YÜREK YANGINI…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

e_notlari_yuzakidergisi-ekim2015

Özünde ve sözünde ta içlerden kopup gelen bir feryat vardı.

Yanık bir feryat.

Çünkü;

Hazret-i Mevlânâ’nın;

Neyde ses kordur, hevâ zannetme sen,

Hiç bu kordan tatmayan, giysin kefen!

(Nazmen Terc: Seyrî)

diye bahsettiği mukaddes bir ateş ile bağrı tutuşmuş, yüreği yanmıştı.

Onun içindir ki;

Hangi yürekte bir ateş varsa onun derdine tercümandı o.

Dünyaya hâkim olan güçlerin açık veya gizli şekilde müslüman memleketlere karşı tutunduğu sömürgeci, istilâcı ve yok edici tavırları karşısında gür bir seda ile haykıran bir şairdi o.

İslâm ülkelerinin içinde bulunduğu alev çemberi ortasında nice masum ve mazlumların hunharca bir zulüm ve vahşet ile perişan edilmesine, onun feryat dolu şu mısraları, günümüz tarihinin acı bir hakikati olarak çok mânidardır:

Her taraf, her yan yanır,
Yer ve âsuman yanır.
Kımıldanmır bu dünya,
Çünki Müslüman yanır.

Vahşet, dehşet her yerde,
Îman yok cânilerde,
Top değen câmilerde
Mukaddes Kur’an yanır.

Ehl-i salib kudurmuş,
İslâm’a pusu kurmuş.
Yok mu şerden kurtuluş?
Göç yanır, kervan yanır.

Hakikati duyup biz,
Hedef neymiş biliriz.
Kalmasın diye bir iz,
Tohum ve harman yanır.

Dünya azlar elinde,
Çoklar sızlar elinde,
Îmânsızlar elinde
Ne kadar îman yanır.

Meydan kanla sulanmış,
Kan içip, toprak kanmış.
Yüz yıldır kundaklanmış,
Yanır, Âl-Osman yanır.

Yer ile gök sahibi,
Hilkatin ey sahibi!..
Nerdesin, soy sahibi?
Evlâd-ı Fâtihân yanır.

Tutuşan alevden kork!
Öz kanında olma gark!
Duymaz mısın, koca şark,
Canda her ezan yanır?..

Kalk, yumruk ol azimle!
Dön mâzine tâzimle!
Biz yanırık, bizimle
Can veren cihan yanır.

Yar olmadık yurda biz,
Yurt kaptırdık kurda biz,
Orda onlar, burda biz,
Can Azerbaycan yanır.

Yanır bu cihan yanır,
Vermeden aman yanır…
Nerde tütsü görseniz,
Orda müslüman yanır.

Bu yanık ifadeler, dünleri de bugünleri de ne kadar bariz anlatıyor!

Balkanları anlatıyor. Ortadoğu’yu anlatıyor. Doğu Türkistan’ı anlatıyor. Irak’ı, Suriye’yi ve Filistin’i anlatıyor. Bizi anlatıyor.

İşte Memmed ASLAN, böyle bir duruşun şairi.

O; dînî ve millî duyguları en açık ve cesur bir haykırışla dile getiren bir şair.

Kendisi bu şuur noktasını şöyle ifade ederdi:

‒Bir kalem erbabı, yazar ve şair, eğer kendi mensubu bulunduğu millet ve inancının uzağında yaşarsa, uzağında durursa, içinde olmazsa, o kendisini, asla kendi ceddinin ve medeniyetinin evlâdı saymasın!

Bir zamanlar benim de böyle bir düşüncem olmamıştı. Sadece tabiat güzelliği, folklorik çerçevede kalem oynatıyordum. Fakat bir de baktım ki, tarihî felâketler başımızda. Hele 20 Ocak 1990’da Rusların, Bakü’ye girip de yaptıkları katliamdan sonra şiirlerimin içine kor düştü. Yüzlerce tabut içinde gencecik şehitler, üzerlerine karanfil serpilmiş olarak toprağın bağrına verilirken yanık yüreğimin feryadı şu oldu:

Gökler yaman karışık,
Ağla karanfil ağla!
Sis gelir kan karışık,
Ağla karanfil ağla!

Karanfil, şehid kanı,
Kan götürdü dünyanı…
Ağla, inlet meydanı,
Ağla karanfil ağla!

Civanlara kıydılar
Tanklar altta koydular
Kanım içip doydular
Ağla karanfil ağla!

Uzak menzil acı yol!
Yoldu, yol, ilâcı yol!
Şehidlere bacı ol:
Ağla karanfil ağla!

Ağla yürek boşalsın
Ünün göğe baş alsın
Ağla dağlar yumşalsın
Ağla karanfil ağla!

Bu günahsız kanlara
Bu dikilmiş canlara
Bu cansız civanlara
Ağla karanfil ağla!

Hayra şer üstün geldi
İniltili ün geldi
Ağlamalı gün geldi
Ağla karanfil ağla!

Karanfile; «Ağla!» diyen Memmed ASLAN, hisli yüreklerin ise bir acziyet ağlaması değil, alın alın bir gayret terlemesi içinde olmasından yanaydı. Bu uğurda gece gündüz koştururdu. Bir mısra ile bir satır ile bir hakikati anlatabilmek. Genç nesillere öz inancımızı ve öz medeniyetimizi taşıyabilmek ve onların şuurlanmasını sağlamak. 70 yıllık Rus kıskacından ve dinsizliğin baskılarından kurtulduktan sonra arkada kalan enkazı toparlamak ve toplumunu ihya etmek üzere kolları sıvadı.

Dere tepe koşturdu.

Gönül gönül dolaştı.

Şiirlerini, dinî ve millî duyguları inşa için yazdı.

Hazret-i Peygamber’le yürekleri buluşturmak için na’t-i şerif geleneğine sarıldı.

Seçkin dînî ve edebî eserlerin Azerî Türkçesine çevrilmesinde maharetli hizmetler üstlendi.

Bilhassa Muhterem Osman Nuri TOPBAŞ Hocaefendinin eserlerinden yaptığı başarılı çevirmeler, çok alâka gördü.

Geçmişten bugüne yüksek şahsiyetleri, yeni neslin de tanıyıp onların gönül ve fikir dünyalarından istifadeleri için gayret etti.

Hiç unutmuyorum:

Memmed ASLAN, Naci ÖZTÜRK abi ve ben birlikte Merhum Musa TOPBAŞ Efendi Hazretleri’ni ziyarete gitmiştik. Huzurunda hâl hatırdan sonra Memmed ASLAN, usulünce şu talepte bulundu:

‒Şeyhim, icaze olursa, sizinle bir sohbeti kameraya çekmek istirem.

Daha önce böyle bir hususa kapı açmamış olan Musa Efendi ç tatlı bir üslûpla kabul etmek istemedi:

‒Pek arzu etmiyorum.

Usta ve içli şair, boyun büktü:

‒Fakat şeyhim, biz 70 yıldır dinsizlik baskısı altında kaldık. Simsiyah ruhlu insanların kasvetinde boğulduk, bunaldık. Şimdi yeni yeni kendimize gelmeye başladık. Lâkin gözlerimiz de özlerimiz de nur çehreli insanlara hasret. Ne olur, izin verseniz de memlekete dönünce arada bir bakıp böyle sıcak ve muhabbetli dost bir çehre, mânevî ve nurlu bir sîmâ ile ferahlasak.

Bu samimî, içten ve haklı sebep üzerine Musa Efendi ç, mes’ûliyet ve mecburiyet hisleri içinde tebessüm etti:

‒Çok mu istiyorsun?

‒Beli şeyhim, çok istirem!

‒O hâlde peki.

Özel bir çekim yapıldı.

Musa Efendi Hazretleri’nin Sultantepe’deki köşkünde o güzel insandan kalan en güzel bir hâtıra da bu oldu. Video kaydı olarak ise derli toplu tek hâtıra. O güzel insanın müstesnâ gönlüyle buluşabilen bu samimî şair yüreğinin güzel bir semeresiydi bu. Aynı yürek, o Allah dostunun vefatı ardından büyük bir yanışla şöyle dillendi:

Hayali nur dolu bir çimen olan,
Gönlü Hak sırrına tercüman olan,
Misk ile yoğrulmuş pür-îmân olan
Bir Sultan yaşardı Sultantepe’de.

Bütün varlığıyla Kur’ân meâli,
Bu ahlak içinde ehl ü iyâli,
Çiçekten iffetli, gülden hayâlı
Bir Sultan yaşardı Sultantepe’de.

Mübârek kuluydu Rabbin cihanda;
Yarı Medine’de, yarı bu yanda!
Abdestli kalemi Hakk’ı beyanda
Bir Sultan yaşardı Sultantepe’de.

Arzular Sultanı, bir gönül eri!
Sevgisi sarmıştı bahr ile beri!
Unutmuş dünyayı, çarkı çemberi,
Bir Sultan yaşardı Sultantepe’de.

Köşkünün üstünde beyaz martılar
Nurlu çehresinden hep şımardılar,
Kedisi, köpeği hür yaşardılar…
Bir Sultan yaşardı Sultantepe’de..

Geldim huzuruna bir daha bugün,
Günler nazarımda ejderha bugün,
Azaldı ümidim hem çarha bugün;
Sultanım görünmez Sultantepe’de.

Cîfe-i dünyadan uzaklığıyla,
Duygu temizliği, söz aklığıyla,
Kavuşmuş Rabbine yüz aklığıyla!
Rûhu dolaşmada Sultantepe’de.

O ruh ile beraberdi Memmed ASLAN’ın ilhamı.

Onunla ve onun muhterem halefi muhterem Osman Nuri TOPBAŞ üstadımız ile beraberliği, apayrı ve sarsılmaz bir şahsiyet olmuştu onda. Dostluk şahsiyeti. Kardeşlik şahsiyeti. Îman şahsiyeti. Allah için, vatan için ve nesiller için gayret şahsiyeti.

Vakurdu.

Yürekliydi.

Sözünü sakınmazdı.

İnancı, dâvâsı, feryadı ile dimdik bir şairdi.

Bükülmezdi.

Onda arkadaşlığın her hatrı vardı, ancak yanlışın ve zikzaklığın hiç hatrı yoktu. Çekinmeden doğru neyse onu söylerdi. Dümdüz söylerdi, ama gerçeğin önünde susmasını da bilirdi. Elif gibi duruşu, yüce hakikate karşı büküktü.

Necmeddin AKBULUT Bey’in anlattığı şu hâdise bunun en güzel misali:

“Bakü’de Gencliye Yardım Fondu’nda çalıştığım yıllardı. Bir gün odamdaydım. Sessizce namazımı eda ettim. Memmed ASLAN ve idarecilerimizden olan Salman ALİYEV Bey de içeride oturuyordu. Aralarında sohbet ediyorlardı. Meğer konuşma esnasında Memmed ASLAN Bey benim namaz kılışımı ince ince seyretmiş. Dalgın bir bakışla Salman Bey’e dedi ki:

‒Salman Bey, benim ömrümdeki en büyük hata nedir, bilir misen?

O da;

‒Buyurun Memmed muallim, dedi.

Cevap çok hisli ve hisseliydi:

‒Biz gönlümüzün dizini kırdık, onu oturtup secdeye vardırdık belki. Ama bu dizlerimizi kırıp da şu iki rekât namazı kılamadık. En büyük hatamız bu bizim; Allah affetsin!

Ardından derin bir iç çekti.”

İşte böyle bir hissiyata sahipti o.

Benim onunla ilk karşılaşmam ise, Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’nın çatı katında sohbet salonunda olmuştu. 22 yıl önce, üniversite talebesi iken. Kâtiplik hizmetinde bulunduğum Muhterem Osman Nuri TOPBAŞ Üstadımız beni çağırmış, birbirimize takdim etmişti. Tanışma faslının hemen ardından sordu:

‒Sen de şiir yazıyormuşsun, öyle mi?

‒Evet.

‒Peki, bir şiirini oku öyleyse, dinleyelim.

Ezberimde olan şu şiiri okudum:

Bir elif meşki çekip sevgili “Leylâ” dediler,
Sonra bir yandı ki cân, aşk ile “Mevlâ” dediler.

Kim bilir cânı nasıl yaktı ki sevdâ ateşi,
Toprak atsan da yanar şevk ile hâlâ dediler.

Ey fasıl âlemi dünyâ, ne büyükler geldi,
Baktılar her şeye “lâ…” döndüler “illâ” dediler.

İşte onlar, bize cennet güneşinden dolunay,
En siyah kalbe dahî nur saçıp “âlâ” dediler.

Dil değil ney konuşur Hazret-i Mevlânâ’da,
Dinle aşkın bütün esrârı “muallâ” dediler.

Sen de ibrâhim-i Ethem gibi ol, tâcı bırak,
Pâdişâh olmak için önce “musallâ” dediler.

Can verirken güle Seyrî, uçuşan oklardan,
Kaşı yay yazdı kalem, işte bu “imlâ” dediler.

Bir elif meşki çekip sevgili “Leylâ” dediler,
Sonra bir yandı ki cân, aşk ile “Mevlâ” dediler.

Şiiri dikkatle dinleyen Memmed ASLAN’ın yüzünü tebessüm kapladı. Belki de şuurlu bir kasıtla tenkit ediyormuş gibi söze başladı:

‒Güzel, ama ilk beyti niçin sonunda tekrar kullandın?

Dedim ki:

‒Yahya Kemal’de de örneği var, şairler bunu yapmışlar.

Bakışlarını sabitleyip yüklendi:

‒Ama kardaşım, bir şeyi, hem takke diye başına takmak hem de çorap diye ayağa giymek olur mu?

Anlaşılan beyin fırtınası istiyordu. Sözü biter bitmez aynı metotla cevap verdim:

‒Elbette olmaz. Fakat bu şiirin yapısı, bir apartmanın beşinci katındaki tek kapılı bir oda misalidir. Biz o odaya kapıdan girip de pencereden değil, yine kapıdan çıkarız.

Keyifle güldü ve gözüme baktı:

‒Senin yazmaya hakkın var!

Sonra ekledi:

‒Hem de ulu aruz ile yazıyorsun. Devam et, sakın bırakma kalemi!

Ardından özel bir dostluk, özel bir gönül alışverişi başladı. Söz ve sanatta güzel paylaşmalar ile bu alışveriş devam etti. 2007 yılında birlikte Azerbaycan Bakü’de Gencliye Yardım Fondu’nda mânâlı bir şiir ziyafeti programı gerçekleştirdik. Aynı dâvâda, aynı îmanda, aynı safta, aynı şuurda. Azerbaycan-Türkiye, iki ülke tek millet oluşun bütün hayırlı güzellikleri gönüllerde kendini onunla daha derinden hissettiriyordu.

Çünkü Memmed ASLAN’da bu mânâda ayrı bir yürek yangını vardı.

Onun bazı şiirlerini Türkiye Türkçesine çevirirken birlikte paylaşırdık bunu. Aynen yansıtırdım bizim şîvenin söyleyişine. Çok hoşuna gider, sevinirdi. Türkiye Türkçesi ile ifade için bazen tüm bir mısrayı değiştirdiğimiz olur, bazen tüm bir dörtlüğü değiştirdiğimiz olurdu. Derdi ki:

‒İşte benim istediğim çeviri şekli bu! Şiir sanki yeniden doğuyor, hitap ettiği gönüllerle buluşmanın yolunu tam buluyor. Kendi kendine bir çeviri değil, şairiyle istişare içinde ve gerektiği yerden yeniden onun eliyle inşa kabiliyeti. Bu hep yapılabilse, şiirlerin çevrildiği dilde de tadı bir başka olur.

Çok haklıydı.

Ancak her şiir için zaman ve mekân uzaklığı buna müsaade etmiyordu tabiî.

Son olarak;

Bu eksende bir çalışma, millî şair Memmed ASLAN’ın bir şiiri üzerinde daha gerçekleşti. Bu şiir, onun yazdığı son şiiri. Adıyla ve muhtevasıyla da son şiiri:

SON NAZLAMA -Engin şair Yahya Kemal Beyatlı’ya-

Ne hoş yazmış Allah, bu dünya, eda,
Nazlı menekşeler, kundak üstünde…
Âlem öz keyfinde, böcek de, kuş da;
Deme ki: ben yokum bu hâk üstünde.

(…)

Bakma her yazdığım destan olmadı;
Kalbim şen-düğünden, yastan olmadı…
Gam etme ki: Memmed Aslan olmadı;
Ararsan bulursun varak üstünde…

Bu son mısraları ile birlikte bütün takdire şayan eserleri, yaptığı bütün kıymetli çalışmalar, programlar ve değerli gayretler ona 76 yıllık bir ömür defteri oldu. Bir yürek yangını oldu. O yangının cennete dönüşme noktası olan ecel vakti, şair Memmed ASLAN için 23 Eylül 2015 Çarşamba günü geldi. Elinde mısra mısra yazdığı ömür defteri ile o gün o da ebedî dosta yürüdü.

Azerbaycan’la ortak millî şairimiz vefat etti, gönülleri yaktı.

Yüreklerimiz yandı.

Rabbim rahmet eylesin!

Âmin…

Rûhu için üç İhlâs, bir Fâtiha…