CENNETE ULAŞTIRACAK ÎMAN

YAZAR : Sami BÜYÜKKAYNAK skaynak48@hotmail.com

sami_buyukkaynak-yuzakidergisi-ekim2015

Îmân etmek… Şeksiz, şüphesiz yüce Allâh’ı yegâne müdâhil kudret olarak kabul etmek. Bunu kalbin en saf hâliyle yapmak. Ufacık dahî bir; «Acaba mı?» endişesi olmadan ikrar etmek…

Îmânı kalbin kuşatması gerekmektedir. Yani Allâh’ı hayatın her alanına müdahale eden yegâne kudret olduğunu kalbin onaylaması ve tüm âzâların buna riâyet etmesi gerekmektedir ki; işte o zaman bunu yerine getiren kimsenin adı, îmân adamı yani mü’min olmuş olmaktadır.

Îmân etmek demek;

Allâh’ı tek hâkim güç olarak kabul etmek demektir.

Hayatta Allâh’ın hüküm verilmemiş, düzenlenmemiş hiçbir alan bırakmadığını kabul ve ikrar etmek demektir.

Îman, şartlar ne olursa olsun Allâh’ın onaylamadığı hiçbir işe kalkışmamak demektir.

Îman demek, Allâh’ın; «Îmân et!» dediğine îmân etmek demektir.

Îman demek; «Allah ne diyorsa odur.» duruşunu her dâim kuşanmak demektir.

Evet, îman varoluşun (fıtratın) yegâne esasıdır. Doğan herkes bu fıtrî donanımla dünyaya gelir. Sonrasında bulunduğu ortamın etkisiyle ya îmâna devam eder veya savruluşlar, kayboluşlar meydana gelir. Bu savruluşların vukûundan olsa gerek Rabbi zü’l-Celâl îmân ettiğini izhar edenleri yeniden îmâna davet eder:

“Ey îmân edenler! Allâh’a, Peygamber’ine, Peygamber’ine indirdiği Kitâb’a ve daha önce indirdiği Kitâb’a îmân(da sebat) ediniz. Kim Allâh’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyâmet gününü inkâr ederse tam mânâsıyla sapıtmıştır.’’ (en-Nisâ, 136)

Zât-ı Risâlet Penâhî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de îmânın yenilenmesinin gerekliliğinden bahseder:

“Îmânınızı; «Lâ ilâhe illâllah!» sözü ile tecdit ediniz, yenileyiniz.” (Müsned, 2/359)

Demek ki, îmânı kaybetmek insanın karşı karşıya kalacağı en büyük tehlikedir. Bu yüzden îmâna sahip çıkmak, îmânı kaybetmemek için üzerinde titremek icap eder. Bunun için öncelikle -ister ailede elde edilmiş, ister daha sonra araştırmayla elde edilmiş olsun- îman gibi büyük bir nimetin ne olduğunu, neleri kuşattığını bilmek gerekmektedir. «Nasıl îmân edilir ve nasıl îman kaybedilir?» bunları öğrenmek mü’minin boynunun borcudur.

Îmanda Allâh’a îmân önceliklidir. Bunun altını çizmek gerekir. Peki, bu nasıl bir îmân olacak?

Bu îman; Allâh’ın yegâne yaratıcı kuvvet olduğunu, her an yaratmakta olduğunu, hayatın her merhalesini düzenleyecek kanun koyucu olduğunu, insanın dünya hayatında sahip olduğu bütün nimetleri verenin, rızık verenin, hayat verenin Zât-ı Zü’l-Celâl olduğunu dil ile söyleyip kalp ile ikrar etmekle mümkün olacaktır. Bu tasdik ve ikrar ile birlikte bu îmânı taçlandıracak, ispat ettirecek ibâdet ve muâmelât da gereklidir.

Bugün îmânî noktada büyük savruluşlar görülmektedir. Kalbinin temizliğinden dem vurup îmânına aykırı iş yapanlar; konuştuklarıyla, yaptıklarıyla îmânını zedeleyenler hattâ kaybedenler ama îmanlı olduğunu söyleyenler; hayat görüşü olarak materyalist, pozitivist, determinist olduğu hâlde; «Mü’minim.» diyenler… Bütün bu savruluşların sebebi, aslında neye îmân ettiğini, îmânının neye olduğunu bilmemektir.

Bugün Allâh’a inandığını söylediği hâlde, Allâh’a hayatın sınırlı yerlerinde; cenazede, camide -hâşâ- izin veren müslüman toplum fertlerinin îmanlarını tazelemeleri, yeniden îmân etmeleri gerekmektedir. Şu bir vâkıa ki; işin başında yani evlerde, okullarda îman eğitimine öncelik verilmediği sürece; îmanlı olduğunu söylediği hâlde îmanla yaşantısının, düşüncesinin uyuşmadığı insanlar üretilir. Rızkı verenin, hayatın tüm safhalarını düzenleyecek kanunlar tanzim edenin, Allah olduğu inancı yerleşmediği müddetçe, insanlar indinde türlü türlü îman çeşitleri ortaya çıkacak; bunun neticesinde; îman, kalbine tam yerleşmemiş, istediği zaman îmânından kolayca taviz verir, söylediğinin, yaptığının ve dinlediğinin kendisinin îmânını zâyî edeceğinin farkında olmayan insanlar türeyecektir. Bunu îkaz sadedinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Öyle bir zaman gelir ki kişinin îmânı gider de haberi olmaz. Hâlbuki ondan gömleğin çıktığı gibi îman çıkmış olur.” (Deylemî, Râmûzu’l-Ehâdîs, 6251) buyurmaktadır.

Şu bir gerçek ki; «Bu zamanda bu olur mu, hangi çağda yaşıyoruz, bu çağda İslâm miras hukuku uygulanır mı, fâizsiz bir ekonominin olması mümkün değil, bu çağda çalgılı düğün yapmazsak çevre ne der?» gibi ifadeler de aslında îmânı zedeleyen hattâ îmânı yok eden ifadelerdir.

İnsanların dillerinde pelesenk hâline getirilen şarkıların sözleri ise aynı vahamettedir. Sanki normal ifadelermiş gibi şuursuzca tekrar edilen;

«Seni sevmek ibâdetim», «Dertlerin kalkınca şâha bir sitem yolla Allâh’a», «Kaderin böylesine yazıklar olsun!», «Kader utansın!», «Kahpe kader», «Tapılacak kadınsın sen!» «Bir tanrıya taptım bir sana taptım!», «Sensiz ölürüm cennette», «Sensiz cennet bile sürgün sayılır», «Cenneti değişmem saçının teline», «Hadi keyfine bak; inan bana, aldırma öbür dünyaya», «Ne zaman bitecek tanrım bu azap?», «Tanrım beni baştan yarat!» gibi şarkı sözleri de aynı şekilde îmanları tehlikeye sokmaktadır.

Bütün bunlar gösteriyor ki, îman bir nimettir; ona sahip çıkmak, onu anlamak, onda sâbit olmak ise hassâsiyet ve samimiyet gerektirir. Sadece; «Îmân ettim!» demek yetmemekte; îmâna sahip çıkmak, îmânın getirdiği sınanmalara karşı sabır ve teslîmiyet göstermek gerekmektedir.

«Bunun sonucunda ne var?» diye sorulacak olsa;

«CENNET» cevabını vermek kâfî gelecektir.