TATLICININ VEDÂSI…

YAZAR : Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com

halis_c_demircan-yuzakidergisi-ekim2015

Anadolu’nun hemen hemen her şehrinde yaşamış mânevî şahsiyetler olmuştur.

Bu dinamiklerin değeri; ehli tarafından bilinmekte birlikte, aslında varlıklarından, herkes haberdardır. Dedeme göre, mahallemizde Şam tatlısı satan sokak satıcısı da böyle bir zât idi.

Tatlıcı; yetmişli yaşlarda, oldukça uzun boylu, çok zayıf, saçları her zaman usturayla kazınmış, siyahî bir kişiydi. Suriye’den göç etmiş Arap kökenli biri olduğuna dair rivâyetler vardı. Bildiğimiz kadarıyla kimi kimsesi yoktu, nerede oturduğunu da kimse bilmezdi.

Üzerinde her zaman; kolları kıvrılmış ütüsüz beyaz bir gömlek, onun üzerinde cepken şeklinde siyah bir yelek, altında yine ütüsüz siyah bir kumaş pantolon olur, ayaklarında ise çorapsız giydiği siyah terlikler olurdu.

Simit şeklindeki yuvarlak minderi başının üzerine koyar, fırına girip çıkmaktan iyice kararmış tatlı tepsisini onun üzerine yerleştirirdi.

Koluna; satış yapmak üzere durduğunda, tatlı tepsisini üzerine koyduğu katlanan tahta tezgâhını takıp, kendisinden beklenmeyen o gür sesiyle mahalleye öyle bir giriş yapardı ki;

“Şam tatlıciyyyy! Şam işi şeker işi, Şam tatlıciyyyy!”

Sesini duyar duymaz babamdan iki buçuk lirayı kapar, mutfaktan annemin verdiği kalaylı bakır tasla yanına seğirtirdim.

Her zamanki gibi itinayla ıspatulasını kullanarak tatlıları sağından-solundan ayırır, altından kavradığı gibi tasın içerisine teker teker yerleştirirdi. Son olarak da yine ıspatulasıyla tepsinin dibindeki koyu şerbeti (ki o buna bal derdi) alır, onu da tasın içerisindeki dilimlerin üzerine güzelce gezdirirdi. Tasın üzerine bir parça yağlı kâğıt örtüp, benden aldığı parayı pantolonunun beline bağladığı küçük siyah önlüğünün cebine yerleştirirken gür sesiyle yine bağırırdı:

“Ballı bunlar, Şam balı bunlar, Şam tatlıciyyyy!”

Tatlıcı dayının o zamanlar bize tuhaf gelen ve küçücük aklımızla anlam veremediğimiz bazı davranışları vardı. Meselâ mahallemize uğradığı güne denk gelir de semtimizdeki camiden kaldırılan bir cenaze varsa; tanısın, tanımasın, namaz çıkışı gelenlere ücretsiz tatlı dağıtırdı. Tatlı dilimlerini üçe böler, lokum büyüklüğüne getirip küçük yağlı kâğıtlarla verir, helâllik isterdi. Soranlara da; «Gelenlerin mevtâ üzerinde hakkı kalmasın.» derdi.

Dedeme göre ise bu davranış tuhaf değil tam da ârif bir insana yakışan bir davranıştı. Ayrıca yine dedeme göre; bu olay, sadece tatlıcının görünen yüzüydü ve kim bilir ondan daha öğreneceğimiz neler vardı.

Mahalleye haftada iki kere gelir, hiç olmazsa haftanın bir günü mutlaka uğrardı.

Gelmediği günlerden bir gün, evde konusu geçince dedem;

“–Çağırmışlardır, evlâdım, vazifelidir!” diye karşılık vermişti.

“–Kim çağırmıştır dede?” dediğimde ise, bana gülümseyerek, şunları anlattı:

“–Geçenlerde caminin yanındaki çayhanede ezân-ı Muhammedî’yi beklerken Güney Doğu’da askerliğini yapmış bir genç geldi. Senin tatlıcı da tatlı tepsisini çaycıya teslim etmiş abdest alıyordu. Asker ağanın anlattığına göre bir gün nöbetteyken canı çok tatlı çekmiş. Nöbet bitiminde kumandanları onları bir araya toplamış ve bir amcanın karakola uğradığını onlara bir tepsi tatlı getirdiğini söylemiş. Hem düşünüldükleri için hem de canları çektiği için çok hoşlarına gitmiş, gencin anlattığına göre yedikleri, bizim tatlıcının tatlısına çok benziyormuş.”

“–İşte böyle evlâdım.” dedi.

Bir seferinde tatlıcı o hafta hiç gelmedi, hemen dedeme koşup sordum, dedem üzgün;

“–Bekleyelim evlâdım!” dedi.

Sonraki hafta yine gelmedi, dedem;

“–Gitti herhâlde evlâdım.” dedi.

“–Nasıl yani dede?” dedim.

“–Vazifesi bitti gitti!” dedi.

“–Gelmeyecek mi peki bir daha?” dedim.

“–Gelmeyecek evlâdım.” dedi. Şaşkındım.

O hafta, bir sabah namazı vakti, dedem heyecanla beni uyandırdı. Biraz şaşkın, biraz korkulu, dedemin yüzüne baktım. Dedem bir taraftan tatlı tatlı gülümsüyor bir taraftan da parmağıyla; «Sus ve dinle!» diyordu.

Kulak verince sabah ezanının âşinâ olduğumuz gür sesli biri tarafından ve Arap ağzıyla okunduğunu fark ettim.

Ezanı birlikte dinledik ve dedeme dönüp;

“–Neler oluyor dede?” dedim. Dedem;

“–Tatlıcı, oğlum, tatlıcı bize vedâ ediyor.” diye karşılık verdi. Yine bir şey anlamamıştım.

Dedem:

“Bak evlâdım Mevlânâ Hazretleri Rabbine nasıl seslenmiş?

«Ölmek şeker gibi tatlı bir şey, cânı sen aldıktan sonra, seninle olunca da; tatlı, candan da tatlıdır, ölüm.»”*

Dedeciğim ben üzülmeyeyim diye, doğrudan söylemese de anladım ki tatlıcı vefat etmişti.

Ne mutlu hayatını böyle sâlih amellerle süsleyip Rabbinin rızâsına erenlere.

Allah bizlere de indinde böyle seçkin ve hayırlı zâtlar gibi olmayı nasip etsin.

Âmîn.

_______________________

* Alişan Özatillâ, Hak Âşığı Mevlânâ Celâleddin, 180-181.