SEN ÖNCE KENDİNİ DÜZELT!

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

ahmet_ziylan-yuzakidergisi-eylul2015

Umredeydim, tavafta zaman zaman kalabalık, sıkışıklık, izdiham oluyor. Omuz omuza göğüsler öndekinin sırtına değecek şekilde tavaf ediyoruz. Bazıları, sıkıştığı için kendini korumak maksadıyla; ellerini birbirine geçirerek yumruk yapıyor, göğsünün üstünde tutuyor. Yani aşırı izdiham olursa kalbi sıkışmasın diye kollarından bir çember oluşturuyor. Fakat ağır ağır yürürken, her adımda parmaklarının sert eklem yeri sırtıma vuruyor. Ben de her çarpışında canım acıdığından; «Of!» diyorum. Adam farkında da değil, yani isteyerek yapmıyor. Ama ikide bir de vuruyor. Canım acıdığında adama bir şey söylemek istiyorum, ama tavaf yapıyorum bir şey diyemiyorum. Kendi kendime;

“Yahu niye öfkeleniyorsun?!. Sen masaj yaptırırken de sırtına «tık tık tık» yapmıyorlar mı? Üstüne üstlük bir de para veriyorsun. Şimdi sen bu mübârek yerde bedava masaj oluyorsun! Böyle düşün.”

Ondan sonra her çarpışında; «Of!» değil; «Oh!, Hû!, Hak!, Şükür!..» demeye başladım. Bakış açısı değişince; sinirlendirici, moral bozucu bir hâdise, tatlı bir hâtıraya dönüştü. Böyle yapmayıp da, arkamı dönüp;

“Ne çarpıyorsun kardeşim! Biraz dikkatli olsana!” desem, o da karşılık verse, mübârek yerde ibâdetin feyzini, bereketini kaçıracak bir gerilim olur, her şey zâyî olurdu.

Hayatta birçok noktada, karşılaştığımız gerginlik ve öfke oluşturan birçok hâdise böyle hayra dönüşmeye hazırdır. Yeter ki biz onu; güzelliğe, hayra, iyiliğe, dostluğa dönüştürme azmi ve sabrı gösterebilelim.

Peygamber Efendimiz de; «Hayra yorun.» buyuruyor, güzel değerlendirin, güzel isimlendirin.

«Ama» diye başlayan itirazlar, şikâyetler, olumsuz düşünceler, herkesten önce bizi gerer, bizi yorar, bizi üzer…

Olaya şuradan da bakmalı:

Ahlâk ilmi, bize hep şunu telkin eder:

“Sen önce kendini düzelt.”

Nefsimiz ise, daima kusuru başkasında aramaya çalışır. Başkalarının ayıplarını ortaya dökerek kendi kusurlarını gündemden uzak tutar.

Hâlbuki başkasının düzelmesi de önce bizim kendimizi düzeltmemize bağlı. Çünkü bilhassa ikili münasebetlerde; bir satranç oyununun hamleleri gibi, her hareket, her söz karşı tarafı etkiler. Müsbet hamleler, müsbet neticeyi, menfî adımlar, menfî sonuçları doğurur.

Bu vesileyle Gaziantep’te, 50 sene önce başımızdan geçen bir hâtırayı da paylaşalım.

Ayakkabı üreten meslektaşlarımız; ürettikleri ayakkabıları bize getirir, belli bir ücret karşılığı, ayakkabının kenarını, topuklarını ve altını tesviye eder, düzeltir geri veririz. Buna «freze yapma» denir; makinesi var, hem güzel hem de süratli yapılır. Bizden başka yapan arkadaşlar da var. Bu arkadaşlarla arasında bir anlaşmamız vardı. Birbirimizin müşterisini almak serbest, fakat birimize borcu olan bir esnaf ise, önce borcunu ödeyecek. Bu borcu ödemeden, başka bir üretici onu kabul etmeyecek. Bu, üretici arkadaşları koruyan güzel bir anlaşmaydı. Bir müşteri esnaf, isterse seni beğenmez, bir başkasını tercih eder, daha kaliteli, daha ucuz iş yaptırabilir. Fakat sana borcu varken, git başkasına, bir de ona borç tak, bu olmaz. Maksat bu.

İşte bu anlaşmamıza uymayan bir durum oldu. Bir müşterimiz bize yetmiş-seksen lira borç bırakıp bir başka esnafa gitmişti. Bir gün bir meslektaşımın yanına çay içmeye gitmiştim. Baktım bana borç takıp giden o müşterim oraya geldi, iş getirmiş, freze yaptıracak. Ben de hazır onu orada bulmuşken;

“–Bak kardeşim!” dedim.

“–Sen bu işi buraya getirdin ama bana borcun var.”

“–Usta! Senin de haberin olsun, ya bunun borcunu vereceksin, ya da işini yapmayacaksın.”

Anlaşmaya istinâden frezeci meslektaşa söyledim.

Bu söz ağzımdan çıkar çıkmaz adam öyle bir öfkelendi ki, ağzına ne gelirse saydı;

“–Çık dışarıya sana göstereyim…” diye kavgaya davet etti.

“–Vermiyorum, alabilirsen al, elinden geleni geri koyma…”

Hakaretler yağdırdı. Adam tipik yürüyen; «Ben belâyım!..» diyen bir tip. Kavga etsem elimde kalır, ben ondan güçlüyüm ama oradaki arkadaşlar; «Uyma!» diyerek beni teskin ettiler, kendi dükkânıma getirdiler. Allah bir sabır verdi, sustum, ona hiçbir şey demedim. Biraz da kendimi suçlu hissettim, o kadar adamın yanında onu küçük düşürücü söz söylememem lâzımdı, diye düşünüyordum. Belâ bulaşmasın diye çıktım dükkânıma gittim.

Bir gün sonra ben dükkânda çalışıyorum, aynı adam dükkânın önüne gelmiş yolun ortasında duruyor, camdan içeri bakıyor. Adam da şöyle kabadayı görünümlü. Ayağında yumurta topuk ayakkabı, ökçesine basmış, ceketini sırtına atmış, bir omzunu da şöyle eğmiş. Tam belâ arayan bir görüntüsü var. Fakat korkum yok. Amma içimden; «Buna uyma!» dedim. Görmezden geldim. Baktı, baktı gitti.

Bir gün sonra yine geldi, içeride çalışıyorum. Gözümün yanı ile baktım, yolun ortasında duruyor, dükkâna bakıyor. Kafamı çevirip bakmadım, işime baktım, görmezden geldim. «Belâ» diyorum, durdu, durdu, gitti…

Bir gün sonra yine geldi. Ben de bu sefer dışarıdaydım. İçeri girsem, korktu olacak. Şöyle yolun ortasında mevzuyu açmak için fırsat kollayarak bakıyor bana. Dayanamadım;

“–Ne istiyorsun?!.” dedim. Çıkışırcasına söyledim. Çünkü ikide bir gelişi, bakıp duruşu kavga arayışına alâmet…

“–Ne mi istiyorum?!. Çağırıp da bir çay ikram etmez misin?” demez mi!

Ardından hiç beklemediğim sözlerini sıraladı;

“–Gece-gündüz yemek yiyemiyorum üzüntümden, üç gündür geliyorum şurada duruyorum; «Acaba bir bakar da kendisinden özür dileyebilir miyim?» diye; sen de hiç bakmıyorsun…”

“–Buyur gel!..” dedim. İçeri girdik ki yere yattı, ayağıma sarıldı:

“–İlle ayağını öpeceğim! Ne olur beni affet!.. Sen bana ne dedin de ben sana o kadar hakaret ettim! Yanlış bir şey de söylememiştin. O kadar hakaret ettiğim hâlde sen bana hiçbir şey demedin. Ben üç gündür; «Bu adamdan nasıl özür dilesem!» diye düşünüp duruyorum. Yolunu da böyle buldum, dükkânının önünde bunun için bekliyordum.”

“–Hele kalk bakalım; şöyle otur, çay iç.”

Adamı oturttuk, çay ikram ettik, helâlleştik, gönderdik. İçimizde öfke, kin ve nefret nâmına hiçbir şey kalmadı. Onda da kalmadı. Hasım iken hısım olduk âdeta.

Eğer o gün ona bir şeyler söyleseydik, ağzımızdan çıkan her kelime ona dokunur, kendi söylediklerini unutur, bizim söylediklerimizi büyüterek kin ve nefret besleyip bize hasım olurdu.

“Ya hayır söyle yahut da sus!” sünnetini yerine getirmenin bereketi oldu.

“Gerçek pehlivan, öfke ânında nefsini yenebilendir.” düsturunu gerçekleştirmenin lutfu oldu.

Hasım kazanmakla insanın eline hiçbir şey geçmez. Fakat dost kazanmak iki dünyada da berekettir, lütuftur.

Bir noktaya daha dikkat çekelim:

Öfkelenmemek, sinirlenmemek demek, her şeye boş vermek demek değildir. Olumsuz şeyleri hayra yormak da yanlışları fark etmemek, düzeltmeye çalışmamak değildir.

Yanlışları göreceğiz, fakat onları sinirlenmeye, boş yere gerilmeye sebep yapmayacağız; önce kendimizden başlayarak düzeltmeye koyulacağız. Yine umreden bir misal vereyim:

Mescid-i Nebevî’nin kapı önleri malûm…

Bazıları mescide girerken ayakkabılarını nerede ve nasıl çıkardığına dikkat etmiyor, ayağından çıkardığı terliği orada bırakıyor, içeri dalıyor. Zaten ucuz-basit terlikler… Bunu birçok kişi yapıyor. Dolayısıyla kapıların önlerinde çirkin bir görüntü ortaya çıkıyor. Bazıları da ayakkabıları eline veya koltuğunun altına alıyor ki bu da çirkin bir görüntü ve başkalarını rahatsız edebilecek bir durum. Bu vaziyette Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ziyarete giriyor, bu görüntü de edebe aykırı oluyor;

“Kimi ziyarete gittiğinin farkında değil, bunlar nasıl insan?!.” diyorsun.

Şimdi bunlar yanlış. Peki, bu yanlışa tepkimiz ne olmalı? O mübârek yerleri, ümmet-i Muhammed’i;

“Ne pis adamlar bunlar!” diye kötüleyip durmak mı?

Hayır, önce bakış açımızı düzelteceğiz:

Ziyaretine gittiğimiz, huzûrunda olduğumuz Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizim gibi demiyor;

“Bana ne oluyor, sizleri hatalı görüyorum.” buyuruyor.

Hata aramıyor, hatayı kendinde görüyor. Biz de O’nun gibi düşüneceğiz.

Bu kardeşler, Allah Rasûlü’nü ziyarete gelmiş. Hepsi âşık, aklına ayakkabı bile gelmiyor. Rasûlullah Efendimiz’in huzûruna ayakkabı derdiyle girmiyor. Biz ise ayakkabı derdindeyiz. Bu açıdan bakınca, kızmak, eleştirmek, kötülemek yerine bağrınıza basasınız geliyor.

Bakış açımız hayra yoracak, güzel düşünecek.

Fakat bir vâkıa var, bir düzensizlik var.

Onu düşünürken de kendimize pay çıkaracağız, çare arayacağız.

Ümmet-i Muhammed’in bir kısmı eğitimsiz. Bilmiyor. Biz üzerimize düşeni yaptık mı, onları eğittik mi? Hayır.

Ümmet-i Muhammed’in bir kısmı fakir. İmkânı yok, ona o imkânı sunmak lâzım. Peki, ne yapalım?

Gittik Medine Pazarı’na, naylon poşetler aldık. Kolisi ile kapının karşısına koyduk. Ayakkabısını eline alana bir tane verdik; «Ayakkabılarını koy!» dedik. Orada dağıttık. Adamlar memnun oldu.

Ondan sonraki senelerde de, memlekette, daha gitmeden evvel, ağzı iple büzmeli incecik bezden, bir çift ayakkabı içine alacak şekilde, ayakkabı torbaları yaptırdık, arkadaşlarımıza ve başkalarına dağıttık. Daha hoş oldu, iyi bir alışkanlık oldu.

Tabiî bunlar senelerce önceydi, karınca kararınca. Bu senelerde elhamdülillâh, oradaki idare de, kapılara naylon poşet ruloları koymuş. Kapılardaki terlik yığıntısı ciddî ölçüde azalmış.

Kirli diye eleştiriyorsun, temizlemek için ne yaptın?
Cahil diye eleştiriyorsun, eğitmek için ne yaptın?

Bu muhasebeyi hep yapmak lâzım.

Cenâb-ı Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bunu öğretiyor.

Abbâd bin Şurahbîl -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Bir zamanlar fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medine bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sahibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve Rasûlullâh’a götürüp şikâyet etti.

Allah Rasûlü, bahçe sahibine;

“−Cahilken öğretmedin, açken doyurmadın!” buyurdu.

Sonra bahçe sahibine torbamı iâde etmesini söyledi. Daha sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana bir miktar yiyecek verdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)

İşte Peygamberimiz’in bir yanlışı düzeltme usûlü:

Öğretmek, problemi gidermek…

Hemen öfke, ceza, gazap değil…

Öğretmediysen, doyurmadıysan dövmeye kalkman haksızlıktır. Netice de vermez. Ama öğreterek, insaniyetle, nezâketle eğitirsek problem de ortadan kalkar, aynı zamanda bir dost da kazanmış oluruz.

Düzeltmek için gayret etmediysen; eleştirmen, oturduğun yerden kötülemen doğru, ahlâklı bir davranış değildir.

Böyle davranırsak, hem kendimiz huzurla dolarız, hem etrafımıza faydamız olur. Elimizin, gücümüzün yettiklerini düzeltiriz; düzeltemediklerimiz de bizi boş yere öfkelendirmez.

Ne mutlu öfkeyi yenebilenlere…

Ne mutlu kendini düzeltip, insanlığa faydalı olabilenlere…

Ne mutlu ağzını tutabilenlere…

Ne mutlu hatayı kendinde görebilenlere…