ÇAĞIMIZIN HASTALIĞI İSRAF -2-

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

ahmet_ziylan-yuzakidergisi-temmuz2015
Geçen sayımızda ekmek, giysi ve ev eşyaları israfı üzerinde kısaca durmuştuk. Bu yazımızda da su, elektrik, binek israfı üzerinde durmak istiyorum.

SU İSRAFI

Su, Mevlâ’mın verdiği nimetlerin en kıymetli olanlarından biridir. Su hayattır; insan vücudunun çoğu sudur, yediğimiz besinler-meyveler su ile oluşur, su olmazsa hayat olmaz. Susuz bir gün bile zor yaşarız.

Dünyanın dörtte üçü sudur, bu sular Mevlâ’mın nizamı ile buharlaşır yağmur bulutları hâline gelir. Yağmur rahmet olarak her tarafı sular. Ormanlar, bütün bitkiler, ekinler bu rahmetle meydana gelir. Yer altı kaynakları ve pınarları insanların ihtiyacı için Mevlâ’mın insanlara büyük lutfudur. Bu büyük nimet memleketimizde yeteri kadar mevcuttur. Yer altı suları, dereler, nehirler, yağan yağmurlar; insanların, bütün varlıkların ihtiyacını karşılayacak vasıftadır.

Bu kadar önemli bir nimetin kıymetini ne kadar biliyoruz, bunu bize lutfeden Mevlâ’mıza ne kadar hamd, ne kadar şükrediyoruz?

Kıymetini bilmek iki türlü olur:

Birincisi, ihtiyacımızı görürken gerekenden fazla kullanmamak.

İkincisi; o temiz sularımızı kirletmemek, bu sulara sadece kendimizin değil bizden başkalarının da ihtiyacı olduğunu unutmamak.

Suyu hem içmek hem de temizlik için kullanıyoruz. İçmek için kullandığımız suyu istesek de ihtiyacımızdan fazla kullanamayız; yine de içeceğimiz suyu bardağımıza içeceğimiz kadar koymalı, bardağı ağzına kadar doldurup birazını içip kalanını dökmemeli. Hulâsa içerken de israftan kaçınmalıyız. Temizlik için kullandığımız suyu bilmeyerek israf ediyoruz.

Bir defasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından Sa‘d’e uğradı.

Sa‘d abdest alıyordu. Rasûlullah Efendimiz, (onun suyu aşırı kullandığını görünce);

“–Bu israf nedir?” diye sordu.

Sa‘d de;

“–Abdestte de israf olur mu?” dediğinde Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz şu muazzam cevabı verdi:

“–Evet, hattâ akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile…” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 21, c. III, s. 27)

Nehir akıyor, su çok; ama kendini israfa alıştırma.

Sonra bugün insan; «Benim kirlettiğim sudan ne olur ki?» diye düşünüyor, fakat milyarlarca insan aynı şekilde düşününce, ortaya son derece büyük çevre felâketleri çıkıyor. Bu sebeple Efendimiz’in verdiği ölçü çok mühim.

Meselâ elimiz kirli, yıkıyoruz. Musluğu sonuna kadar açtık, elimizi de suyun altına tuttuk, el arınır mı? Su boşa gider, suyu az açmalıyız; elimizi sabun veya deterjanla ovalamalı, su ile durulamalıyız ki az su ile elimizi temizleyelim. Musluklara suyu sınırlayacak düzenler takılabiliyor, bunlar da kullanılabilir.

Bazıları bakıyorum; merdiveni, balkonu veya geniş bir alanı yıkarken hortumu sonuna kadar açmış suluyor. Şarıl şarıl sular akıp gidiyor, yıkadım sanıyor. Hâlbuki su orayı ıslatıyor, boşa gidiyor. Sadece satıhtaki tozları temizliyor. Yıkamaya başlarken deterjanlı az su ile ıslatmalı, fırça ile fırçalamalı sonra da az temiz su ile durulamalı, sonra da kurulamalı. Temizlik böyle olmalı. Su israfını önlemeli. Temizlik de tam olmalı.

Diş temizliği yaparken, tıraş olurken, abdest alırken de suyu sonuna kadar açmamalı; suyu boşa akıtmamalı. Banyoda da suyu lüzumsuz ve fazla dökmemeli, israf etmemeliyiz.

Bir hâtıra:

Bizim çocuklardan biri küçük iken tuvalete girdiğinde taharet musluğunu tam kapatmamış. Suyun yavaş yavaş boşa aktığını görünce çocuklara sordum:

“–Tuvaletten kim çıktı?”

Biri;

“–Ben!” dedi.

“–Cebinde paran var mı?” dedim.

“–Var!” dedi.

“–Verir misin?” dedim.

“–Ne yapacaksın?” dedi.

“–Tuvalete atacağım.”

“–Niçin atacaksın?” deyince;

“–Sen benim paramı tuvalete atıyorsun, onun için ben de seninkini atacağım!” dedim.

“–Ben senin paranı tuvalete mi atıyorum?”

“–Suyu açık bırakmışsın su boşa akıyor, param da beraber akıyor.” diyerek, öğretmek için onu uyardım.

Muslukları iyice kapatmalı, suları boşa akıtmamalıyız. Herkes böyle dikkat etse, milyonlarca ton su tasarruf etmiş oluruz.

Az önce de söylediğimiz gibi; suları çeşitli vesilelerle kirletmemeliyiz.

Hem çevreciler, hem dünya devletleri, hem de bizim devletimiz suların kirletilmemesi için yoğun çaba sarf ediyorlar. Evlerden çıkan kirli su atıklarını belediyeler su arıtma tesislerinde temizledikten sonra bir akarsuya veya denize akıtıyorlar. Fabrikalar da aynı şekilde kirlettikleri suları arıtmak mecburiyetindeler. Arıtılmadan akıtılan sular; su canlılarını öldürdüğü gibi, o su ile sulanması gereken bahçeler de sulanamıyor. Mikrobik hastalıklar da insanlığa zarar veriyor, zararlarını saymakla bitiremeyiz.

Kul hakkı; başkalarına zarar veren hiçbir şeye dînimiz de müsaade etmez. İnsan olarak bunlara da dikkat etmemiz gerekmektedir.

Evimizde lüzumundan fazla deterjan kullanmamız, atık yağları lâvaboya dökmemiz de bu suların kirlenmesine sebep olmaktadır.

Aslında çevreye duyarlı olmak evvelâ bir müslümana yakışır.

Çünkü;

Peygamberimiz, bir ağacın şiddetle sarsılmasına bile râzı olmamış. Bir karınca yuvasının tahrip edilmesine râzı olmamış. Yavrusunu emziren bir köpeğin rahatsız edilmesine râzı olmamış.

Bugün insanların kanalizasyonlara gönderdiği zararlı maddelerle, tâ okyanusun dibindeki canlılara bile zarar veriliyor. Peygamber Efendimiz buna râzı olur muydu?

O hep sadeliği, temizliği, kanaati tavsiye etti.

ELEKTRİK İSRAFI

Elektrik çağımızın olmazsa olmaz enerjisi…

Elektriğin girmediği ev, işyeri, fabrika vs. yer yok. Çok faydalanıyoruz; onunla aydınlanıyoruz, ısınıyoruz, serinliyoruz, makinelerimizi çalıştırıyoruz. Onunla yapmadığımız iş neredeyse yok. Çok kıymetli bir enerji!

Ama bir düşünelim onu nasıl temin ediyoruz?

Çok pahalı yatırımlarla barajlar yapıp işleterek, kömür, doğalgaz veya petrol gibi çok kıymetli yakıtları yakarak elde ediyoruz. Ülke olarak dışarı ödediğimiz dövizin çoğunu, elektrik için ödüyoruz. Bunun için borçlanıyoruz.

Pekâlâ bize bu kadar pahalıya mâl olan elektrikte de ne kadar israf ediyoruz? Bu israfın ne kadar farkındayız? Evlerimize baktığımızda iki-üç lâmba ile aydınlanmamız mümkün iken, sekiz-on lâmba yakıyoruz. Mutfağa yemeğe geçiyoruz lâmbaları söndürmek aklımıza gelmiyor. Televizyon, bakalım bakmayalım açık duruyor. Diğer elektrikle çalışan ve kapatılabilecek olan birçok eşya hep aynı…

Parasını ödüyoruz, kesemize zarar.

Ayrıca bu elektriğin temini için devlet çok para ödüyor; hepimiz, millet olarak zarar görüyoruz.

Herkes bu israflara karşı duyarlı olsa, milyonlarca lira tasarruf edilebilir. Bu söylediklerimi bilmeyenimiz yoktur, öğretmek için değil hatırlatmak için uygulamak için yazıyorum. Yapanlardan Allah râzı olsun.

BİNEKTE – YAKITTA – ALIŞVERİŞTE İSRAF

Şahsî kanaatime göre, memleketimizde hak etmediğimiz bir refahı yaşıyoruz.

Tüketim ekonomisi diyorlar; herkes lüzumundan fazla, israflı harcama yaparsa alışveriş artıyor, işlerde hareket görülüyor.

Doğru…

Herkesin cebinde bir sürü banka kartı var. Harcarken çok kolay, sonra onu ödeyeceğini düşünmüyor. «Elbet bir şeyler yaparız.» diyor. Günü geldiği zaman ne yapacağını şaşırıyor.

Hesabını bilenler de yok değil, ama maalesef çoğumuz israf içindeyiz. Devlet de bu israfa çanak tutuyor. Bankalar;

“Gelin kredi verelim, ne istiyorsunuz hemen verelim!” diye sürekli reklâmda.

Geçmişte Silivri’de devlet memuru bir arkadaşım vardı. Ziyarete gittim, yerinde yoktu. «Şimdi gelir!» dediler. Biraz oturdum geldi;

“–Nereden geliyorsun?” dedim.

“–Bankadan.” dedi. “Bir ev alacağım da bankadan biraz kredi istedim, sağ olsunlar verecekler.”

“–Fâizi ne kadar?”

“–Sormadım, adamlar kredi veriyorlar. Fâizini sormaya utandım.” dedi.

“–Sormadan olur mu? Al şu telefonu sor bakalım!”

Açtı telefonu;

“–Burada bir arkadaşım var. «Alacağın paranın fâizini sor!» diye ısrar ediyor. Kusura bakma müdür bey fâizi ne kadar?” diye konuştu.

Müdür bey söyledi, o da yazdı. Telefonu bıraktı, elinin parmaklarını saçlarının arasına daldırdı;

“–Abov! Bu fâizi ben nasıl öderim?!.” dedi. Daha günahından bahsedilmiyor. Ya işin âhiretteki korkunçluğu!..

Herkes böyle, sonu hüsran. Bu arkadaşım korkunç fâizi görünce, almaktan vazgeçti, başka çareler buldu.

Parası olan olmayan herkes, bir araba alma derdinde. Yollara bakıyorsun her arabanın içinde bir kişi. Bir evde; babanın, ananın, oğlanın, gelinin, kızın birer arabası var. Zengini, fakiri herkes bir araba peşinde. Parası olan parası olmayan… Nasıl olsa banka kredi veriyor. Satıcılara bakıyorsun. Pahalı arabalar için insanlar kuyrukta bekliyor.

Kendi kendime soruyorum:

“Olsun, niye tenkit ediyorsun?”

Herkesin arabası olsun da bakıyorum ülkenin ihracatı ile övünüyoruz:

150 milyar dolar.

İthalâta bakıyorum en az iki katı.

Sonu nereye varır… Düşünmek lâzım.

Arabaları aldık bunların yakıtı var. Yakıtlar nereden geliyor, malûm. Canımız istedi; «Şöyle bir dolaşalım.» dedik. 100 kilometrede 10 litre yakıt harcıyoruz. 10 litre yakıt, 50 lira. Keyif için yakıyoruz. 50 liraya 70 tane ekmek alınabilir. 70 tane ekmeği çöpe atıyoruz demektir.

Ne kadar farkındayız?

Milyarlarca ton yakıtı boşa harcıyoruz.

Toplu taşımacılık yeterli değil, arabaların trafiğe çıkma saatleri düzenli değil.

Ekonomisi bizden iyi olan ülkelerde meselâ Almanya’da işçiler işe sabah 05:00’da gider 06:00’da iş başı yaparlar. Öğrenciler okula saat 06:00’da gider 07:00’da ders başı yaparlar. Memurlar 08:00’da, emekliler 09:00’da dışarı çıkarlar. Emeklilerin o saatte dışarı çıkmasını nasıl ayarlıyorlar? Sabah dokuzdan sonra emeklilere biletler yarı fiyatına olur, böylece herkes gideceği yere rahat gider.

Bizde nasıl?

İşçilerin iş başı saat 08:00’da, memurlar aynı, okullar aynı, bankalar aynı… Herkes aynı saatte trafiğe çıkınca yollarda trafik tıkanır. 15 dakikada gidilecek yere en az bir saatte gidilir. En azından dört katı petrol israfı, araba israfı, zaman israfı; işine zamanında gidemez, iş israfı; ayrıca strese girer, moral çöküntüsü; say sayabildiğin kadar. Bu kadar basit bir formülü nasıl göremeyiz, niye yapmayız anlamak mümkün değil.

Yine bir arkadaş anlatmıştı:

Almanya’da hastalıktan dolayı istirahat alan bir arkadaşının araba kullandığını görmüşler, çağırmışlar;

“Sen istirahatlisin; evde yatman, istirahat etmen lâzım. Sen araba kullanıyorsun, trafiği dolduruyorsun, yakıt yakıyorsun, arabanın anahtarını getir. İstirahatin bitince alırsın!” demişler.

Araba kullanan kardeşlerim!

Yakıt israfını düşünmeden; canımızın, nefsimizin istediği gibi hareket edersek, hesabını hem bu dünyada, hem de âhirette vereceğimizi unutmayalım.

İşin ülke meselesi kısmı önemli. Fakat her şey değil… İşin şahsiyeti ve toplumu ilgilendiren birçok noktası var.

İnsan düzgün ve olgun bir şahsiyet sahibi olmalıdır. Şahsiyetin ölçüsü, zenginlik, para, kıyafet, eşya, araba vs. değildir.

Eğer kişi, satın aldığı pahalı bir araba ile kendine itibar arıyorsa, orada çok ciddî bir şahsiyet zaafı vardır. Vakar yoktur, gurur vardır, kibir vardır.

Fakat bir insan maddî durumunu, imkânlarını yansıtan bir araba almış, ondan ömrü oldukça istifade etmektedir, bu normaldir. Bu kınanmaz. Ama hâli vaktiyle mütenasip olmayan, kendisini borç-harç içine sokan bir araba ile güç gösterisi, gövde gösterisi yapmak, kişilik bozukluğudur.

Yine işin şahsiyet ile alâkalı bir tarafı da şudur.

Nice alışverişlerin temeli şu:

“Onda var, bende niye yok?”

Böyle sırf nispet için alışveriş yapmak, araba değiştirmek, yine ciddî bir şahsiyet zaafıdır. Haset duygusuyla karışık bir davranıştır.

Savurganlık işte böyle ahlâkî kusurlarla iç içe geçtiği için şu âyet-i kerîmede onlar için çok ağır ifadeler kullanılır:

“Saçıp savuranlar, hiç şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.” (el-İsrâ, 27)

Savurganlar niçin şeytanla kardeş?

Çünkü kibirle, gururla hareket ediyor, ona bakıp bir başkası da ona gurur taslıyor. Bir başkası, bir başkası daha… Gurur, kibir, haset, hava, cıva… Bunlar şeytanın hoşlanacağı, keyifleneceği duygular. Şeytanın sevmediği ise, tevâzu, kanaat, tevekkül, sâfiyet gibi hasletler…

Savurganlar niçin şeytanla kardeş?

Çünkü bu savurganlık yüzünden, zekât vazifesini edâya para kalmıyor. Fakirin hakkı kendisine ulaşmıyor. İmkânların hayırlı işlere, cömertliğe, insanın âhiretini inşâ edeceği yatırımlara sarf edilmesine fırsat kalmıyor. Şeytanın tam istediği şey…

Savurganlar niçin şeytanla kardeş?

Çünkü şeytanı hiç yormadan modalar, reklâmlar vasıtasıyla israf salgın gibi herkesi sarıyor… Şeytanın yapacağı işi, savurganlık müptelâsı olmuş insanlar yapıyor. Onun yardımcılığını, reklâmcılığını yapıyorlar. “Sen de al, sen de al!” propagandası yapmış oluyorlar. Alamayanı ayıplıyorlar. Psikolojik baskı kuruyorlar. Bilhassa gençler bu baskılara dayanamıyor. “Arkadaşlarımın hepsinde var. Bende yok.” diyor. Hâlden anlamıyor. Yoktan anlamıyor. Gelsin borçlar, krediler, perişanlıklar… Şeytan avuçlarını oğuşturuyor, keyifle kahkahalar atıyor.

Hâlbuki;

Eşya, şahsiyetli bir insan için sadece eşyadır. Sadece hayatı kolaylaştıran, bir ihtiyacın giderilmesi için kullanılan bir metadan ibarettir. Asla itibar kazanma, caka satma, hava atma vasıtası değildir. İnsan itibarını davranışlarıyla kazanır, dürüstlüğüyle kazanır, yaptığı olgun, güzel davranışlarıyla kazanır. Sabrıyla, metânetiyle, cömertliğiyle, fedâkârlığıyla kazanır.

İtibar kazanmak da esas hedef değildir.

Esas maksat, iyi bir insan olmak, Rabbine güzel bir kul olmak, ülkesine, milletine faydalı bir vatandaş olmaktır. Bunları yaparken, şahsiyetin başkaları tarafından da zaten takdir görür.

İnsanlar; bencilce harcayan savurgan bir kişinin yaşayışına özenebilirler, ama asla onun şahsiyetine hayran olmazlar.

Allah -celle celâlühû- âkıbetimizi hayreylesin. Âmîn…