarına hem ashâbının çocuklarına tahnik yaparak, ağızlarına giren ilk lokmanın dahî feyz ve bereket vesilesi olmasına gayret gösteriyor. İstîdatlı çocukların göğsüne elini koyarak hususî duâ ediyor.

Peygamber Efendimiz’in bıraktığı ilmî miras, medreselerde dersler okutularak, kitaplar te’lif edilerek, tatbik edilip ortaya konularak aktarıldığı gibi; bu mirasın mânevî yönü de dergâhlarda aktarılmış. Aktarılırken, yakın alâka ile terbiye etmek ve his ve hâl transferi gibi nebevî usûllerden de istifade edilmiş. Bunları göz önüne aldığımız zaman, İslâmî eğitimin; aile içinde ve bir resmiyet soğukluğunun olmadığı gönül bağının olduğu eğitim müesseselerinde, insan fıtratını esas alan bir anlayışla, his ve hâl olarak da aktarılmak sûretiyle verilmesi gerektiğini görebiliyoruz.