Hayat Yolculuğunda UNUTAMADIĞIM KARELER -9-
YAZAR : Mehmet MENCET
DİLİMİZDE SİĞİL BİTTİ!..
Osmanlı’dan kalan tapular zaman içerisinde birikmiş depolarda. Her gelen arasına birkaç belge ilâve etmiş. Lâstikle bağlanmış, yırtılmış dosyalar âdeta dökülüyor. Tabiî toz, pis içinde farkına varmadan işe yoğunlaşıyorsunuz. Dosyaları açmak için parmaklarımı ara sıra ıslattığımdan dilimde nohut büyüklüğünde bir siğil oluştu. Doktora gittim;
“Parça alalım derhâl Ankara’ya gönderip gerekli tedaviyi yapalım.” dediler. Yeni rahmetli oldu, İsmail ÇATAL Amca bitki tedavisi ile iyileştirebileceğini söyledi. Oğlu da bizim mübâşirimiz;
“–Aç ağzını!” dedi elinde iri bir diken ve kendi yaptığı tendürdiyot gibi bir ilâç;
“–Ne yapacaksın?” demeye kalmadı, ilâcı siğilin üzerine bastırıp köküyle beraber dikenle çıkarıverdi.
Hâkimlik çok zor, bir o kadar da veballi bir iş. Sizin verdiğiniz bir karar, kişinin kendi hayatını etkilediği gibi torunlarına varıncaya kadar herkesi etkiliyor. Bir yerde kanunlar, bir yerde gerçek veya yalancı şahitler, bir yerde kendi vicdanınız; yanılma payı ne kadar…
Hep Rabbim’e duâlar ederek; «Bizi yanlış yapmaktan muhafaza etsin!» diye kararlar vermeye çalıştım. İnsanları memnun etmek çok zor. Herkes; «Ben haklıyım!» diyor üç günlük dünya menfaati için yapamayacağı yok. Şahitler, bilirkişiler de çok önemli.
YANLIŞ TERCÜME
Urfa’da ağır cezada iken bir baba feryat ediyordu:
“Bir oğlum mezarda, diğeri hapiste; bana yardım edin!”
Oğlunun biri bahçedeyken ateş edilip öldürülmüş, kardeşi de hemen koşmuş. Türkçe bilmedikleri için; şahitler olayı anlatırken; «kardeş kardeşi vurdu» diye anlaşılıp diğer kardeş hapse atılmış. Ağır ceza reisi Kürtçe bilince, şahitleri kendi lisanında tekrar konuşturdu. Olayın iç yüzü anlaşıldı, dışarıdan gelen bir kurşunla öldürüldüğü anlaşıldı. Yanlış bir tercüme nelere sebep olabiliyor…
İSABET
Yine bir gün keşfe gittik. İkindi namazını kılmak için ileride bir toprak üzerine seccademi serdim. Namazımı kıldım. Yan tarafta yeşillik, çimenlik bir yer de vardı. Yaşlı bir amca beni izlemiş, namazı kılınca yanıma geldi;
“–Allah kabul etsin de neden namazı yeşillik olan yerde değil de toprak üzerinde kıldınız, bir sebebi var mı?” dedi;
“–Farkında değilim.” dedim;
“–Orası mülkiyeti ihtilâflı birisinindi, isabet ettiniz.” dedi.
Bizim elimizde ne var; hepsi Rabbim’in izniyle, bizim niyetimiz doğru olursa farkına varmadan yolunuza devam ederiz.
İnsanlardaki dünya hırsı, hevesi ve kibri hep îman zafiyetinden. Yıllarca mal biriktirip, oturup afiyetle yiyebilen kaç kişi var? Herkes yiyebildiği, kullanabildiği şeylerin sahibi. İnsanları kırıp-döküp, hakkını yiyerek sahip olunan malın kime hayrı var ki, bir de âhiret hesabı var. Hepsi buradan ibaret mi?
MUSA EFENDİMİZ
Antalya’ya geldikten bir yıl sonra Musa Efendi Hazretleri teşrif ettiler. Birkaç gün kaldılar. Gece havaalanından alıp gelirken bir yere gelince;
“Burada bir rûhâniyet var!” buyurdular. Hakikaten Antalya’da arka sokaklarda Şeyh Yüce nânımda ama halk arasında Şeyh Cüce adıyla anılan bir «evliyâullâh»ın kabr-i şerîfi var. Manavgat’ta bir abinin evinde yemekten sonra sohbet ettiler;
“Şimdi umre kolay ve ucuzladı. Eskiden daha meşakkatliydi, gitmek lâzım!” dediler. Birkaç aile dinliyorduk, kalabalık değildi. Şöyle bir düşündüm ki ev sahibi ve bizimle gelen arkadaşlar her yıl birkaç defa gidiyorlar. Bizden başka gitmeyen yok;
«Bu söz bize!» dedim ve hemen o yıl umreye gitmek nasip oldu elhamdülillâh. Orada da beraber olup sohbetini dinlemek, sofrasında yemek yemek nasip oldu.
Bir gün Peygamber Efendimiz’in Ravza’sında namazı kılıp çıktık. Musa Efendimiz’in her defasında hangi kapıdan çıkacağını bilemediğimizden; «Belki bu kapıdan çıkabilir.» diye bekliyorduk. Musa Efendimiz -elhamdülillâh- kapıda göründü. Hemen arkasından giderken bir hanım eşiyle beraber yanımıza geldi;
“–Bu zâtı tanıyor musunuz?” dedi.
“–Evet!” dedim.
“–Bana biraz hayatından bahseder misiniz?” dedi. Bir yere oturduk.
Diş hekimi olan bu hanımın kardeşi Amerika’ya uzmanlık için gitmiş. Orada arkadaşlarından Sâmi Efendi Hazretlerini öğrenmiş, çok etkilenmiş. Ancak hayatta olmadığını, yerine Musa Efendi’nin geçtiğini öğrenmiş. Ablasına Musa Efendi’yi mutlaka bulmasını, kendisi Türkiye’ye geldiği zaman da onu ziyaret etmek istediğini söylemiş ve bu konuda ısrar etmiş. Ablası Hüdâyî Hazretleri’nin türbesine gidip imam efendiye sormuş. İmam;
“–Ben tanımıyorum ama öğrenir size cevap veririm.” demiş. Tekrar gittiğinde;
“–Altı ay Türkiye’de, altı ay Medine’de kalıyormuş. Yaşlı bir zât, hayır ehli…” demiş ve; “Artık ne zaman gelir, kim bilir?” diye söylenmiş.
Hanımefendi eşiyle;
“Haydi bir Şam, Bağdat gezisi yapalım.” demişler, sonra da;
“En iyisi umre…” diye ânî bir kararla umreye gelmişler. Bu olayı da tamamen unutmuşlar. Bir gün Ravza’dan çıkınca;
“Burası Allah Teâlâ’nın en sevdiği Rasûlü’nün mekânı. Buraya kim bilir dünyanın neresinden kimler gelir? Kapıda duralım çıkanlara bakalım…” diye bakmaya başlamışlar.
“Ne güzel insanlar, ne nurlu insanlar…” derlerken bir de ne görsünler! Çok farklı bir nûrânî şahsiyet;
“Aman Allâh’ım! Bu ne güzellik, bu ne güzel nurlu, bu mübârek acaba kim?” diye peşine düşmüşler. Bebek gibi saf ve temiz bir çehre;
“Acaba bu zât-ı muhterem kim?” epeyce takip ettikten sonra eşi dayanamamış. Kıyafeti biraz oraya uygun olduğu için İngilizce sormuş;
“–Efendim siz şeyh misiniz?” demiş.
Mübârek yan dönerek;
“–Siz Türk değil misiniz?” demiş. Sevinçleri ikiye katlanmış;
“–Efendim sizi nasıl ziyaret edebiliriz?” deyince yanındakilere adres ve randevu vermelerini söylemiş, o gece rüya âleminde gibilermiş, uyuyamamışlar. Ertesi gün yine o kapıda dört gözle beklemeye başlamışlar. O da sanki onları arıyormuş gibi kalabalığın içinde onları sezmiş, yanına gitmişler;
“–Yoksa size adres vermediler mi?” diye sormuş;
“–Evet efendim! Ağabeyler oralı olmadılar, biz de çok üzüldük, lâyık değiliz herhâlde diye düşündük.” demişler. Ertesi gün onları yemeğe ve sohbete davet etmiş;
“Efendim ne olur Türkiye’ye gelin. Burası zaten peygamber ocağı bizim ve Türkiye’nin size ihtiyacı var.” demişler.
“Biz Türkiye’de ararken Medine’de bulduk.” diye seviniyorlardı.
HERKESE TESİR EDEN NÛRÂNİYET
Musa Efendi Hazretleri Antalya’dan dönerken havaalanında rahmetli Mehmed AYDIN abiyle birlikteydi. Ben de bileti onaylatmak için giderken meydan müdürü yanıma gelip;
“–Bu zât ermiş mi?” dedi.
“–Evet!” dedim.
“–Benim sıkıntılarım var, bana duâ eder mi?” dedi.
Ben;
“–Kendisine söyle!” dedim. Gitti Musa Efendimiz’e sarıldı, anlattı, duâ istedi. Güldü duâ etti. Meydanda ne kadar erkek-kadın görevli varsa hepsini çağırdı elini öptüler. Mübârek; herkese kalem, koku, teşbih, eşarp gibi hediyeler verdi. O anda nereden temin ettiyse, hiç kimseyi boş bırakmadı.
Müdür bey koluna girerek uçağın kapısına kadar uğurladı. O sırada hafif yağmur yağıyordu;
“–Siz gidiyorsunuz gökyüzü bile matem tutuyor. Hava karardı, üç-dört ay sonra ben size uçak tahsis edeyim benim misafirim olun.” dedi ısrarla. Ondan sonra bana bıraktı, oturuncaya kadar kendilerine eşlik ettim. Bu sefer hostesler Musa Efendimiz’i görünce âdeta bir telâşa düştüler. Gelen yolculara;
“Lütfen biraz bekleyin!” deyip onu oturtuncaya kadar kimseyi içeriye almadılar.
Rabbim şefaatlerine nâil eylesin.