Bütün Mahlûkatın Anladığı Dil: SEVGİ ve ŞEFKAT

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

ahmet_ziylan_yuzakidergisi_aralık2015

Gaziantep’te bir bahar sabahıydı… Sabah namazını kıldım camiden eve geliyordum. Cami ile evin arasında bulunan parkın içinden geçerken, bir kedi yavrusu peşime takıldı. Yağmur yemiş, titriyor. Bir önüme geçiyor, bir yanımdan dolaşıyor, dikkatimi çekmeye uğraşıyor. Yolun karşısına geçtim, o da benimle geçti. Evin kapısına geldim. Anahtarla kapıyı açıyorum. Kapıyla benim aramda iki ayağının üzerine kalkmış, patilerini yukarı doğru uzatmış, gözlerimin içine bakarak âdeta lisân-ı hâl ile; “Beni al, bana yardım et!” diyordu. Yağmurdan ıslandığı için pek sevimli gözükmediği gibi, hayli de kirliydi. Fakat onun bu hâli beni duygulandırdı. Elimi uzattım, hemen elime geldi. Kucağıma aldım, eve çıkardım, mutfağa bir gazete serdim, dolaptan peynir koydum önüne. Zavallı belli ki iyice acıkmış, hemen yemeye koyuldu. Sıcakta da kendine geldi.

Ben de geçtim yan odaya, tesbihatımla meşgul olmaya koyuldum. Fazla zaman geçmemişti ki, yavru kedi de yanıma geldi. Kucağıma oturdu. Dikkat ettim benim oturduğum gibi oturdu. Benimle meşgul değildi. Başını benim gibi kıbleye çevirdi. «Mırr, mırr, mırr…» sanki benimle birlikte zikretti. Âdeta nimete şükretti. Öyle ki, benim tesbih bitti, onun mırlaması da bitti. Bu hâdise beni çok duygulandırmıştır.

Cenâb-ı Hak; “Bütün mahlûkatın zikri var, tesbihatı var; fakat siz onları anlayamaz, çözemezsiniz.” (Bkz. el-İsrâ, 44) buyuruyor.

Mahlûkatın yaratılışında, bizim hizmetimize verilişinde çok sırlar var. Onlar bize birer ibret aynası. Sevimli olanları ayrı ibret, yılan, akrep gibi korkunç olanları ayrı ibret… Her biri huylarıyla, duygularıyla bizlere ders veriyor.

Meselâ bakıyoruz Cenâb-ı Allah; zehirli hayvanları genellikle sürüngen yaratmış, yerde sürünürler. Bunu insanlarda da görüyoruz. Zehirli olanları bu dünyada iken Cenâb-ı Hak süründürüyor. Faydalı olanları ise insanlar el üstünde tutuyor.

Hayvan deyip geçmemeli. Dilleri yoktur fakat çok şey söylerler. Süleyman -aleyhisselâm- gibi olup, tefekkürle temâşâ edebilene çok şey anlatırlar.

Askerdim. 1957 senesinde Çanakkale Ezine’deydim. Bahar mevsimiydi. O zamanlar birliğimizde atlar vardı. Sabahın karanlığında bölüğün 109 atını sulamaya götürüyorduk. Götürenlerin çoğu acemî askerdi. Atlar bir şeyden ürktü. Bir panik içinde atların tamamına yakını kaçtılar. Ben tavla çavuşu idim. Atların mes’ûliyeti bende idi. Kalan atlardan birine bindim peşlerine düştüm. Baktım ki atlardan biri yolun kenarında yere devrilmiş. Yanına gittim, yuları nalına geçmiş, onu çıkaramadığı için yere kapaklanmış, kalkamıyor. Yuları nalından çıkardım, boynuna doladım, kurtuldu, ayağa kalktı. Fakat benden ayrılmadı. Nereye gittiysem benimle beraber gitti, nereye geldiysem benimle beraber geldi, hattâ kışlaya döndüm, o hâlâ beni takip ediyor, peşimden geliyordu.

Vefâ, teşekkür, merhamet ve muhabbet onlarda da var.

Atların insanlarla nasıl yakın bir ünsiyet kurduğuna dair askerlikten çok hâtıram vardır.

Bir gün bölük kumandanımız erâtı topladı bir şeyler söyleyecek, seyisi de arkasında atını tutuyor, kısa bir konuşma yapıp gidecek. Konuşmaya başladı.

Atı kendisine hafifçe sokuldu, boynunu uzattı, burnunu komutanın koluna sürmek istedi. Âdeta; “Beni sev!” diyor. Sevgisini gösteriyor.

Kumandan ise konuşmasını bölmedi devam etti, bir de elbisesi leke olmasın diye elinin tersiyle atın başını sert bir şekilde iterek uzaklaştırdı.

Konuşma bitti. Kumandan döndü atına binecek, fakat ne mümkün!.. Atı müthiş hırçınlaşmış vaziyette. Dört ayağı üzerine sıçrıyor, kat’iyen üzerine bindirmiyor. Kumandan şaşırdı.

Çavuşu çağırdı; «Bin şu ata…»

At, çavuşa bir şey demedi. Onu kabul etti.

“Şöyle bir dolaş gel!” dedi. Dolaştı geldi. Fakat hayvanın kumandana tavrı değişmedi. Sıçrıyor, zıplıyor, müsaade etmiyor.

Başka bir çavuşu çağırdı, “Bin!” dedi. O da sakince bindi, dolaştı geldi. Kumandan tekrar hayvanın yularını tuttu, ayağını üzengiye attığı gibi hayvan sıçramaya başladı. Dört ayağı üzerine sıçrıyor.

“Acaba benim şapkamdan mı ürküyor?” dedi, şapkasını çıkarıp emir erine verdi. Binmeye çalıştı, nafile, at yine aynı hareketleri yaptı.

Bütün bunlar bizim gözümüzün önünde oldu.

Sonunda kumandan meseleyi anladı.

“Hani ben seveyim diye başını uzattı da ben onu azarladım, sert davranıp ittim ya, hayvan da bana küsmüş.”

Hemen cebinden para çıkardı, bir ere verdi:

“Oğlum git, hemen kantinden şeker al, gel!” dedi.

Şeker geldi. Avucunun içine şekeri koydu. Atın ağzına tuttu, bir yandan da tatlı tatlı sözlerle yüzünü okşadı:

“Sen benim canımsın, ben sana hiç öyle şey yapar mıyım? Özür dilerim. Özür dilerim.”

Hayvan da yumuşadı, şekeri yedi. Hırçınlığı bitti. Komutan da ancak bundan sonra atına binebildi.

Mahlûkat deyip geçme… Onun da gönlü var. Darılması var, muhabbeti var… Her şeye sevgiyle, şefkatle, yumuşaklıkla yaklaşmalı.

Sadece hayvanlar mı? Peygamberimiz bir ağacın bile sertçe silkelenmesine râzı olmadı. Hırçınlık, sertlik hayır getirmez.

Anlattıklarına göre; Kur’ân kurslarında tecrübe etmişler: Bir çiçeğe güzel sözler söylüyorlar, iltifatlar yapıştırıyorlar, Kur’ân dinletiyorlar, güzelce açıyor, canlanıyor.

Aynı şartlardaki bir başka çiçeğe sert söylüyorlar, haşin sözlerin yazılı olduğu etiketler yapıştırıyorlar; o çiçek ise soluyor.

Elinin tersiyle itince at bile küsüyor. İnsana böyle değersizce davranırsan gönülde nasıl yaralar açılır, bir düşünmeli. Bu sebeple büyüklerimiz;

“İncinsen de incitme!” demişlerdir.

Bazen çok kabiliyetli insanlar, etraflarına sert davrandıkları için projelerinde yalnız kalıyorlar.

Bazen çok ilim sahibi insanlar, katılıkları sebebiyle okutacak talebe bulamıyorlar.

Bazen çok iyi ustalar, müşterilerine soğuk ve boğuk davrandıkları için piyasada tutunamıyorlar.

İş hayatından bir hâtırayı da paylaşalım:

Gaziantep’te 1964 senesinde küçük bir ayakkabı mağazası açmıştık. Şahabettin NABİOĞLU emek, ben sermaye koyarak ortak olmuştuk. İşlerimiz de iyi gidiyordu. Ben günde bir iki sefer uğrar, hâl-hatır sorar malûmat alırdım.

Bir gün yine uğradığımda ortak çok stresliydi:

“–İyi ki geldin. Beni biraz teselli et.” diyor, «Ah, of!» çekiyordu.

“–Hayrola? Ne var ki?” deyince;

“–Ne olsun! Saat 3 oldu, daha bir çift ayakkabı satamadım. Bugün müşterilerin hep hayırsız olanı geliyor.” dedi.

“–Sen şuraya bir otur, bize de iki kahve söyle, karşılıklı içelim.” dedim.

Oturduk. O anda bir erkek müşteri geldi. Ayakkabılara bakıyordu. Ortak, müşteriye seslendi:

“–Ayakkabı mı alacaksın?”

Adam;

“–Evet.” dedi.

Ortak;

“–Hiç ayakkabı alıcısına benzemiyorsun! Ellerin arkanda bağlı, gönül gezdiriyorsun!” diye âdeta müşteriyi azarladı.

Bunun üzerine adam da;

“–Senden başka ayakkabıcı mı yok!” dedi, çekti gitti.

Ben başladım söze:

“–Bak müşteriyi kaçırdın. Kabahat onda mı, yoksa sende mi? Ne var ki bu kadar stres yapıyorsun?

Şöyle bir geçmişe bakalım:

Sen bir dükkânda ben de sana yakın bir yerde kalfalık yapıyorduk. Akşam eve de beraber gidiyorduk. Bir akşam bana;

«–Bugün çok sıkıntım var. Sabah evden çıkarken hanım; ‘Akşam eve gelirken ekmek al, evde yiyecek bir şey yok.’ dedi. Şimdi eve dönüyoruz. Ekmek alacak para yok. Tanıdık bakkal da yok.» demiştin. Ben de;

«–Cebimdeki beş liranın yarısını sana veririm, ihtiyacını görürsün.» demiştim de ne kadar sevinmiştin.

Bak o günlerden bu günlere geldik. Şimdi evde ekmek var, her şey var. Paran da var. Bu stres niye? Şükret, rahat ol!”

Bunları dinleyince bir düşündü;

“–Bana nereleri hatırlattı…” dedi. Kendine geldi. O anda Mevlâ’m da bir müşteri gönderdi. Ortak, müşteriye güzel davrandı. Tatlı güzel sözlerle satış yaptı.

Söyle bakalım suç kimdeymiş?

Atalarımız ne güzel söylemiş:

“Güzel söz, yılanı deliğinden çıkarır.”

Bakın âyet-i kerîmede ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:

“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir.

Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi.

Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et! Bir kere de azmettin mi, yalnız Allâh’a tevekkül et! Allah muhakkak ki Kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159)

Tıpkı bizim kumandanın atı gibi, insanlar da muhabbet ve şefkat bekliyorlar. İlgi ve alâka bekliyorlar. Peygamber, yani Allah elçisi de olsan, gönül alıcı olmak zorundasın. Gönülleri okşamayı bilmelisin.

Herkesin çok duyduğu bildiği güzel bir örnek:

Peygamberimiz, bir hurma kütüğüne dayanarak hutbe veriyordu. Sonra yetmediği için bir minber yaptırdılar. Hurma kütüğü Peygamberimiz’den ayrı kaldığı için ağladı, inledi. Sahâbe kulaklarıyla işitti. Peygamberimiz yanına vardı, mübârek elleriyle meshetti, sakinleştirdi.

Merhamet, merhamet, merhamet…

Peygamberimiz hep muhabbeti, merhameti, yumuşaklığı telkin etti. Hazret-i Aişe Vâlidemiz; hırçın bir deveye binmişti. Hayvanı sakinleştirmek için onu sert bir şekilde ileri geri götürmeye başladı. Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Hayvana yumuşak davran! Çünkü yumuşaklık nerede bulunursa orayı güzelleştirir. Yumuşaklığın bulunmadığı her davranış çirkindir.” buyurdu (Müslim, Birr, 78-79)

Bütün güzel ahlâk esaslarının özü şu hadiste toplanmıştır diyorlar:

“Kendin için istediğini başkası için de iste!” (Tirmizî, Zühd, 2/2305)

“Kendin için istemediğini başkasına da yapma!..” (Ahmed, ez-Zühd, s. 59)

Biz sevgi dolu davranışlar istemez miyiz? Rabbimiz bize şefkat göstersin, rahmetiyle muamele etsin istemez miyiz?

O hâlde biz de merhamet edeceğiz.

Sadece evlâtlarımıza değil. Başkalarının evlâtlarına da…

Sadece insanlara değil, bütün mahlûkata…

Çünkü Allah, o canların, o canlıların da Rabbi…

Yûnus Emre Hazretleri’nin dediği gibi; “Yaradılanı Yaratan’dan ötürü sevmek” gerek. Yaradılana, Yaratan’dan ötürü merhamet etmek gerek.

Etmezsek, Allah da bize merhamet etmez. Nitekim Peygamberimiz misal veriyor:

Bir kediyi merhametsizce aç bırakan ve ölümüne sebep olan âbid bir kadın, ilâhî rahmetten kovuluyor ve cehennemlik oluyor.

Diğer taraftan;

Susuz kalmış bir köpeğe, kuyudan ayakkabısıyla su çekip içiren günahkâr bir insan affediliyor. Bütün günahları bağışlanıyor.

Bu iki misal, dînimizin güzel ahlâk ve güzel muâmelâta ne kadar önem verdiğinin işareti. İbâdet ehli olup da kaba-saba, acımasız, merhametsiz, duygusuz olmak asla kabul görmüyor.

Zaten dînin hulâsası şu iki madde imiş:

Allâh’ın emrini tâzim…

Mahlûkata şefkat…

İkisinden biri eksik kalmayacak.

Ashâb-ı kehfin köpeği, Ebû Hureyre’nin kedisi, Hazret-i Süleyman’ın kuşları…

Büyük Hak dostlarını hep mahlûkata da büyük şefkat ve merhamet ehli olarak görüyoruz.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri yıllarca yaralı hayvanlara bakmış.

Sâmi Efendi Hazretleri bir sakat köpeği tedavi ettirmiş, bunun üzerine o hayvancağız Hazret’in ardından gitmiş gelmiş. Âdeta hizmet ederek teşekkür etmeye çalışmış.

Merhum Musa Efendi Hazretleri’nin de mahlûkata büyük şefkat ve muhabbeti vardı. Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Azerbaycanlı şair Memmed ASLAN bunu şu mısralarıyla dile getirmişti:

Köşkünün üstünde beyaz martılar
Nurlu çehresinden hep şımardılar,
Kedisi, köpeği hür yaşardılar…
Bir Sultan yaşardı Sultantepe’de…

Bazı camilerin duvarlarına kuş evleri yapmış ecdâdımız… İşte iki sırrı; ibâdethâne ile şefkat yurdunu ne güzel birleştirmişler.

Günümüzde müslümanlar hayvanseverlikte, hayvanlara yönelik güzel davranışlarda da başı çekmeliler. Geri kalmamalılar. Rabbimiz ve Peygamberimiz bundan hoşnut olur çünkü…

Yâ Rabbî sev, sevdir, sevindir!..

Hazret-i Dâvud’un duâsı gibi duâ edelim:

“Allâh’ım! Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i sevenleri sevmeyi ve Sen’in sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dilerim.” (Tirmizî, Daavât, 73; Tefsîru’l-Kur’ân, 39)