HAZRET-İ MUS‘AB MESAJI

YAZAR : Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

adem_sarac-yuzakidergisi-temmuz2015

Habeşistan muhâcirleri Mekke’ye döndüklerinde, kendi memleketleri de olsa, ellerini kollarını sallayarak giremediler! Muhâcirlerin her biri, Mekkelilerden birisinin himayesi ile ancak girebildiler Mekke’ye! Bunlar arasında olan Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh- da, Nadr bin Hâris’in veya kardeşi Ebû Aziz bin Umeyr’in himayesine girmek zorunda kalmıştı.1

Habeş muhâcirlerinden bir kısmının Mekke’ye geri dönmekte oldukları haberini alan yakınları, gizlice karşılamaya çıkmışlardı. Müslüman da vardı sokakta, müşrik de. Dost da vardı, düşman da. Hepsi farklı bir bakışla bakıyorlardı muhâcirlere. Fakat herkesin gözü garip bir gence ilişip kaldı…

Üzerinde yırtık pırtık eski bir elbise… Çökmüş bir yüz… İyice zayıflamış bir beden… Hem tanıyorlardı onu, hem de tanıyamıyorlardı:

–Şu genç adama Mus‘ab diyesim geliyor ama, bilmem ki!

–Ben de ona benzettim! Fakat bu kadar değişiklik; nasıl olur bilemiyorum!

Muhâcirlerin hepsinin durumu aynıydı. Fakat bu yaşına kadar rahat bir ortamda yetişmiş olan Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-, herkesi şaşırtmıştı. O lüks ve refah içindeki Mus‘ab, ne hâle gelmişti böyle! Ama yine de nurdan bir avize gibi parlıyordu yüzü. Her şeye rağmen ışık saçıyordu güzel gözleri.

–Hoş geldin Mus‘ab! Nerelerdeydin, nasılsın ey Mus‘ab?

Böyle demediler tabiî ki… Tanır tanımaz hakaret ettiler yine… Sataştılar… Bağırıp çağırdılar… Ağır sözler söylediler… Taşladılar…

Onlar ağza alınmayacak kadar kötü sözler söyleyip, kötü hareketler yaptıkça, Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-, bir defa daha incelik ve nezâketini gösterdi:

–Ah bir bilseniz, ah bir anlasanız, ah bir idrak etseniz ki biz neyin peşindeyiz! Böyle hakaret etmekten vazgeçer, ellerimize ve ayaklarımıza sarılırdınız! Ama nerede o anlayış sizde! Taşlamayın bizi. Ağır sözler söylemeyin bize! Sonra çok üzülür, çok pişman olursunuz.

Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-, milletinin şaşkın bakışları arasından onurla geçip gitti. Aylardır hasreti ile yanıp kavrulduğu Peygamberimiz -aleyhisselâm-’a can attı…

Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr’in bu hâlini gören Rasûlullâh’ın mübârek gözleri bir anda doluverdi. Tutup bağrına basarken Mus‘ab da yeniden hayat buluyordu âdeta.

Ardından da, övücü sözler söyledi onun için. Takdir etti onu. Daha önce söylediği o müjde dolu sözleri, bir de burada söyledi:

–Allah Teâlâ Hazretleri’nin kalbini nurlandırdığı şu gence bakın! Dünyayı bütün varlığıyla değiştirebilen Allâh’a hamd olsun. Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Bir zamanlar Mekke’de anne ve babasının yanında ondan daha sevgilisi ve rahatı yoktu. Fakat onda Allah ve Rasûlü’nün sevgisi, anne ve babasının sevgisinden çok daha üstün geldi. O da Allah ve Rasûlü’nü anne ve babasına tercih etti!2

–Mus‘ab Sana kurban olsun yâ Rasûlâllah!

Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-, nur Peygamber’in nur bağrında enerji tazeledi. Canda can buldu. Can tazeledi. Hazret-i Mus‘ab, baştan ayağa İslâm ile donanmıştı çünkü…

Habeşistan çalışmaları hakkında bilgi verdi. Çok memnun olan Hazret-i Peygamber ona ve arkadaşlarına duâ etti.

Peygamberimiz -aleyhisselâm- ve sahâbe arkadaşlarıyla hasret gideren Hazret-i Mus‘ab, müsaade isteyip evine yöneldi. Anne ve kardeşleri ne durumdaydı acaba?

Akşamın karanlığı olsa da, kimseye görünmemeye çalışarak evine kadar gitmeyi başardı. Kardeşi ve Nadr bin Hâris’in himayesinde olduğu hâlde, yine de kimseye görünmemeye dikkat ederek evinin kapısını çaldı. İçerden annesinin sesi duyuldu:

–Kim o?

–Mus‘ab!

Yüreğinden vurulmuş gibi yerinden sıçrayan annesi, aceleyle kapıyı açtı. Sevgili oğlunu içeri çekip öyle bir kucakladı ki, görenlerin de yürekleri ağızlarına gelirdi:

–Hoş geldin benim güzel oğlum!

–Hoş bulduk benim şefkatli annem?

–Bu hâlin ne böyle oğlum?

–Ne varmış ki hâlimde?

–Şu üzerindekiler de ne böyle? Atlas libaslara, ipek gömleklere, sırmalı kaftanlara lâyıksın sen oğlum!

–Üstümüzü örtsün yeter anne!

–Sen böyle mi olacaktın çileli oğlum!

–Peki sen ne zaman nasipleneceksin sevgili annem?

–Bütün herkes İslâm’a girse de bir tek ben kalsam, yine de terk etmem putlarımı!

–Allâh’ımdan senin için hidâyet dilerim!

–Niçin ve ne yüzle geldin buraya? Ben senin annen değilim artık!

–Ne yaptım ben sana annem?

–Putlarımızı terk edip sapıttın, daha ne yapacaksın?

–Putlara tapma sapıklığından kurtulup, İslâm ile şereflenerek müslüman oldum ben!

–Böyle konuşmaya devam edersen, yine işleri çıkmaza sokacaksın! Putlarımıza döndüğünü söyle artık!

–Ne olursa olsun Allah ve Rasûlü’nden dönmem ben anneciğim!

–Öyleyse bir daha «anne» deme bana!

–Sen benim annemsin ama!

–Kardeşin Ebû Aziz ile Nadr bin Hâris olmasaydı Mekke’ye bile giremeyecektin!

–Sen istemeseydin onları göndermezdin, değil mi anneciğim?

–İyi bildin! Seni himaye altına alıp korumak için, onları gönderdim ben!

–Ben de sizler varken başkasından himaye istemedim zaten!

–Bizim himayemiz ile girdin Mekke’ye! Sen bana ne zaman döneceksin onu söyle?

–Döndüm ya sevgili annem!

–Putlarımıza dönmediğin sürece her şeyden men ettim seni, unutma!

–Ben mal-mülk için değil, sizler için geldim sevgili annem!

–Bana «anne» deme dedim! Artık ben senin annen değilim! Defol git buradan! Bir daha da gelme sakın!

–Ey sevgili annem! Ne olur bir de beni dinle! Şimdiye kadar hiç dinlemedin. Ciddî bir şekilde dinlesen sen de anlayacaksın. Gel, sen de; Allâh’ın bir olduğuna ve Hazret-i Muhammed -aleyhisselâm-’ın da O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna îmân et!3

–Putlarıma yemin olsun ki, asla! Ne olursa olsun putlarımdan ayrılmayacağım ben!

Ne kadar uğraşıp didindiyse de, olumlu bir cevap alamadı annesinden. Yine kapı dışarı etmişti annesi. Yine bağırıp çağırıyordu. Ağabeyi olan Ebû Aziz de annesinden geri kalmıyordu. Onların şiddetle karşı gelmelerine rağmen, küçük kardeşi Ebû Rûmî’nin bakışları değişmişti. Belli ki sesini çıkaramıyordu. Ama bugün-yarın gelecekti. Yola çıktığı her hâlinden belliydi.

Doğup büyüdüğü evinden öz annesi tarafından kovulsa da, Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh- incelik ver nezâketinden hiçbir şey kaybetmedi.

Her zamanki gibi, Rasûlullah -aleyhisselâm-’a sığınıp, O’nun yanından ayrılmak istemeyen Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-; O’ndan ayrı kalmış olduğu üç ayın acısını çıkarıyordu. Bu arada yeni gelen âyet ve sûreler ile kendini yeniliyordu.

Yine bir gündü…

Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-, etrafındaki sahâbî arkadaşlarıyla birlikte geliyordu. Rasûlullah -aleyhisselâm- da onun gelişini seyrediyordu. Mus‘ab bin Umeyr çok yorgundu. Ama o nisbette de huzur hâli içindeydi. Mekke’nin en güzel giyinen genci olan Hazret-i Mus‘ab, elbise diye eski püskü şeylere sarılmıştı. İslâm’dan önceki durumunu bilenlere, onun bu hâli çok dokunmuştu. Mus‘ab önceleri böyle miydi? Gördükleri karşısında Rasûlullah –aleyhisselâm- dayanamadı:

–Bu gelen Mus‘ab bin Umeyr’dir! Ben, onu daha önce de görüyordum. Anne-babası yanında Mekke’de ondan daha kıymetli biri yoktu. O, bunların hepsini Allah ve Rasûlü için terk etti ve geldi buraya!4

–Allah ve Rasûlü en doğrusunu buyurur!

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yanında olan sahâbîler de böyle cevap verdiler.

Zamanın tek saniyesini bile boşa geçirmeyen Peygamberimiz -aleyhisselâm-, yine hiç vakit kaybetmeden sohbete başladı. Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh- ve o an orada olan sahâbe-i kiram, muhabbet ırmağından gönül kovalarını dolduruyorlardı. Bir başka deyişle de muhabbet deryâsına yelken açmışlardı.

Ne kadar sıkıntı içinde olursak olalım, Allah ve Rasûlü’nden, Kur’ân ve Sünnet’ten ayrılmamalıyız. Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr’in mesajıdır bu! Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr’in şahsında, Peygamber Efendimiz, ümmetinden de bunu istiyor çünkü…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

__________________________

1 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 3, s. 116-117.
2 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, c. 5, s. 181.
3 İbn-i Hacer el-Askalānî, el-İsâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, c. 3, s. 421.
4 Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Tarihi, c. 1, s. 370-371.