ÇOCUKLARIMIZI NASIL YETİŞTİRİYORUZ?

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

ahmet-ziylan-yuzakidergisi-ekim2015

Her insanın bir fıtratı, bir tabiatı var. Annesinden, babasından geçen ırsî özellikleri de var. Ama belki bunlardan çok daha önemlisi, çocuk yaşlarda insanın aldığı eğitim var, helâl gıda ile beslenmesi var.

Eğitim derken; okul, sınıf, tahta ile yapılan değil illâ… Her davranış bir eğitim. Her insan bebekliğinden itibaren önce anne-babasının; sonra çevre akrabalarının, komşularının, arkadaşlarının ve dostlarının terbiyesi altındadır. Onların sözleri, yönlendirmeleri ve tepkileri ile şahsiyeti şekillenir.

Meselâ anne-baba;

Çok aşırı mı koruyor; «Ona dokunma! Bunu tutma! Şunu yapabilir misin, ekmek alıp gelebilir misin, şuraya gidebilir misin, şunu yapmaya korkar mısın?» diyor, çocuk da korkak yetişiyor.

Buna karşılık;

Çok serbest bırakılan çocuk, aşırı cesaretli ve sorumsuz olabiliyor.

Çocuk yanlış yaparsa yanlışı görmezden gelmek; aşırı merhamet, çocuğu şımartır.

Disiplinde aşırılık ve sertlik ise çocuğu arsızlaştırır. Hiçbir şey kâr etmez olur. Olur olmaz çocuğa bağırmak, dövmek huysuzlaştırır.

Doğru bir şekilde eğitmek; doğruyu doğru, yanlışı yanlış olarak öğretmek, belletmek demek. Fakat bu; acımasız, yıkıcı bir tenkide dönmemeli. Eğitim icabı bazı şeyler bir süre görmezden gelinebilir. Maksat şevki kırmamaktır.

Sayın Hilmi AKINAL adında kıymetli bir arkadaşımız var. O anlatmıştı:

Bir pazar günü 13-14 yaşlarında iken babasından bir miktar harçlık alır, gezmeye çıkar. Yolda giderken bakar ki; bir köylü, bir tavşan derisini sallaya sallaya geliyor. Hilmi’nin babası deri işiyle uğraşan bir tüccardır. Bu sebeple deriye ilgi duyar;

“–Amca o deriyi satıyor musun?” diye sorar.

O da;

“–Evet!” deyince başlar pazarlığa:

“–Kaça satıyorsun?”

“–İki liraya.”

“–Bir buçuk vereyim…”

“–Hadi bir yetmiş beş olsun.”

“–Yok, bir buçuktan fazla vermem.”

“–Tamam.”

Harçlığının üzerine biraz da katarak köylüye verir, deriyi alır, eve gelir. Babasına;

“–Baba bugün bir tavşan derisi aldım.” deyip sevinçle gösterir.

“–Kaça aldın oğlum?”

“–«İki lira» dedi, ben bir buçuğa aldım.”

“–Ooo ne güzel yapmışsın! Aferin sana! Bugün oğlumuz kârlı bir iş yapmış, bunu kutlayalım, künefe yiyelim.”

Gider künefe alırlar. O gün evde künefe pişer. Evlât da; «bir işe yaradım, tebrik ve takdir gördüm.» diye sevinir. Artık hayatta karşısına çıkabilecek fırsatlarda tutuk kalmayacaktır. Girişken olacaktır.

Hikâyemiz burada bitmiyor. Biraz daha devamı var.

Bizim Hilmi Bey aradan zaman geçmesine rağmen iki de bir babasına;

“–Baba, o ticaretim nasıldı ama? Tavşan derisini aldım, kazancına künefe yedik.” diye hatırlatmaya, hattâ işi abartmaya başlar.

Hâlbuki düşünse babasının bunu kendisini taltif etmek için yaptığını idrak edebilir. Çünkü bir buçuk liralık tavşan derisini kutlamak için beş liralık künefe alınmıştır.

Oğlunun hâlâ söyleyip durduğunu görünce babası gerçeği açıklar;

“–Oğlum!” der. “O aldığın tavşan derisi var ya, aslında bir lira etmezdi. Fakat ben senin şevkini kırmamak için; «Pahalı almışsın, niye böyle yaptın?!.» demedim. Seni ticarete alıştırmak, heveslendirmek için tebrik ettim, tatlı bir başlangıç hâline getirdim.”

Eğer azarlasa yahut kazıklanmış diye küçük görse, bu tekrar ettikçe oğlunda soğukluk ve korku başlardı. Çocuk tebrikle şımarınca da hakikati ifade etmek gerekti.

Evlâtlarımızı yetiştirirken şahsiyetlerini olgunlaştırıcı davranışlar sergilememiz gerek. Sabırla, sevgiyle…

Geçen gün bir arkadaşım anlatıyor:

Bacanağının 13-14 yaşlarındaki ikiz çocuklarını, öğretmenleri bir kutlama gününde şehirdeki âbideye çelenk koymak için diğer arkadaşları ile birlikte götürür, merasim biter. Öğretmen;

“–Vakit geçti, okula gitmeye gerek yok. Buradan herkes evine gitsin!” der. Herkes dağılır fakat bu iki çocuk; evlerinin yolunu bulamaz, kaybolurlar. Annesine telefon açarlar, annesi telâşlanır. Nerede olduklarını, orada neler bulunduğunu sorarak tespit eder, bir araba ile gider çocukları bulur getirir.

Çocukları bu kadar da nâzik, camekânda yetiştirir gibi yetiştirmemeli, biraz zorluklara alıştırmalıdır.

Aynı arkadaş bir gazetede veya bir yerde okumuş, başka bir çocuğu anlatıyor:

Hâdise, İstanbul Gürpınar’da bir dükkânda geçiyor. Arkadaş 3 kilogram pamuk almak için mağazaya gider, mağaza sahibi yoktur. Dükkânda 12-13 yaşlarında bir çocuk vardır. Ona;

“–Oğlum baban nerede? Biz pamuk almıştık, bugün gelmemizi söylemişti.” der.

Çocuk;

“–Ben hâllederim, babam bugün gelmeyecek. Ablam evleniyor da…” der. Babasına telefon açar, babası;

“–Müşteriye bir çay ikram et, çay içinceye kadar gelir verirsin.” der.

Müşteri oturur çayı yudumlarken, bir başka müşteri;

“–Oğlum dükkân sahibi yok mu?” deyince çocuk;

“–Babam yok, ben yardımcı olayım. Ne istiyorsunuz?” der. Müşteri;

“–Bir hediye alacaktım da…” deyince çocuk;

“–Hediyeyi alacağınız kadın mı, erkek mi, yoksa çocuk mu kız mı oğlan mı?” diye soruyu dörde böler. Müşteri;

“–Kız…” deyince çocuk; bir kıza götürülebilecek hediyeleri sıralar. Güzel bir dil ve nezâketle müşteriye satar, güzel bir ambalâj yapar, parasını alır memnuniyetle müşteriyi yollar. Bu arada pamuk bekleyen müşteriden özür diler;

“Seni beklettim!” der. Müşteri gördüklerine, çocuktaki cevhere hayran kalır. Bir yazıyla yayınlar.

Bana anlatan arkadaş da çocuğun davranışlarını takdir ederek, bütün çocukların böyle olmasını, geleceğimiz için böyle yetiştirilmesini temennî ediyordu.

Bazıları sevgiyi, kıymet vermeyi; hep maddî hediyelere boğmak zannediyor.

Hayır bu da doğru değil.

Hediye vermek, hediyeleşmek, ödüllendirmek güzel. Fakat sevginin ölçüsü sadece maddiyat olmamalı. Çocuk; gözü tok olmayı, kanaati, sabretmeyi, tevekkülü de öğrenmeli.

«İstedim almadılar, öyleyse beni sevmiyorlar.» diye sevgiyi maddeye bağlamaya alışmamalı. Alın terini öğrenmeli, kazanmayı sevmeli. Vazgeçmeyi de bilmeli. Duygularını ve arzularını dizginlemeyi de bilmeli. «Onun var, benim de olmalı.» gibi duygulara kapılmak yerine, anne-baba nasihati dinlemeyi bilmeli.

Maddiyat, zengin bir baba için en kolay şeydir. Parasını verir alırsın. Ama asıl kıymetli şeyler; parayla satın alınamayan güzelliklerdir, paha biçilemeyen duygulardır, ahlâkî vasıflardır.

Bu hakikatten dolayı, maddiyata boğulmuş bazı çocuklar bir süre sonra artık pahalı hediyelerle, kıymetli ödüllerle motive olamıyor. Allah korusun; sevgiyi, ilgiyi zararlı mecrâlarda arayabiliyor.

Bazen anne-baba bu mevzuda şuurlu olsa da, akrabalar devreye girip işi bozabiliyorlar. Bir akrabanız veya tanıdığınız bir gün çıkageliyor;

“–Ooo torunum!” veya;

“–Yeğenim!” diyerek iyi niyetle, muhabbetle çocuğunuzu kucaklıyor, günübirlik şımartıcı bir hareketle sizin emek verdiğiniz eğitimi bozabiliyor. Böyle zamanlarda «ayıp olmasın» düşüncesini bir tarafa bırakıp, prensipleri korumak lâzım.

Bundan on sene kadar evvel torunuma dayısı bir akülü araba almaya kalkıştı;

“–Alamazsın!” dedim.

Hayretle;

“–Nasıl alamam?!. İçimden yeğenime bir akülü araba almak gelmiş, niye engel oluyorsunuz ki?” dedi. Yine;

“–Alamazsın!” dedim.

Bu sefer;

“–Yani bir akülü araba almak çok mu para? Alamaz mıyım yani?” deyince baktım iş başka mecrâlara çekilecek, izah etmek durumunda kaldım;

“–Mesele başka!” dedim.

“Bak burada kaç aile oturuyoruz, her evde birkaç çocuk… Sen bir tek çocuğa akülü araba alınca o evlerde kızıl kıyâmet kopacak. Çocuklar;

«Ona alındı, bana niye alınmadı?» demeye başlayacaklar. O evlere huzursuzluk getirmiş olacaksın.”

Bu gibi incelikler günden güne kayboluyor. Eskiden başkalarının incinmemesini gözetmek, göz hakkını düşünmek, çocuğun gönlünü yapmaktan daha önemliydi. Çünkü çocuklarımız da bu duyguları öğrensin istenirdi. Eve alınan gıda maddeleri bile, içini göstermeyen çantalarda taşınırdı.

Şimdi âdeta tam tersine nisbet yapmak ve hava atmak moda oldu.

«Komşular görüp de canı çekmesin!» diye düşünmek bir tarafa;

«Görsün de çatlasın!» anlayışı yayılmaya başladı.

Bir zaman iş seyahati için İtalya’dayız; baktım yanımızdaki arkadaşlardan biri, çocuklarına iç çamaşırı alıyor. Garipsedim;

“–Türkiye’de çamaşır mı yok?” dedim.

Meğer markalı diye alıyormuş. Çocuk düşük bel pantolon giyecek, içinden çamaşır markasını gösterecek! Arkadaşlarına hava atacak. Veya böyle markalı arkadaşlarına ezilmeyecek (!) «Bak! Benim de var!» diyecek.

Bu yarışın sonu var mı?

Kılık kıyafetle başlayacak, atla arabayla devam edecek.

Zaman zaman gazetelerde, televizyonlarda haberler çıkar. Son model spor otomobilleriyle geç saatlerde birbirleriyle yarış yapıp aşırı hızla kaza yapan ve ölüp giden, sakat kalan gencecik çocuklar…

Yazık…

Hâlbuki çocuklarımıza hayır yarışını öğretmeliyiz. Alın teriyle kazanıp, cömertçe ikram etme yarışını aşılamalıyız. Topluma, insanlığa faydalı olma rekabetine imrendirmeliyiz.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor:

“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir:

•Allâh’ın kendisine ihsan ettiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse;

•Allâh’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse.” (Buhârî, İlim, 15)

Yani sevgiyi maddiyatta aramamak lâzım geldiği gibi, yarışmayı da maddede değil mâneviyatta aramalı.

Çocuklarımız el âlemin elbisesine, markasına özeneceğine; büyük şahsiyetlerin ilmine, irfanına, cömertliğine, ihsanına imrenmeli. Bunun için zemin oluşturmalı. Öyle kişileri ziyarete götürmeli. Sevdirmeli, hürmet ettirmeli.

Eğer çocuğunu seviyorsan, dünyası ve âhireti mâmur olsun istersin. Bunun yolu da; onun nefsini tatmin etmeye çalışmaktan, gözünü doyurmaktan değil, gönlünü doyurmaktan, kalbini kazanmaktan geçer.

Nice zengin var. Adam çalışkanlığıyla, gayretiyle bir yerlere gelmiş. İşine, öğrenmeye, yorulmaya düşkün. Sıfırdan bir marka üretmiş vs. Fakat çocuklarına mîras olarak maddî servetini bırakıyor da, asıl mânevî servet olan çalışkanlığını, tevekkülünü, alın terini, tesbihini bırakamıyor. Çocuklar yan gelip, babalarının varlığını yiyorlar.

Bu merhamet değil merhametsizlik. Bu sevgi değil, maddiyat ilişkisi.

Gerçek merhamet; yarın babası olmadan da ayakta kalacak olan evlâdına, ihtiyaç duyduğu her hasleti kazandırmaktır.

Gerçek sevgi, gerçek servet olan güzel ahlâkı, güzel davranışları kazandırmaktır.

Bunun için biraz risk almak gerekiyor tabiî ki. En lüksünden hazır yiyen çocuğu çalışmaya alıştırmak, kanaate alıştırmak kolay değil. Bedel istiyor. Dirâyet ve duruş gerektiriyor.

Ticaretteki başarılarıyla meşhur yahudiler, çocuklarını erken yaşta eğitirlerdi. Daha küçük yaşta kucaklarına bir tabla verir, lâstik, iplik vs. sattırmak sûretiyle onları ticarete alıştırırlardı. O çocuk onları satsa ne olur, satmasa ne olur?!. Babasının ticaretinin yanında hiçbir şey. Ama mühim olan, çocuğun; «para nasıl kazanılırmış» onu öğrenmesi. Nefsini bir kenara koyup insanlarla yüz-göz olmak sûretiyle ticarete alıştırılması. «Ben bunu satamam, ben filâncanın oğluyum, şöyle kalburüstü böyle itibarlı kimselerdenim.» dememesi.

Geçmişte sadece yahudilerde değil, bizde de evlât ve çırak yetiştirme meselesi üzerinde durulurdu. Beni de 6-7 yaşlarımda kuşakçı dükkânına çırak vermişlerdi. Ustam elime kovayı verir, komşu evlerden su almaya yollardı. Ben evlerin kapısını çalarım, evin hanımı kapıya gelir;

“–Ne istiyorsun?” deyince;

“–Bir kova su istiyorum.” derdim. O zaman o evlerde şehir şebeke suyu yok. Kuyudan çekilmesi lâzım.

“–Ben çeksem işim var. «Sen çek!» desem kuyuya düşer başıma belâ olursun…” diyerek kovarlardı. Başka bir eve giderdim. Öyle öyle suyu bulurum, zar zor getirdiğim suyu da kapının önüne döker, tekrar yollardı. O zaman anlamamıştım, benim çekingenliğimi kırmak için gönderirmiş.

Bugün; çocukların nefsi törpülenmiyor, hiç zora gelemiyorlar, az da olsa sıkıntı çekmiyorlar. Eğitim yuvaları özel, lüks, paralı vs. olunca orada da el üstünde, zahmetsiz hayat devam ediyor. Fakat büyüyünce de çok zorlanıyorlar. Yahut nefsânî bir hayat yaşıyorlar. Maalesef bazıları insanlığa faydalı bir fert olmak yerine; egoist, bencil, nankör ve kibirli birer tip olup çıkıyorlar.

Evlâtlarını böyle yetiştiren anne-babalar, aslında çocuklarını çok seviyorlar. Sahip oldukları her şeyi onların ayaklarına sererek; onlara ferah, mutlu bir hayat bırakarak, onlara sevgilerini göstermek istiyorlar. Ama asıl kıymetli mîrâsı unutuyorlar:

Peygamberimiz ne güzel buyurmuş:

“Hiçbir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33)

Bu mîrâsı bırakabilmek için, emek vermek, eğitim vermek gerekiyor.

Rabbim, neslimizden yüzümüzü ağartacak evlâtlar getirsin. Yüzümüzü yere baktıracak evlâtlar yetiştirmekten hepimizi korusun. Bizim ve çocuklarımızın ahlâkını güzelleştirsin. Kazançlarını helâl, sözlerini doğru, işlerini dürüst, alınlarını ak eylesin.

Âmîn…