İnsanı Değerli Kılan Cevher: ÎMAN

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

b_cahit_ozdemir-yuzakidergisi-ekim2015

Dilimizde «öz» kelimesi; bir şeyin aslını, hakikatini, keyfiyet değerini ifade eder. Aslına uygun olmayan zâhirî vasfı da, «sözde» kelimesi ile tanıtılarak; arzu edilen güzelliklerin, sözde değil, özde olması tavsiye edilir. Mevlânâ -kuddise sirruhû- Hazretleri; insanları aldatan riyâ illetinden sakındırmak için, zâhirî ve bâtınî farklılıkların yok edilmesi sadedinde;

“Ya olduğun gibi görün; ya da göründüğün gibi ol!” buyurur. Kemâlâtın gereği olan «îman»; «dil ile ikrar»ın yanında, özde olmanın alâmeti bâbında, «kalp ile tasdik» olarak tarif edilir. Sıkça rastlandığı üzere, dîne bağlılığın, kalp temizliği veya yüce Yaratıcı ile kul arasında bir mesele olarak tarif edilmesi gibi sözde kalmaması; dînin hakikatinin bütün derinliği ile temessül edilerek, öze nüfûz etmesiyle, kuvvetli îman hâline gelmesiyle mümkündür.

Kur’ân-ı Kerim’de;

“Îmân edip, faydalı işler yapanlara gelince; onlar da cennetliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.” (el-Bakara, 82)

“… O hâlde, kim tağûtu reddedip Allâh’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır.” (el-Bakara, 256)… buyurulur.

Mehmed Âkif, îman-şahsiyet ilişkisini;

Îmandır o cevher ki, İlâhî, ne büyüktür;
Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür.

diye belirtir. İnsan; ancak kâmil îmâna sahip olmakla, kendisine ihsan buyurulan şeref ve değeri taşımaya hak kazanır; saâdete kavuşur. Bu; «ezel bezmi»nde, Allah Teâlâ’ya verdiği söze sâdık kalıp, ilâhî beyan çerçevesinde sâlih kul olmasıyla mümkün olur. Bu keyfiyetin ilk basamağı; nefsâniyetin hizmetindeki benlikten sıyrılmaktır. Üstad Necip Fazıl bu hassas ve zor başlangıcı şöyle tarif eder:

Yum gözünü, kalbine her an yokluğu üfür,
Kendinden geçmek îman, kendinde olmak küfür.

İnsanın hayat yolculuğu, bu safhayı aşmadaki başarısına göre farklı istikametlerde gelişerek, hüsran veya saâdete çıkacaktır. Bu cümleden olarak farklı hayat tarzlarına göre;

“Aynı dünya, ehlullah için bir «seyr-i bedâyî» (ilâhî sanat hârikalarını seyredip tefekkür etmek ve onlar vesilesiyle Allâh’ın yüceliğinin idraki içinde yaşamak) iken; zıddına gafiller için ise, yemek ve şehvetten ibarettir.”*

Hadîs-i şerifte de îmanla ilgili olarak;

“Allah sizin ne dış görünüşünüze, ne de mallarınıza bakar. Ama, O sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.” (Müslim, Birr, 33; İbn-i Mâce, Zühd, 9;…) buyurulur.

Sağlam bir öze yani îmâna sahip olmak öyle bir üstünlüktür ki; kalbe yerleşen sekînet ve tevekkül, insanın kaldırabileceği her zorluğun, imtihanın üstesinden gelebilme gücüne kavuşturur. Bedîüzzaman -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri bu hususu;

“Îman hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakikî îmânı elde eden adam, kâinâta meydan okuyabilir.” diye ifade eder.

Tarih; üstün maddî güçlere sahip orduların, bir avuç îmanlı asker karşısında darmadağın olduğunun, ancak kuru kalabalıktan ileri gidemediğinin örnekleriyle doludur. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den başlayarak, takip eden asırlarda da devam eden sayısız destânî cihadlar bu meyanda zikredilebilir. Ecdâdımızın son olarak; Birinci Cihan Harbi ve İstiklâl Harbi’nde, canını dişine takarak yürüttüğü mücadeleler de bu cümledendir.

Bunlardan Çanakkale muharebeleri; «demir-çeliğin, îmâna mağlûp olduğu savaş» diye ifade edilir. Nitekim müttefik kuvvetlerden İngiliz devlet adamı Churchill, meseleyi;

“Biz Allah’la savaştık ve mağlûp olduk.” diye hulâsa ediyor. Alman General Liman von Sanders de, hâtıralarında;

“Çanakkale’de, teftişte askere; «niçin savaştığını» soruyorum. «Allah rızâsı için» diyor. Evlâtları Allah rızâsı için savaşan bir millet, ebediyen var olur.” diye yazıyor.

Bu mücadeleleri bütün gayretiyle destekleyen Mehmed Âkif, düşman taarruzlarının milletimizin göğsünde sönmeye mahkûm olduğunu şöyle ortaya koyar:

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar;
Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar!

İ‘lâ-yı kelimetullah dâvâsının temsilcisi olan Osmanlı’nın, son asırlardaki haçlı ihtirası ile yanıp tutuşan batı tarafından durdurulması gayretleri çerçevesinde, İslâm dünyasına sokulan fitneler meyvesini vermiş; ümmet, îtikādî bozulmalarla içtimâî buhranlara dûçâr olmuştur. Günümüzde de maalesef, inananların sevgi ile birbirlerine bağlanarak cemaat teşkil etmelerini emreden ilâhî îkazlara rağmen; güyâ dîni kurtarma iddiasındaki selefî veya mezhebî maskeli müfrit hizipler, cihad adı altında İslâm âleminde dehşet saçıyorlar, vahşetler icrâ ediyorlar. Bunlar, akla ziyan katliâmlarla, ümmetin bağrında hem onmaz yaralar açıyorlar, hem de barış ve adâlet dîni olan İslâmiyet’i terör dîni olarak göstermek isteyen dış mihraklara hizmet ediyorlar.

Îman; insanın dünya ve âhiret saâdetine vesile olan, yüzünü ak eden en değerli hazinesidir. Bu nimete sahip olan kimse de; sözüne sâdık kalıp, Allah Teâlâ’ya sâlih kul olmayı tercihi ve O -celle celâlühû-’nun sevgisini, rızâsını kazanması sebebiyle de hürmete lâyıktır. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Allâh’ı seven ve Allâh’ın sevdiklerinin, mü’minlere karşı yumuşak ve şefkatli oldukları…” (el-Mâide, 54) buyurulur. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, bu hususta şöyle îkaz buyurur:

“Canım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki; sizler îmân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de tam îmân etmiş olmazsınız.” (Müslim, 93-94; Tirmizî, Et‘ime 45, Kıyâmet 56;…)

Mevlânâ -kuddise sirruhû- Hazretleri de cemaat hâlinde olmanın önemi ile ilgili olarak;

“(Îman kardeşin olan insanlarla) dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.” buyurur. İstikametten ayrılıp, nefsine râm olmanın, îmandan mahrum kalmanın karşılığı; insana ihsan buyurulan yüksek değer ve şerefi de kaybetmek mânâsına gelir. Üstad Necip Fazıl, bu bedbahtlara şöyle seslenir:

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek!

Malazgirt’te, Rum diyarının kapısını İslâm’a açan Sultan Alparslan, saf bir îmânın tezâhürü olarak;

“Biz Türkler, temiz müslümanlarız. Bid‘at nedir bilmeyiz. Onun için, Allah bizi aziz kıldı.” diyordu. Müslüman; önce kendisinden başlayıp, hâle hâle yayılarak, nihayette bütün insanlıktan mes’uldür. İslâm âleminin de içinde çırpındığı zilletten kurtulabilmesi, mâzîdeki gibi mukaddes dâvâyı güdebilmesi, yeniden dünyayı huzura kavuşturabilme şerefine ulaşabilmesi; fert fert herkesin Allah Teâlâ ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in beyan buyurdukları îmanla dirilmesine bağlıdır.

____________________________

* Osman Nûri TOPBAŞ, Yüzakı Dergisi, sa. 124.