GAYESİNİ BULAN AKIL

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

hatice_kubra_ergin-yuzakidergisi-ekim2015

Birkaç asırdır; inanmakla aklı kullanmak, din ile bilim, beyin ile kalp arasında zıtlık olduğu faraziyesi üzerine temellenmiş bir dünya görüşünün tesiri altındayız. Dînî metinlerimizi anlarken bile bu tesirle bakıyoruz.

Hıristiyan düşüncesinden bulaşan bu anlayışın tâ Yunan toplumunun inanç ve felsefe yapısından kaynaklandığını pek azımız bilir. Eski Yunan’da devletin resmî dîni, gök cisimlerinin yeryüzü işlerini çekip çeviren tanrılar olduğunu kabul ederdi. Devletteki makamları sorgulanamaz durumda olan asilzadelerin de bu tanrıların soyundan geldiği kabul edildiği için siyasetle din iç içe girmişti. Tapınaklardaki kâhinlerle, gök cisimlerini bilim gözlüğüyle incelemeye yeltenen filozoflar arasında çıkan tartışmalar; bazen bir düşünürün din ve devlet düşmanı olarak ilân edilip idam edilmesine kadar gidebiliyordu.

Eflâtun, hocası Sokrat’ın zehir içerek ölüme mahkûm edilmesinden sonra, onun dâvâsını takip etmeyi terk etmiş, hâkim resmî dîni onaylayarak;

“Aslında bir tek Yaratıcı vardır, ama o yeryüzünün yönetimini, işlerini; oğullarına bırakıp köşesine çekilmiş bir baba gibi, gök cisimlerine ve devlet idarecilerimize bırakmıştır.” diyordu.

Eski Yunan’da inanmak demek, devleti idare edenlere inanmak ve sorgulamamak demekti. Kâhinlere ve gök cisimlerinin bizi sabit bir kadere mahkûm ettiğine, bize rastgele bir şekilde şans verdiği veya musibet okları fırlattığına inanmak demekti. En keskin din ve inanç düşmanı filozoflardan biri olan Epikür’ün annesi bir falcıydı. Onun inanca olan şiddetli düşmanlığının sebebi, annesine gelen insanların çaresizliği karşısında duyduğu üzüntüyle açıklanır.

Kur’ân-ı Kerim’deki kıssaların aksine, Yunan trajedilerinde hep iyiler musibetlere uğrar ve sonunda yenilgiye uğrayarak ölürdü. Çünkü bizim îmân ettiğimiz gibi duâları işiten, iyileri koruyup yardımlarına yetişen merhametli ve kudretli Allâh’a değil; tıpkı saray ekâbiri gibi rastgele hareket eden, hoyrat ilâhlara işleri bırakmış âciz bir ihtiyar tasavvuruna inanırlardı. Bu inanış; Hazret-i İsa çarmıhta can verirken hiçbir şey yapmamış, oğlunu (!) kurban vermekten başka çare bulamamış, âciz ve zavallı baba tasavvuruna yön vermişti.

Bizim îmân ettiğimiz, kullarına değer veren, onları muhatap alıp hidâyet rehberleri gönderen, hidâyete uyanları meveddet ve merhametle sahiplenen, hattâ onlardan bazı seçkinlerin «gören gözü, tutan eli olan» kendisi uğruna ihlâsla mücadele edenlere;

“Attığın zaman sen atmadın Allah attı!” diyecek kadar zamana müdâhil olan bir Allah değildi. Kâinâtı ve kaderi, kurulmuş bir saat gibi kendi hâline terk etmiş, hiç kimseye aldırış etmeyen bir ilâh tasavvurları vardı. Bu durumda ona inanmak bir îman, yani kendini emniyette hissettiren bir inanç olmuyordu. Aksine, acımasız tanrıların insafına terk edilmiş, sabit kader içinde sıkışıp kalmış hissettiriyordu.

Eski Yunan’da bol maddî imkân sahibi asilzâdelerin, eğitime geniş kaynaklar ayırdıkları hâlde bilimin en temel yöntemlerine ulaşmaları mümkün olmadı. Çünkü felsefe adına sadece kuru tartışmalar sürüp gidiyordu. Bu anlayıştan sıyrılıp öteye geçebilmeleri için Câbir bin Hayyan gibi deneycilerin gelmesi gerekti.

Din ile bilim zıtlığının sembol kavgası, Galileo’nun dünya yuvarlak dediği için mahkemeye çıkarılmasıdır. Kilise babalarının;

“Dünyanın yuvarlaklığını kabul edersek, elimizdeki metinlerde bulunan;

«İsa dünyaya indiği zaman, dünyanın her yerindeki insanlar onu görecek.» haberiyle tenâkuza düşmüş oluruz. Bu metindeki haberin gerçekleşmesi için dünyanın tepsi gibi düz olması gerekir.” demeleri akıl ile îmânın birbirine zıt olduğu faraziyesine delil kabul edilir.

Hâlbuki bilim, tevhid inancının insanların aklından putları silmesiyle ancak geliştirilebildi. İnsan;

“Gök cisimleri tanrı değil, ateşten ve taştan toplardır.” dediği için filozofları idamla tehdit eden bir medeniyette nasıl madde üzerinde özgürce düşünebilir? İneğe, yılana, file, maymuna mukaddes varlığın tezâhürleri diye tapan milletler, onlar üzerinde selîm akılla düşünebilir mi? Putperest medeniyetlerde; pusula, barut gibi bazı icatlar keşfedilmiş olsa da, pratik kullanımdan öte bunların üzerinde teoriler geliştirilemedi.

Aslında aydınlanma çağını hazırlayan zihin temizliğini tevhid dinleri yaptı. Hattâ ünlü bilim adamı Bacon, zihnin eski tortulardan temizlenmesini bizzat «putları kırmaya» benzetiyordu.

Fakat bilimin hızlı gelişimi, dînin ise şirk inançlarından, bulaşık hurâfelerden arınıp saflaşmakta geç kalması; özgüveni hızla artan bilim adamlarında, dînî kurumları arkada bırakıp yola devam etme anlayışına yol açtı.

Aydınlanma çağıyla artık yıldırımların; eski insanların zannettiği gibi gök tanrılarının yere fırlattığı gazap okları değil, bulutlar arasında enerji boşalması olduğu anlaşılmıştı. E. Renan gibi mütefekkirler;

“Artık insanlar inanmayacaklar, bilecekler.” diyordu.

Peki insanlar artık «biliyorlar mı?»

Necip Fazıl’ın, Ay’a ayak basmanın sarhoşluğu içindeki inançsızlara dediği gibi:

Yirminci asrın ablak yüzlü fezâ pilotu!

Buldun mu Ay yüzünde ölüme çare otu?

Ölüme çare bulunmadığı gibi, fânî hayatın da değeri ve mânâsı demek olan ölüm ötesinden bir haber alınmıyor.

İnsan bugün kendine ve hayata nasıl değer biçeceğini bilemiyor. Son zamanlarda çevrilen filmlerde sıkça gördüğümüz gibi, evrimleşmekten, süper insanlara dönüşmekten medet umuyor.

İnanç insana, Yaratıcı’sının muhatap aldığı ve büyük bir plân içinde bir kader takdir ederek vazifelendirdiği bir varlık olarak yüksek bir değer biçiyor. Üstelik insana bu vazifesinde rehberlik ediyor, kendini nasıl yetiştireceğine ve bu vazifeye nasıl hazırlayacağına dair kaideler koyuyor. Peki, bilim bunları verebilir mi?

Aslında bilim, hiçbir konuda kesin bilgi vermiyor. Meselâ lâboratuarda maddeler üzerinde gözlem ve deney yapmak, yoruma elverişli bazı veriler (data) sağlıyor. Ancak bunlardan sağlıklı bir yorum ile doğru sonucu çıkarmak, bilim adamlarının bağlantı kurma becerisine kalıyor.

Zekânın çeşitli tarifleri vardır. Kelime ve sayı gibi sembolleri (alem) kavrayıp aralarında ilişki kurabilme ve işleyebilme kabiliyeti (ilim) şeklinde tarif etmek yaygın olarak kabul görmüştür. Şimdilerde kognitif zekâ yönünden pek parlak olmadığı hâlde büyük tasavvurlar ortaya koyan dâhîlerin de durumu göz önüne alınarak; «Zekâ; şeyler arasındaki ilişkileri kavrayabilmek, başkalarının fark edemediği bağlantılar kurabilmektir.» deniyor. Zekânın beyindeki maddî görünümü de, nöronlar arasında zengin bağlantıların kurulması şeklinde gerçekleşiyor.

Bu durumda neden zekânın bir türü de, insanın kendisini muhatap almış Yaratıcı’sının gönderdiği vahiy ve rehberiyle bağlantı kurmak olmasın? Nitekim çoklu zekâ anlayışına göre mistik zekâ da bir zekâ türü olarak kabul görüyor.

Esasen insanın, Yaratıcı’sının vahyettiği apaçık, anlaşılır bilgiye kulağını tıkayıp, dilsiz ve sağır tabiata;

«Ben kimim? Gayem ne? Hayatımı nasıl değerli kılabilirim?» gibi sorular sorması, sağır putların huzûrunda dikilmek kadar akıl dışı bir tutum.

Öyleyse aklı akla uygun bir şekilde kullanmak istiyorsak, onu sahih bir hiyerarşi içinde yerleştirmemiz gerekiyor. Mademki akıl, Yaratıcı’sı tarafından muhatap alınmış; o hâlde kendisine vahyedilen bilgileri işleyerek, yaratılış plânında ona düşen görevi öğrenmeli ve emrine verilen varlığı bu gayeye uygun şekilde yönetmeli. Hazret-i Süleyman’ın; emrine verilen orduları, Allâh’ın dînini yüceltmek için kullanması gibi, insan aklı da teknik bilgilerini yüce maksatlar için kullanabilir.

Büyük ihtimalle âhirzamanda yaşanacak adâletli ve müreffeh çağ da; aklın, îmânın emrinde kendine uygun yere yerleştirilmesiyle mümkün olacaktır.