Şanlı Mâzimizden Seçme Nükteler – SEYYİDİMİZ FAHR-İ ÂLEM

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

abdullah_mesud_hidir_1-yuzakidergisi-eylul2015

Cezayir’in millî kahramanı Emir Abdülkādir el-Cezâirî, 1807 yılında Cezayir’de dünyaya geldi. Hazret-i Hasan’ın soyundan gelen Abdülkādir Cezâirî çocukluğunda sağlam bir din eğitimi aldı, silâh kullanmayı ve ata binmeyi öğrendi.

Emir Abdulkādir el-Cezâirî; Kādiriyye, Nakşibendiyye, Mevleviyye ve Şâzeliyye tarîkatlarında ilerlemiş bir sûfî olarak 1825 yılında hac yolculuğu esnasında Şeyh Şâmil ve Hâlid-i Bağdâdî ile görüştü.

1830’da Fransızların Cezayir’i işgal etmesi üzerine Emir Abdülkādir 1832’de; «Emîrü’l-mü’minîn» unvânını aldı. Fransızlara ve işbirlikçilerine karşı mücadele etti. Emir 1846’da Fas’a sığındıysa da o birliklerin de mağlûbiyeti üzerine 1847’de Fransızlara teslim olmak zorunda kaldı. Kendisine; İskenderiyye veya Akka’ya götürüleceğine dair verilen söze rağmen, Fransa’da beş yıl esir tutuldu.

Emir Abdülkādir; 1852’de III. Napolyon tarafından, Cezayir’in işlerine karışmaması şartıyla serbest bırakıldı. Bunun üzerine Emir, Bursa’ya gelerek burada 3 yıl ikāmet etti. 1855 yılında Bursa’dan Şam’a giderek buraya yerleşti. 26 Mayıs 1883 tarihinde Şam’da vefat etti.

***

Hacda yaşadığı bir hâdiseyi şöyle nakleder:

Medîne-i Münevvere’ye vardığımda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Ravza-i Mutahharası’na gittim. Efendimiz ve arkadaşlarına selâm verdikten sonra huzûr-i Peygamber’de edeple durdum ve;

“–Yâ Rasûlâllah! Köleniz kapınızda durmaktadır. Sizin bir nazarınız bana her şeyden daha sevgilidir ve beni zengin eder. Sizin himayeniz benim için kâfîdir.” dedim. O zaman eşref-i âlem buyurdular ki:

“–Sen benim evlâdımsın ve benim yanımda makbulsün.”

Bana «evlâdım» buyurmaları sulbî evlâtlığı mı yoksa kalbî evlâtlığı mı idi? Benim maksadım her ikisi de idi. Allah Teâlâ’ya şükredip;

“Yâ Rabbî! Bunu bana Peygamberimiz’in zât-ı şerîfini göstermekle tahakkuk ettir. Zira Habîbin;

«Beni gören hakikî görür. Zira şeytan benim şeklimde kendini hiçbir kimseye gösteremez.» buyurmaktadır, şeklinde duâ ettim. Sonra da mübârek iki ayağı tarafına geçtim ve şark tarafındaki bir duvara yaslanıp tefekkürle meşgul oldum. O hâlde iken kendimden geçtim. Hiçbir şey duymadım ve her şeyden habersiz oldum. O esnada;

«Bu seyyidimizdir!» sesini işittim. Gaybet hâlinde gözlerimi açtım. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz beni ayak tarafından şebeke arasına çektiler. Heybetli ve sakin idiler. Mübârek sakalının aklığı fazla idi. Yanakları mübârek şemâili vasfedenlerin yazdıklarından çok daha kırmızı idi. Bana yaklaştıkları vakit kendime geldim. Allah Teâlâ’ya sonsuz hamd ü senâlar ettim.”

abdullah_mesud_hidir_2-yuzakidergisi-eylul2015

BİR BİLET PARASI

Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin ikinci oğlu Ahmed Neyyir-i Mekkî (ÜÇIŞIK) 1896 yılında Van’ın Başkale kazasında doğdu. Âlim, fâzıl, edip, kâmil bir zât-ı muhteremdi. Babasından, amcasından ve devrin diğer âlimlerden dersler okudu. Medrese tahsilini bitirdikten sonra yine babasından zâhirî ilimlerde icâzet aldı.

Seyyid Ahmed Mekkî Efendi, İstanbul’da Nuruosmaniye Medresesi’ni bitirip Dâru’l-Fünûn hukuk fakültesine girdiyse de dördüncü sınıfta babası okulu bırakmasını istedi. 1949 yılında Üsküdar müftülüğüne tayin oldu. Uzun yıllar İstanbul’da, Kadıköy ve Üsküdar müftülüklerinde vazife aldı.

Seyyid Ahmed Mekkî, 6 Eylül 1967 tarihinde vefat etti. Kabri başta Edirnekapı Kabristanı’na defnedildiyse de daha sonra Ankara Bağlum’a nakledildi.

***

Bir dostu anlatır:

Bir gün müftülükte birlikte oturuyorduk. Orta yaşlı bir adam içeri girdi. Müftü Efendi’ye dönerek;

“Efendim bir ay önce Kars’tan gelmiştim. Fakat iş bulamadım. Beş parasız kaldım. Memleketime döneceğim ama bilet almaya param kalmadı. Otobüs kalkmak üzere, ne olur bir bilet parası veriniz.” diyerek yalvardı. Ahmed Mekkî Efendi adama acıyıp istediği parayı derhâl verdi. Akşamleyin Müftü Efendi ile beraber dönüyorduk. Vapura bindiğimizde baktık ki, gündüz yol parası alan adam orada oturuyor. Ben gayet sinirlenmiştim, ancak belli etmiyordum. Müftü Efendi ise bana dönerek;

“–Bu kimse bugün bize yalan söylemiş. Şimdi beni görürse utanır, mahcup olur. Onun için gel, bizi görmesin.” dedi ve o şahsın bizi göremeyeceği bir tarafa gittik.

abdullah_mesud_hidir_3-yuzakidergisi-eylul2015

OĞULDAN EVVEL BABA HÜRMET ETMİŞ

Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi, Oğuzların Bozok koluna bağlı Kayı boyundan Süleyman Şâh’ın oğludur.

Moğol ateşinin Doğu Anadolu’yu da sarması üzerine aşîretine daha uygun bir yer arayan Süleyman Şah, Fırat Nehri’nden geçerken boğuldu. Babasının vefatından sonra Ertuğrul Gazi aşîrete reis seçildi. Ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu, kendilerine tâbî aşîret mensuplarıyla beraber Ahlat’a dönerken Ertuğrul Gazi, kardeşi Dündar Bey’le birlikte batıya hareket etti. Selçuklu ile Moğolların savaşında Selçuklulara yardım eden Ertuğrul Gazi’ye; Sultan Alâeddin Domaniç dağlarını yaylak, Söğüt’ü de kışlak olarak verdi. Bunun üzerine Ertuğrul Gazi aşîretiyle beraber gelip, Söğüt ve Domaniç’e yerleşti.

Ertuğrul Gazi’nin hayatı fetihlerle ve İslâmiyet’in yayılması için gayretle geçti.

1281 yılında 90 küsur yaşlarında Söğüt’te vefat etti. Kabri, Söğüt’tedir.

***

Ravzatü’l-Ebrar adlı tarihte, Ertuğrul Bey hakkında şu malûmat yazılıdır:

Ertuğrul Gazi, Söğüt’te oturuyordu. Bir gün köyleri dolaşmaya çıkmıştı. Akşam olunca İtburnu Köyü’nde bulunan ulemâdan bir zâtın evinde misafir kaldı. Ev sahibi Ertuğrul’a fazlaca ikramda bulundu. Ertuğrul Gazi, gece yatacağı zaman rafta bulunan bir kitabı görüp sordu:

“–Bu kitap nedir?”

Ev sahibi;

“–Bu kitap, Allah tarafından Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vasıtası ile insanlara doğru yolu göstermek üzere gönderilen Kur’ân-ı Kerim’dir.” dedi ve odadan çıkıp gitti.

Ertuğrul Bey, serilmiş yatağa yatmayıp Kur’ân’ın önünde el bağladı. Sabaha kadar ayakta durdu. Ancak güneş doğarken yatağa girdi. Uyur uyumaz bir rüya gördü. Rüyasında ona;

“–Sen, Allah sözü olan Kur’ân-ı Kerîm’e hâlis bir kalp ile saygı gösterdin; bunun için sana mükâfat olarak evlât ve torunlarına padişahlık verildi. Bütün neslin aziz olsun.” dendi.

abdullah_mesud_hidir_4-yuzakidergisi-eylul2015

GÜZEL MEMLEKET HAKK’A EMÂNET!

Eski bakan Fatin Rüştü ZORLU, 20 Nisan 1910’da İstanbul’da doğdu. Aslen Artvinlidir. Galatasaray Lisesi’ni, Paris Üniversitesi Siyasî Bilimler Fakültesi’ni ve Cenevre Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.

1932’den başlayarak Dışişleri Bakanlığı’na bağlı çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 1951’de Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı Genel Sekreteri oldu. 1952’de Büyükelçiliğe yükselerek NATO Türkiye daimî temsilciliğine getirildi. Siyasî hayatı 1954 ve 1957’de DP’den Çanakkale Milletvekilliği ile başladı. Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde Adnan MENDERES’in Başbakan Yardımcılığı, Devlet Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yaptı.

27 Mayıs 1960 darbesinde diğer hükûmet üyeleri ve DP yöneticileriyle birlikte tutuklanarak Yüksek Adâlet Dîvânı’nca Yassıada’da yargılandı. Yargılama sonunda 14 mahkûmla birlikte idam cezasına çarptırıldı. Bunun üzerine 16 Eylül 1961’de İmralı Adası’nda idam edildi.

Cenazesi; vefatından 29 yıl sonra, 1990’da İmralı Adası’ndaki mezarından alınarak İstanbul’da yaptırılan «Anıtmezar»a nakledilmiştir.

***

İdamından hemen evvel;

“–Kumandanım bir suâlim var: Ben, asılanların kaçıncısı oluyorum?” diye sordu. Zorlu’nun bu sorusuna kumandan;

“–Ne baştasın, ne de sonda!” deyince Fatin Rüştü ZORLU gülümseyerek;

“–Hayru’l-umûri evsatuha! İşlerin hayırlısı orta olandır.” dedi.

Zorlu, metânetini idam sehpasında da korudu. O kadar ki, mahut gömleğin üzerine giydirilişinden sonra kendisine dînî telkinde bulunan hocanın Arapça kelimeleri telâffuzda düştüğü hataları düzeltti. Kollarını arkadan bağlarken başsavcıya son bir rica olarak ellerinin önden bağlanmasını istedi. Fakat bunun kanunen imkânsızlığı kendisine anlatıldı. Ne masaya, ne de masa üzerindeki sandalyeye çıkarken yardım istedi. Hattâ heyecandan eli titreyen cellâda;

“–Oğlum, ne titreyip duruyorsun? İlmik senin değil, benim boynuma geçecek!” dedi. Sonra âdeta kendini uçsuz bucaksız bir boşluğa atar gibi;

“–Allah memleketi korusun, haydi Allâhaısmarladık!” dedikten sonra ayaklarının altındaki sandalyeyi itmek işini de kimseye bırakmadı.