Vakûr Bir Osmanlı Âlimi KINALIZÂDE ALİ EFENDİ

YAZAR : Mücahid BULUT mucahidbulut@yandex.com

mucahit_bulut_yuzakidergisi_kasım2015

Asırlar önce bir bahar günü… Isparta’da medrese talebeleri mesire yerine gitmişlerdir. Gençlerden birinin elinde Câmî’nin Bahâristân’ı vardır. Nâdir bir nüsha!.. Kitap elden ele şöyle bir dolaşır. Sayfalara, tezhiblere hayran hayran bakılır. Sonra kitabın sahibi genç, elindeki kitaptan hikâyeleri;

“Siz bunu hiç işittiniz mi, siz bunu daha evvel hiç duydunuz mu?” diyerek ballandıra ballandıra, biraz da hava atarak anlatmaya başlar.

Arkadaşlarından biri, onun caka satma hevesini kursağında bırakır. Çünkü ne sorsa, bilmekte, devamını getirmektedir. Nasıl olur?!.

Sonunda sır çözülür. İstikbâlin büyük bir âlimi olacak bu genç, elden ele dolaştığı esnada kitabı şöyle bir gözden geçirmekle neredeyse ezberlemiştir.

Bu genç, Kınalızâde Ali’dir.

Âlim, devlet adamı ve şair Kınalızâde Ali Efendi, Isparta’da doğmuştur. Babası Mîrî Emrullah Efendi, dedesi ise Abdülkādir-i Hamîdî’dir. Babası Mîrî Efendi, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde kadılık yapmış olup aynı zamanda kendisine ait bir dîvânı da olan bir şairdir. Dedesi ise bir ara Fatih Sultan Mehmed’e de hocalık yapmış olan bir âlimdir. Abdülkādir Efendi âdeti üzere, sakalına kına yaktığı için o ve onun neslinden gelenler Kınalızâde lâkabıyla anılmışlardır.

Kınalızâde; ailesinin konumu sayesinde iyi bir eğitim görmüş, devrinin ileri gelen âlimlerinden dersler almıştır. Isparta’da başladığı tahsilini tamamlamak üzere İstanbul’a gitmiştir. Müderrislik tayini hocası Çivizâde ile Rumeli Kazaskeri Ebussuud Efendi’nin araları açık olduğu için gecikir. Bunun üzerine Kınalızâde; kaleme aldığı eserleri yanına alarak Ebussuud Efendi’nin huzûruna çıkar ve;

“–Bizim bu kitaplardan gayrıya istinad ve intisâbımız yoktur. İlimle bu derece iştigal edenlere hakkını vermeyecekseniz, bari bu kapıyı kapatıp başka kapıya müracaat edelim.” der.

Kınalızâde’nin bu kendinden emin tavırları ve sözleri Ebussuud Efendi’nin hoşuna gider ve;

“–İşte insan olan, böyle fi‘len isbât-ı ehliyet sûretiyle hakkını istihsâl eder. Nâil-i emel olmak içün şunun bunun delâletine müracaat etmek insanlık değildir.” diyerek onu Edirne’deki Hüsâmiye Medresesi’ne müderris olarak tayin eder.

Kınalızâde Ali Efendi, çeşitli medreselerde vazife yaptıktan sonra sırasıyla; Şam, Kahire, Bursa, Edirne ve İstanbul kadılığı yapmış 1571 senesinde Anadolu Kazaskerliğine tayin edilmiş ve vefatına kadar bu görevi îfâ etmiştir.

Kınalızâde; ilmi, zekâsı ve ahlâkıyla dönemindeki diğer âlimleri kendine hayran bırakmıştır. Nitekim Âşık Çelebi’nin ifadesine göre; Kınalızâde takrîr-i usûlde Pezdevî’den daha mükemmeldir. Aruz söylediğinde Sîbeveyh olur, Arapçada Zemahşerî onun dengidir.

Kınalızâde Ali Efendi; bu methiyeleri hak edecek birçok Türkçe, Arapça ve Farsça eser yazmış olmakla beraber, beş asırdır süregelen nâmını Ahlâk-ı Alâî adlı eserine borçludur.

Ahlâk ilmi üzerine daha önce de kitaplar yazılmıştır. Bu tür kitapların en ünlüleri Nasîrüddîn-i Tûsî’nin «Ahlâk-ı Nâsırî»si, Celâleddîn Devvânî’nin «Ahlâk-ı Celâlî»si ve Hüseyin Vâiz’in «Ahlâk-ı Muhsinî»sidir. Kınalızâde bu üç eseri de incelemiş; dili Farsça olan bu eserlerin yanında, Türkçe ve ilmî bakımdan daha kuvvetli bir eser yazma arzusu hissederek sistematik bir ahlâk kitabı ortaya çıkarmıştır.

Kınalızâde, «Ahlâk-ı Alâî»nin sebeb-i te’lif bölümüne; ilm-i ahlâk, tedbîr-i menzil (aile ahlâkı) ve siyâset-i medeniyyeden (devlet ahlâkı) ibaret olan amelî hikmetin insanları mutluluğa ulaştıran çok önemli bir ilim olduğunu ifade ederek sözlerine başlar. Bu ilimlerin nüktelerine ve inceliklerine vâkıf olmayan hiçbir kimsenin hakikî kemalât mertebelerine yükselemeyeceğini anlatır ve huzur ve mutluluğu arayan insanlara;

“Gayret et ki; insanın kendine mahsus kemâlini tahsil edip, kendisi için takdir edilmiş saâdetini tamamlayasın. Rûhun cevheri ile ilim kuvveti cihetinden, fazîletler ile süslenmiş amel kuvveti cihetinden, çirkin şeylerden uzakta kalasın. «Rûhuna yönel ve onun fazîletlerini tamamlamaya çalış! Zira sen cisminle değil, rûhunla insansın.»” tavsiyesinde bulunur.

Kınalızâde; yazdıklarının başkalarıyla beraber kendisine de fayda sağlamasını, itidale döndürmesini ve günahlardan kurtarmasını niyâz ederek, tevâzu ile başladığı eserinde önce; «İllâ edep!» der:

“Edep ve hayâdan mahrum olan insan her türlü iğrenç işlere girişir… Yaptığı çirkin işlerden üzüntü duymayan insanı ahlâk ve fazîlet yollarına sevk etmek zordur. Cemiyetlerin tekâmülü, milletlerin terâkkîsi, utanmak hissinin canlı bir şekilde aralarında yaygın olmasıyla yakından alâkalıdır.”

Vefat etmese kazaskerlikten, şeyhülislâmlığa tayin edileceğinden kimsenin şüphesi olmadığı Kınalızâde; dînî ilimlerdeki maharetlerini eserine çok iyi aksettirmiştir. Sabır mevzuuna da dönemindeki diğer âlimlerden daha farklı yaklaşmış;

“Ezilmeye, haksızlıklara, cehâlete tahammül göstermek gerçek sabır değildir. Gerçek sabır; haksızlıkları yenmek için mücadele yolunda, düşmana galip gelmek için teçhizâtı hazırlama yolunda, cehâleti yenmek için ilim yolunda, ahlâksızlığı yenmek için edep ve güzel ahlâk yolunda karşımıza çıkan güçlüklere tahammül etmektir. Yoksa ilim yolunda hiçbir fedâkârlık göstermeden; cehâletin eserlerine, düşmana galip gelmek için hazırlanma yolunda hiçbir gayret göstermeden; mağlûbiyetin doğuracağı fecî âkıbete râzı olmak hakikî sabır olamaz.” demiştir.

Tevâzu mevzuunu da itinalı bir şekilde işlemiştir:

“İnsanın kendisinde her ne fazîlet, her ne türlü üstünlük varsa Hakk’ın vergisidir. Tevâzu, Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğünü ve kendisinin küçüklüğünü idraki neticesinde kulda doğar. Vicdanı ve fikri güzelleştiren en önemli fazîletlerdendir. Bizim en büyük örneğimiz ve rehberimiz olan Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu konuda da bize nümûne-i imtisaldir.”

“Her fazîlette olduğu gibi, bunun da itidaline riâyet edip ifrat ve tefrîtinden, bir de istismarından kaçınmak lâzımdır.

 İfrâtı «tekebbür»dür (büyüklenmektir).

 Tefrîti de «tezellül-i nefs»tir. Yani her şeyi kabule, her ciheti -tefrik etmeksizin- dinlemeye yeltenerek, vakarını zedelemektir.

Bir faydayı celp ve bir zararı def için tevâzu tabirini âlet etmek istismardır ve hakikî fazîlet sayılmaz.”

Kınalızâde, eserinde en şiddetli uyarılarını ise kibir ve gurur bahislerinde yapar:

“…Kibir daha çok cehâlet sebebiyle gelir. Böyle bir çukura düşmekten Allâh’a sığınırız. Büyüklük Allâh’a mahsustur. O’nun hakkıdır. Bu sahada Hak Teâlâ ile çekişmek ve büyüklükte O’nunla ortaklık iddia etmek büyük dalâlettir. Bu; hâl hasletlerin en çirkini, rezîletlerin en âdîsidir. Sahibi de yakın zamanda Hakk’ın gazap ve intikamına sahne olur, mutlak kahredici olan Hâlık’ın şiddetle yakalamasına dûçâr olur. Hakkı olmadığı hâlde, emâneten sahip göründüğü şeref ve izzeti; hakikî zillete çevrilir. Hak Teâlâ gizler ya da âhiret yurduna tehir edebilir. Yalnız kibir ve gurur sahibinin dünyada iken âcil olarak, ceza görmesi muhakkaktır ve ibret alıcı gözlere ibret olması mukadderdir.”

Kınalızâde, Anadolu Kazaskeri görevindeyken o sırada Padişah olan II. Selim’le beraber Edirne’ye gitmiştir. Burada daha önce yakalanmış olduğu nikris hastalığı, kış sebebiyle şiddetlenince 63 yaşındayken vefat etmiştir.

Kınalızâde’nin ölüm zamanı olan Hicrî 979 senesi için şu beyitlerle tarih düşürülmüştür:

Kāzasker-i İslâm-ı güzîn,
Ol Alî-nâm-ı reîsü’l-fudalâ.
Dediler nakledicek târîhin:
İrtihâl eyledi kutb-ı ulemâ! (979)