PRENSİPTE NET, UYGULAMADA HASSÂSİYET

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

harun_ogmus_yuzakidergisi-ekim2015

İslâm akîdesi özellikle tevhid konusunda son derece net prensipler içerir. Elfâz-ı küfür, yani kişiyi dinden çıkarıcı sözler hakkında hususî kitaplar yazılmıştır. Bunları tek tek ezberlemek zordur. Meselenin esprisini kavramak için îmânı zedeleyen hususları şu maddeler altında toplamak mümkündür:

1. Allâh’ın ortağı, yardımcısı ve aracısı olduğuna inanmak, O’nun -hâşâ- oğlu veya kızı olduğunu söylemek.

2. Allah’tan başka bir varlıktan medet umup ona; duâ etmek, huzûrunda secde etmek, kurban kesmek, tavaf etmek vb. tapınmayı sembolize eden başka fiiller yapmak, onun Allâh’ın izni olmadan bir fayda veya zarar vereceğine inanmak.

3. Allah’tan başka bir varlığı Allâh’ın dînine alternatif bir din veya hüküm koyucu olarak kabul etmek.1 Zaten bu durum; dînin bir helâlini haram veya bir haramını helâl yapacağı için, kaçınılmaz olarak kişinin helâl ve haram konusunda dîne aykırı bir inanç içinde olmasına yol açar. Eğer bu inanç; dînin kesin olarak bilinen hususlarından biriyle çatışıyorsa, kişinin dinden çıkmasına sebep olur. Çünkü din, parçalanma kabul etmez.2

Yukarıdaki üç madde İslâm inancına göre şirk, yani Allah’tan başka bir varlığı tanrı kabul etmektir. Bu sayılan maddeler; şirkin -genellikle zannedildiği gibi- sadece puta tapmak demek olmadığını, çok daha geniş bir muhtevâya sahip olduğunu göstermektedir. Bu geniş muhtevâyı kısaca; «Allâh’a ait olan bir yetkinin canlı veya cansız başka bir varlığa nisbet edilmesi» şeklinde hulâsa etmek mümkündür.

Kişiyi dinden çıkarıcı hususlar şirkten ibaret değildir. Yukarıdakilere ilâveten aşağıdaki maddeler de kişiyi dinden çıkarır:

4. Dînin hükümlerini benimsememek, onların kendisini bağlamadığını söylemek, onlara aykırı hükümler veren kimselerin hakemliğine başvurmak. Çünkü din tam ve gönülden bir teslîmiyet ister. Müslüman bütün değer ve ölçülerini Allah ve Rasûlü’nden alır. Allah ve Rasûlü’nün belirlediği değer ve ölçüleri benimsememek itaat ve teslîmiyetle bağdaşmaz. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Allah ve Rasûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih yapma hakları yoktur. Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” (el-Ahzâb, 33/36)

Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda özellikle yahudi ve münafıkları kınayan birçok âyet vardır. Birkaçını verelim:

“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur’ân’a ve Sen’den önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğûtu (Allâh’ın dışında tapılan varlıklar) tanımamaları kendilerine emrolunduğu hâlde onun önünde yargılanmak istiyorlar. Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (en-Nisâ, 4/60)

“Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde Sen’i hakem yapıp sonra da verdiğin hükme; içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle boyun eğmedikçe îmân etmiş olmazlar.” (en-Nisâ, 4/65)

“(Münafıklar;) «Allâh’a ve Peygamber’e inandık ve itaat ettik.» derler. Sonra da onların bir kısmı bunun ardından yüz çevirirler. Hâlbuki onlar inanmış değillerdir. Aralarında hüküm vermesi için Allâh’a (Kur’ân’a) ve Peygamber’e çağırıldıkları zaman, bir de bakarsın ki içlerinden bir grup yüz çevirmektedir. Ama gerçek (verilen hüküm) kendi lehlerine ise, boyun eğerek ona gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe ve tereddüde mi düştüler? Yoksa Allah ve Rasûlü’nün kendilerine karşı zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar. Hayır, işte onlar zalimlerin kendisidirler!” (en-Nûr, 24/47-50)

Referans verdiğimiz âyetlerden de anlaşılacağı üzere burada bahsini ettiğimiz şey, uygulama eksikliği değil; Allâh’ın belirlediği değer ve ölçüleri kabul edip benimsememektir. İnsânî zaafın gereği olarak ortaya çıkan uygulama eksikliği küfür değildir.

5. Allâh’ın indirdiği hükümleri beğenmemek, dînî ve dinle ilgili hususları hafife alıp onlarla alay etmek veya alay edenlerin yanında sükût ederek durmak.3

6. Zarûrât-ı dîniyyeden, yani dinden olduğu kesin olan hususlardan birini inkâr etmek veya bunlardan birinin gerçekliğinde şüphe etmek. Çünkü din bölünme ve tereddüt kabul etmez.4 Ancak insanın, aklına takılıp da metodik olarak cevabını aradığı sorular veya gayr-i ihtiyârî kalbinden geçen düşünceler -onları savmak için içten içe çaba sarf ettiği müddetçe- şüphe olarak görülmez. Çünkü kişiye gücünün üstünde sorumluluk yüklenmemiştir.5 Aksine bu tür düşünceler Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından «îmânın kendisi» olarak nitelenmiştir.

7. İslâm’ın silinip gitmesini isteyerek, müslümanlara karşı onların düşmanlarıyla işbirliği yapmak.6

Görüldüğü üzere İslâm, îman ve küfrün ayrılmasında son derece net ilkelere sahiptir. Ancak bu ilkelerin kişilere uygulanmasında son derece ihtiyatlı olmak, bu durumlardan herhangi birine düşmüş bir kişiye hemen; «Kâfir!» damgasını vurmamak gerekir. Birinin küfrünü ileri sürerek yanılmaktansa, mü’min olduğunu bilerek yanılmak daha iyidir. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; biri diğerini küfürle itham eden iki kişiden birinin, mutlaka kâfir olacağını belirtmiştir. Yani kâfir olduğu ileri sürülen kimse kâfir değilse ona; «Kâfir!» diyen kimse kâfir olur. Bu sebeple İslâm âlimleri tekfir konusunda son derece ihtiyatlı bir ölçü belirlemişler, yüzde 99 küfür alâmeti taşıyan bir kişide yüzde bir nispetinde îman sezilse ona «kâfir» denilmeyeceğini belirtmişlerdir. Zaten tavır alınması gereken kâfirin kendisi değil, küfürdür. Bu sebeple şahıslarla uğraşmayıp daima ilke ve prensipleri ön plânda tutmalıdır. Dolayısıyla yukarıda sayılan hususlardan birini yapan bir kimseye «kâfir» yaftasını vurmadan, yaptığı işin îmanla bağdaşmadığını söylemek gerekir. Zaten doğrudan o kişinin şahsını hedef alarak kâfir olduğunu söylemek, onun müslümanlardan ve dolayısıyla İslâm’dan uzaklaşmasından başka bir netice vermez. Allah Teâlâ, Hazret-i Musa’yı Firavun’a gönderirken bile; «kavl-i leyyin (yumuşak söz)» söylemesini emretmiştir.

Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi İslâm itidal dînidir. Tevessülde bulunanı müşrik olarak görmek de, yatırlardan medet ummak da itidalden çıkmaktır. Aynı şekilde İslâm’ın öncelikli hedefinin ahlâkî bir yaşantı olduğunu unutarak, onu katı kurallara indirgeyip siyasî sloganlara fedâ etmek de İslâm’ın hiçbir siyasî ve sosyal talebi yokmuş gibi davranmak da uç noktalara savrulmaktır. Yukarıdaki 3. ve 4. maddelerden anlaşılacağı üzere İslâm’a göre yasama (teşrî) yetkisi Allâh’a aittir ve O’nun indirdiği hükümlerle yargılanmayı kabul etmek şarttır. Ancak bu, IŞİD zihniyetini benimsemeyi gerektirmez. Elbette bir müslüman ferden lâik olamaz. Çünkü lâik bir düzende İslâm’ın bütün hükümleri uygulanamaz. Ancak -ülkemizde olduğu gibi- “toplumsal uzlaşma”nın lâiklik üzerine kurulu olduğu ülkelerde; başkalarıyla bir arada yaşamak durumunda olan müslümanlar, lâik yönetimin kurallarına riâyet ederler. Bununla birlikte, İslâmî değerlerin toplum tarafından benimsenmesi için; eğitim, basın-yayın vb. barışçı yollarla ellerinden geleni yapmalıdırlar. Bu, günümüzde referans olarak gösterilen İnsan Hakları Cihanşümul Beyannâmesi’ne göre de onların en tabiî hakkıdır. Tıpkı bir sosyalistin, bir liberalin veya başka herhangi bir dünya görüşü savunucusunun kendi görüşlerini savunup yayma hakkı olduğu gibi. Sevindirici bir husus olarak kaydedilmelidir ki, -ülkemizin de standartlarını büyük ölçüde yakaladığı- gerçek anlamda lâik ülkelerde; İslâm’ın tedbir olmak üzere vaz‘ ettiği hadler, kısas ve cihad dışındaki emirleri rahatlıkla yerine getirilebilmekte, ibâdetler yapılabilmekte ve muâmelâtla ilgili hükümler uygulanabilmektedir. İslâm’dan amaç da bunlardır, bâhusus ahlâktır.

3. ve 4. maddelerde belirtilenlerle ilgili akla gelen bir husus da parlâmenterlerin, yargı mensuplarının ve yönetim erkindeki diğer kişilerin durumudur. Kur’ân ve Sünnet’i bütünlük içinde yorumlamaktan ve konjonktürü değerlendirmekten mahrum kimseler, bu meslekteki insanları ve hattâ parlâmenterlere oy veren seçmenleri tekfire yeltenmektedir. Hâlbuki kişinin yaptığı iş ne olursa olsun, İslâmî bir hassâsiyete sahipse ve İslâmî değerlerin toplum tarafından benimsenmesi için elinden gelen barışçı gayreti gösteriyorsa “toplumsal uzlaşma”nın lâiklik üzerine kurulmuş olmasından kaynaklanan İslâm’a aykırı durumlar sebebiyle şahsen sorumlu olmaz. Zira Mecelle’de de yer alan fıkhî bir kaidedir ki;

“Tamamı elde edilemeyen bir hedeften bütünüyle vazgeçilmez.” Yani ne kadarı elde edilebiliyorsa o kadarını elde etmek için çaba harcanır.

Sözü buraya kadar getirmişken söylemeden geçmeyelim:

Kur’ân’da her derde devâ bir İslâm Devleti yoktur. Böyle bir İslâm Devleti, günümüzde ortaya çıkan Don Kişotlar’ın zihnindeki bir ütopyadan ibarettir. Çünkü insanlığın dünya ve âhiret saâdetine rehber olmak üzere indirilen Kur’ân, bir siyaset belgesi veya bir hukuk kitabı değildir. Tıpkı bir bilim ve ekonomi kitabı olmadığı gibi… Mamâfih bu mübârek kitap, siyasetin temel bazı ilkelerini ve örnek bazı hukukî düzenlemeleri ihtivâ eder. Tıpkı bilimin konusu olan kâinat olgularına dikkat çekip, ekonomiyle ilgili bazı temel ilkeleri içerdiği gibi… İslâm Devleti’ni kuracak, onun hukukunu, ekonomisini ve siyasî hedeflerini belirleyecek olan İslâmî akıldır. İslâmî akılla kastettiğim; Kur’ân ve Sünnet’i tutarlı bir metodoloji içerisinde anlayıp yorumlayan, o ikisi ışığında tenkit süzgecinden geçirdiği on dört asırlık geleneğin birikimlerinden istifade eden ve bütün bunlardan yaptığı çıkarımları günümüz şartlarına uyarlayabilen âlimlerdir. Bu evsafa sahip; hukukçu, ekonomist ve siyaset bilimciler, on dört asırlık birikimden de istifade ederek günümüzün hukuk, ekonomi ve siyasetini Kur’ân ve Sünnet’e dayalı olarak ortaya koyabilirler. Şu hâlde «İslâm Devleti» demek yerine, «müslümanların devleti, ekonomisi ve hukuku» demek daha isabetlidir. Çünkü Kur’ân’da herhangi bir yönetim şekli ve ekonomik düzenden bahsedilmez; ancak şûrâ, ülü’l-emr gibi bazı yönetim ilkeleri, sosyal adâletin sigortası konumunda bulunan zekât vb. emredilir, ekonomik sömürü aracı olan fâiz vb. yasaklanır. Kur’ân’da kendisine en fazla yer bulan hukukî emirler bile hayatın tamamını kapsamaz. İşte yukarıda tavsif ettiğimiz İslâmî akıl, Kur’ân’da geçen bu ilkelerden hareketle şümullü bir sistem çıkarabilir.

Hulâsa İslâm’ın siyasî ve sosyal hedefleri vardır. Ancak bunlar İslâmî değerlerin toplumda hâkim olmasıyla, yani fertlerin İslâmî değerleri benimsemesiyle gerçekleşir. Siyasî gücü ele geçirerek toplumu zorla İslâmlaştırmak (!), İslâmî bir yol değildir. Olsaydı Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke devrinde kendisine yapılan krallık teklifini reddetmezdi. Demek ki, esas olan; İslâm’ın ilke ve prensiplerinin kalplere yerleşmesi, ahlâkî erdemlere sahip fertlerin yetişmesidir. Bu gerçekleşince toplum kendiliğinden İslâmlaşır. Yapılması gereken, bunun gerçekleşmesi için barışçı gayretler ortaya koymaktır. Kendi tercihleri olmaksızın gayr-i İslâmî toplumlarda doğup yetişmiş insanları tekfir etmek abestir.

_______________________________

1 bkz. et-Tevbe, 9/31; eş-Şûrâ, 42/21.
2 bkz. el-Bakara, 2/85, 285; en-Nisâ, 4/150-152.
3 bkz. en-Nisâ, 4/140; Muhammed, 47/8-9, 25-28.
4 bkz. el-Bakara, 2/85, 285; en-Nisâ, 4/150-152.
5 bkz. el-Bakara, 2/286.
6 bkz. Âl-i İmrân, 3/28-29, 118; el-Mâide, 5/51; et-Tevbe, 9/16, 23-24; el-Mücâdile, 59/22; el-Mümtehıne, 60/8-9.