Şanlı Mâzimizden Seçme Nükteler – İMAM NEVEVÎ

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

abdullah-mesud-hidir_1-yuzakidergisi-ekim2015

İmam Nevevî -kuddise sirruhû-, 1234 yılında Suriye’nin Nevâ Köyü’nde doğdu. Nevevî ticaretle uğraşmayı sevmediği için, çevresindeki âlimlerin derslerine devam etti. Dımaşk’ta Revâhiyye Medresesi’nde okudu. Hıfzettiği Kur’ân-ı Kerîm’i yaşamaya âzamî hassâsiyet gösterdi.

İmam Nevevî’de ilme karşı öyle bir iştiyak vardı ki; ilim tahsil ettiği yıllarda, iki yıl boyunca uzanıp uyumak yerine, uyku ihtiyacını kitaplarına yaslanarak giderdi. Ona göre ilimle uğraşmak, Allâh’ın rızâsını kazanmak için tutulan en iyi yol ve en üstün ibâdetti. Hazırladığı Müslim şerhi ve Riyâzussâlihîn ellerden düşmeyen İmam Nevevî, fıkıh ilminde de İmâm-ı Şâfiî’den sonra mezhebde mühim bir isim oldu.

Vefatından önce hocalarının kabirlerini, şehirdeki tanıdıklarını ziyaret etti ve kitaplarını medreseye vakfetti. Daha sonra Kudüs’ü ziyaret etti. 22 Aralık 1277 tarihinde babasının evinde hastalanarak vefat etti. Kabri doğduğu Nevâ Köyü’ndedir.

***

Baybars; Moğolların Suriye’ye saldırdığı sıralarda halkın münbit topraklarını, bahçelerini hazineye katmak istemiş, bunun için de âlimlerin fetvâsına başvurmuştu. Bazı âlimler korktukları için, bazıları dünyalık elde etmek için Sultan’ın istediği fetvâyı vermişti. Baybars Nevevî’den de fetvâ istemiş, fakat Nevevî reddetmişti.

Sultan’ın bu konudaki ısrarları üzerine Nevevî şöyle dedi:

“–Sen bir zamanlar köleydin. Hiçbir şeyin yokken Allah lutfedip seni melik yaptı. Şu anda senin yanında birçok bağların, bahçelerin, köle ve cariyelerin, altın ve gümüşlerin olduğunu görüyorum. Bütün bunları savaş hazırlığı için kullandığın hâlde devlet hazinesi yetersiz kalırsa; halkın malına el koyman için o zaman sana fetvâ veririm.”

Çok kızan melik, bu büyük âlimi Dımaşk’tan sürdü. Ardından maaşının kesilmesini emretti. Adamları ona; Nevevî’nin maaş almadan talebe okuttuğunu söylediler. Bunun üzerine Baybars sordu:

“–Öyleyse ne ile geçiniyor?”

“–Babasının gönderdikleriyle” dediler. Bunu duyan Sultan böyle bir âlime yaptıklarından üzüntü duydu.

abdullah-mesud-hidir_2-yuzakidergisi-ekim2015

ORUÇ REİS

Meşhur Türk denizcisi Oruç Reis, Barbaros Hayreddin Paşa’nın ağabeyidir. 1470’te Midilli’nin Bonova Köyü’nde doğdu.

İyi bir eğitim alarak; devrin denizci milletlerinin lisanları olan İtalyanca, İspanyolca, Fransızca ve Rumcayı öğrendi.

Bir tekne ile deniz ticaretine başladıktan sonra Rodos şövalyeleri tarafından esir alındı. Esâretten kurtulunca gemilerde çalışmaya devam etti ve ticaret maksadıyla İskenderiye’ye gitti. Memlûk Sultanı Kansu Gavri’nin hizmetine girdi.

Yaptığı deniz savaşları ile nâmı bütün Batı Akdeniz’e yayılan Oruç Reis, 1516’da Cezayir’i İspanyollardan korudu. Cezayir’de Türk hâkimiyetinin temellerini attı, Kuzey Afrika’da hıristiyan istîlâsına karşı koyarak İslâm’ın bölgede tutunmasını sağladı.

Tilimsan’da mücadele hâlinde olduğu İspanyol müfrezesi tarafından adamlarıyla birlikte şehid edildi.

***

Oruç Reis esir edilip bir süre zindanda kaldıktan sonra çıkarılarak bir gemide küreğe çakıldı. Papazlar ve şövalyeler; İtalyanca, Rumca ve İspanyolca bilen ve sözü-sohbeti yerinde olan Oruç Reis ile konuşmaktan zevk alırlardı. Şövalyeler ona karşı hürmet duyuyorlardı. Sohbet sırasında ona;

“–Ey Osmanlı! Sen güzel sözlü bir kişisin. Bizim lisânımızı da fevkalâde konuşuyorsun. Müslümanlıkta ne buldun? Gel bizim dînimize geç! Adı-sanı belli bir adam olursun. Büyük bir şövalye kaptan yaparız seni.” dediler. Oruç Reis;

“–Kâfirlerin iyiliği bu mudur? Dînimden dönüp hükümdar olmaktansa müslüman esir kalmayı tercih ederim. Şu duvarlardaki resimleri elinizle dizersiniz ve onlara taparsınız. Şimdi onları ateşe atsalar, onlar kendilerini kurtarmaya kādir değildirler.” dedi. Şövalyeler;

“–Görelim senin Peygamber’in neyler, işte hâlin malûm.” dediler.

Bir gün kürek çektiği gemi şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Dalgaların arasında ceviz kabuğu gibi sürükleniyordu. Bu hengâmede Oruç Reis’in zincirleri de koptu ve kendisini denize bıraktı. Dalgalarla bir müddet boğuştuktan sonra sahile ulaştı. Daha sonra arkadaşları ile buluştu ve yeniden denizlere açıldı. Bir muharebe sırasında kendisini esir etmiş olan şövalyelerden birkaçı Oruç Reis’e esir düştüler. Onları görünce yanına getirtti ve şunları söyledi:

“–Ben sizlere; «Benim Peygamberim gelir beni kurtarır!» dedim. İşte geldi, kurtardı. Varın reisinize söyleyin, ben gene ona varayım, ne kadar demiri varsa vursun, Peygamberimiz bize, Allâh’ın izniyle yine yardım eder.” diyerek kâfire meydan okumayı sürdürdü.

 

abdullah-mesud-hidir_3-yuzakidergisi-ekim2015

HASAN EL-BENNÂ

Hasan Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, 17 Ekim 1906’da Mısır’ın Mahmudiye kentinde doğdu. Dînî ve ilmî yönden köklü bir aileye mensuptu. İlk tahsilini babasından aldı. Sekiz yaşında Mahmudiye’de klâsik eğitim veren medreseye girdi. Ardından Kahire’ye giden Hasan el-Bennâ, burada Dârü’l-ulûm’a kaydoldu.

Hasan el-Bennâ, ömrü boyunca müslümanları şuurlandırmak için faaliyetlerde bulundu. 1928 yılında «milletin kalbinde yeni bir ruh olarak» İhvân-ı Müslimîn (Müslüman Kardeşler) teşkilâtını kurdu.

1948’de teşkilâtın Mısır ve Arap ülkelerine yahudilerle savaş konusunda yaptığı cihad çağrısı ve Filistin’e gönderdiği çok sayıdaki taraftar, teşkilâtın mevcut hükûmet tarafından yasadışı ilân edilmesine ve 1949’da da kapatılmasına yol açtı.

Hasan el-Bennâ, 12 Şubat 1949 tarihinde düzenlenen sûikast sonucu şehid oldu.

***

Ali Ulvi KURUCU, Hasan el-Bennâ’nın şehâdetini o anda yanında bulunan akrabasının ağzından şöyle anlatıyor:

“Akşam namazından sonra Müslüman Gençler Cemiyeti’nden çıktık. Eve döneceğiz, işlek bir caddede taksi bekliyoruz. Akşamla yatsı arası en yoğun saatlerde cadde bomboş. Tamirat var, diye caddenin elektriği kesilmiş. Bekleriz bekleriz taksi geçmez. Derken bir cip geldi ve araçtan inenler Hasan el-Bennâ’ya altı kurşun sıkıp kaçtılar. Üstat;

“–Şurada bir sağlık merkezi olacak, oraya gidelim…” dedi ve koşarcasına hızlıca yürümeye başladı.

Sağlık merkezinde bekçiden başka kimse yoktu. «Elektrikler kesik, bu gece hastahâne çalışmayacak!» diye herkesi göndermişler. Üstat kan kaybediyordu. Bana;

“–Muhammed, ben yolcuyum, elhamdülillâh…” dedikten sonra şunları söyledi: “Ben gayeme ulaştım. Kardeşlerime selâm söyle. Ben fânî bir insanım. Allah bâkîdir, Muhammed Mustafâ’nın nübüvveti bâkîdir, dâvâmız bâkîdir. Üzülmesinler, üstâdımızı kaybettik diye sakın ümitsizliğe düşmesinler…”

abdullah-mesud-hidir_4-yuzakidergisi-ekim2015

FUZÛLÎ

Klâsik Türk edebiyatının büyük şairlerinden Fuzûlî’nin hayatı hakkında malûmat azdır. Asıl adı Mehmed olan şairin, 15. asrın sonlarında Irak’ta doğduğu sanılmaktadır.

Şairin babası müftü olduğundan dolayı, ilk tahsilini babasından ve daha sonra Rahmetullah adlı bir hocadan gördü. Yetiştiği muhitin de etkisiyle Arapça ve Farsçayı bu dillerde nazım ve nesir yazabilecek derecede öğrendi.

Fuzûlî’nin ilk edebî meşkini, Âzerî edebiyatının ünlü ismi Habîbî ile yaptığı tahmin edilmektedir.

Kanunî Sultan Süleyman Bağdat’ı fethedince;

Geldi burc-ı evliyâya pâdişâh-ı nâmdâr

tarih mısraı ile beraber Padişah’a beş kasîde takdim eden şair, Kanunî’den maaş sözü aldı. Fakat aradaki resmî prosedürlerden dolayı bu maaş az bir miktardan ibaret kalınca ünlü «Şikâyetnâme»sini kaleme alarak memnuniyetsizliğini belirtti.

Âlim bir şair olan Fuzûlî şiir hakkında;

“İlimsiz şiir, esası yok dîvar olur ve esassız dîvar gāyette bî-i‘tibâr olur.” derdi.

Fuzûlî 1556’da Bağdat’taki vebâ salgını sırasında vefat etti. Kabri bir rivâyete göre Kerbelâ’dadır.

***

“Sizden biriniz kendisi için istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe (kâmil mânâda) îmân etmiş olamaz…” hadîs-i şerîfini şöyle nazmetmişti:

Mü’min olmaz kişi hakîkat ile
Tutmayınca tarîk-i terk-i hevâ…
Her ne öz nefsine revâ görse;
Yâr u kardaşa görmeyince revâ…