Medeniyetin Kurucu Gücü YETİŞMİŞ İNSAN
YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
Teknolojinin zirvelerine tırmanan günümüz dünyasının âdeta bir mukaddesi olan sanayileşmede en rağbet gören husus; vasıflı, ilgili dallarda yetişmiş insandır. Öyle ki; sanayileşme yarışındaki bu ülkeler, bir taraftan mevcut ekonomik seviyelerine göre belirli işsizlik nisbetleriyle malûl iken, diğer taraftan vasıflı eleman ihtiyacı problemi ile de karşı karşıyadırlar. Zamanımızda «hiçbir şeyi yapamamanın maskesi» olmaktan ileri gidemeyen; «Her işi yaparım.» kuruntusunu izâle etmek ve insanları eğiterek gerekli dallarda yetiştirmek, vasıflı hâle getirmek; ilerleme yarışında bir gereklilik olarak görülüyor. Şahsa itibar kazandıran bu vasıf; cemiyetimizde, «altın bilezik takmak» sözüyle değerlendiriliyor.
Ancak insanın mahiyeti; cemiyetleri içten içe çürüten dünyevî nazarla görüldüğü üzere, sadece üretim yapan bir makinede yer alan bir dişliden mi ibarettir? Sömürgeci devletlerin sahip olduğu bu bakış tarzıyla; mazlumlar dünyası, kan ve ateşler içinde yanan bir enkaz yığınına döndü. Sonsuz güzellikler ve zenginliklerle emânet edilen dünyanın, bir çöplük ve vîrâne hâline gelmesi de, maalesef aynı mariz zihniyetin bir eseri. Ancak, çıkarılan bir yangın, sadece kundaklanan yerde kalmaz; «Zulümle âbâd olanların, âkıbeti berbâd olur.» hikmetince, dünyayı ateşe verenlerin de aynı âkıbete mâruz kalmaları mukadderdir.
Hâlbuki insan, sömürgeci zihniyetin siyasetine vasıta yaptığı dünyevî bakış tarzının aksine; yüce Yaratıcı’nın «yeryüzündeki halifeliği» gibi (el-Bakara, 30) fevkalâde ulvî bir vazifeye lâyık görülen ve varlıkların en şereflisi olması hasebiyle, kâinâtın kendisine âmâde kılındığı bir hikmetler dîvânıdır. Allah Teâlâ’nın bu lutfuna mazhar olan insandan beklenen de; «Ezel Bezmi»nde verdiği söze sâdık kalarak, kendisine tevdî buyurulan bu ilâhî vazifeyi müdrik olması ve onu en güzel şekilde îfâ ederek, iki cihan saâdetini hak etmesidir. Bu cümleden olarak, insan yetiştirmek; kâinâta rahmet nazarıyla bakan, kendisini halka hizmet ederek Hakk’ın rızâsına nâil olmaya adayan bir şahsiyet kıvamını kazandırmaktır.
İnsanı ulvî bir maksat çerçevesinde eğitmek, fazîletlerle yüklü bir rûhâniyet kazandırmak; ancak, işin ehli, dört başı mâmur kâmil şahsiyetlerle mümkün olur. Böyle vakıf insanlar, arı-duru kaynayan bir pınar gibi; her şeyden evvel, hâl in‘ikâsı ile hâle hâle feyz saçarak, gönülleri güzelliklerle doldururlar, mest ederler. «İlmiyle âmil olmak» da denilen bu kemâlât hâli; Allah Teâlâ’nın ihsanı olarak ve teselsülen devam eden kâmil şahsiyetlerin rahle-i tedrîsinden geçerek kazanılır. Nasıl ki, çeliğin vasfını, demire su vermekteki maharet tayin ediyorsa; yetiştirilme safahâtındaki incelik ve titizlik de, insanın rûhânî keyfiyetini belirler. İrşad ehlinin tasarrufuyla, ilmiyle yetişen; eserleri mesâbesindeki insanlar, onlardaki kemâlâtın parıltılarıdır. Şanlı medeniyetimizdeki «tasavvuf mektebi», bu vetîrenin usûlüne göre tanzim edilip, «üsve-i hasene (en güzel örnek)» olan zirveye bağlandığı bir müessesedir.
Herkes için, her bakımdan en güzel örnek olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; insan tâlim ve terbiyesinde de kâ‘bına varılamaz, en üstün rehberdir. «Muallim olarak gönderildiğini» ifade buyuran O Varlık Nûru; kısacık irşad müddetinde, câhiliyye devri yaşayan süflî bir cemiyeti, «asr-ı saâdet»e kanatlandırmıştı. Ulemâ; sadece bu inkılâbın bile, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliğine delil olarak yeteceğini belirtir. Rabbinin terbiyesiyle kemâle eren bu en üstün ilâhî kılavuzun izini süren ashâb-ı kiram hazerâtı ve onları takipçileri de; bu mübârek devrin rahmet esintilerini, dalga dalga sonraki devirlere ulaştırmışlardır. Tarih; yanlış kılavuzların peşine takılanların ise, nasıl hüsrandan hüsrâna sürüklendiklerinin şahididir.
İlmin vakarını koruma ve ihlâsı muhafaza hususu, Kur’ân-ı Kerim’de;
“…Benim âyetlerimi az bir menfaate değişmeyin…” (el-Bakara, 41) beyanıyla yer alır. Hadîs-i şerifte de;
“Din bilgilerini dünya menfaati için öğrenenlere, ilmini parayla değişenlere; kıyâmette ateşten gömlek giydirilir.” (Deylemî) buyurulur.
Bel‘am bin Baûra’nın hazin âkıbeti, ilmini dünya menfaati için satmanın ibretli bir neticesidir. Diğer taraftan, sultanın zulmüne âlet olmamak için, kadılık teklifini reddeden ve bu sebeple zindanda işkence ile can verme bedeline râzı olan İmâm-ı Âzam Hazretleri; yetiştirdiği âlimlerle beraber, ilim semâsının parlayan yıldızlarındandır.
«Faydasız ilimden Allâh’a sığınan» Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; iki dünya saâdetine vesile olan faydalı ilim mevzuunda, ümmetini teşvik sadedinde;
“Ya öğreten, ya öğrenen ya dinleyen, ya da ilmi seven ol. Sakın beşincisi olma; helâk olursun.” (Mecmau’z-zevâid, c. 1, s. 122);
“Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1);
“Âlimlerin meclisinde bulunan, benim meclisimde bulunmuş olur. Benim meclisimde bulunan ise, sanki Rabbinin meclisinde bulunmuş olur.” (Taberânî)… buyurur.
Nitekim asırları aydınlatan şanlı medeniyetimiz, bu temeller üzerinde yükselmiştir.
İ‘lâ-yı kelimetullah dâvâsını güden bütün İslâm devletlerinde; en yüce rehberin izini takip eden ulemâ en imtiyazlı mevkide tutulmuş, idarecilerin baş tâcı olmuştur. Bu altın zincirin son halkası olan Osmanlı’da; Ertuğrul Gazi Osman Gazi’ye;
“Oğlum beni üz, aman Şeyh Edebâlî’yi üzme, O’nu kırma!” diyerek, bu istişâre makamının önemini vurgulamıştı. Medeniyetimizin son cihan devletinin mayası; Şeyh Edebâlî’nin, terbiyesinde yetişen Osman Gazi’ye;
“Ey oğul! Beyim! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana…” diye başlayan altın öğütleriyle çalınmıştı. Takip ettiği «nizâm-ı âlem dâvâsı»yla, hâlâ mazlumlar dünyasının hasretle yâd ettiği Osmanlı’yı, Osmanlı yapan âmillerin başında; padişahların, şehzadeliklerinden itibaren, ehil mürşidlerin elinde, fevkalâde kuvvetli bir tâlim ve terbiye ile yetişmeleri ve onların murakabesinden çıkmamaları gelir.
Nitekim;
Fatih Sultan Mehmed Han’ın, «kendisini en mesut eden hususun, Akşemseddin Hazretleri ile beraberliğinin olduğunu» söylemesi;
Yavuz Sultan Selim Han’ın, hocası Kemal Paşazâde’nin atının ayağından çamur sıçrayan kaftanının kabrinin üzerine örtülmesini vasiyet etmesi;
Kanunî Sultan Süleyman Han’ın, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’yi; «hâldaşım, yoldaşım, kardeşim, sırdaşım» diye tanıtması;
Haçova Meydan Muharebesi’nde zafere vesile olan, ordunun bir anda bozulmasıyla geri dönmek isteyen Sultan III. Mehmed Han’ın, atının dizginlerini tutarak durduran Hoca Sâdeddin Efendi’ye itaati;
Şeyhülislâm Zembilli Ali Cemâlî Efendi’nin, fevkalâde celâlli bir şahsiyet olan Yavuz Sultan Selim Han’ın; «İstanbul’da âsâyişi bozan dört yüz kadar hıristiyanın, müslüman olmadıkları takdirde idam edilmeleri» hakkındaki kararını; «Sultanım! Ben sizin âhiretinizi korumakla mükellefim. Bu kararı kaldırmazsanız, azliniz için fetvâ veririm.» diyerek geri aldırma cesaretini göstermesi… ulemânın devlet idaresindeki yeri ve muhatap olduğu tâzimle ilgili sayısız misallerden birkaçıdır.
Bugün zalim, sömürgeci güçlerin doymak bilmeyen ihtirasları sebebiyle yangın yerine dönen dünya; ancak âdil bir nizamla kavuşabileceği huzura muhtaç. Mâzîde olduğu gibi, bu rahmet meltemlerini de sadece; dünyevî zihniyeti değil, ilâhî değerler manzûmesini esas alan bir medeniyet estirebilir. Bahis mevzuu mukaddes dâvânın vârisleri için bu hamleyi gerçekleştirebilmek de; ancak, yeteri kadar yetişmiş insanla mümkün olacaktır.