Hayat Yolculuğunda UNUTAMADIĞIM KARELER -6-
YAZAR : Mehmet MENCET
HIRSIZLIK
Kozan’da gönlü rûhâniyetli bir ablamız vardı. Bir gün eve telefon açmış, hanıma demiş ki:
“Sana bir sır vereceğim ama vakti gelmeden kimseye söyleme! Gaybı Allah bilir. Mehmet Bey kardeşimin başına bir hâdise gelecek. Belki burada, belki de tayin olup gittiğiniz yerlerde. İşi ile ilgili; ama bu olay olduğu zaman sakın üzülmesin, merak etmesin, ona zarar gelmeyecek. Ama sakın kendisine bir şey söyleme. Hâdise meydana geldiğinde açıklar, teselli edersin!” diye tembih etmiş.
Tabiî benim haberim yok. Aradan bir yıl geçmiş. Pazartesi sabahı hazırlanıp çıkacağım sırada kalemden aradılar. Hırsızlık olmuş;
“Kalem ve sizin odanız açılmış.” dediler.
Bir gün önce keşfe gitmiştik; uzak bir yerdi ve dosyaların çokluğundan dolayı bir hayli gecikmiştik. Akşam olduğu için banka kapanmıştı. Keşifteki giderler için verilen paraları banka cüzdanına ve esas defterin arasına koyup mecburen kalem odasına bırakıp gitmiştik. «Nasıl olsa sabah alırız.» diye düşündük. Yanımıza almak da aklımıza gelmedi. İş yerine geldiğimizde gördük ki banka cüzdanı yırtılmış, benim odada bulunan sobanın içine atılmış. Kapı camları içeriden kırılmış ki cam kırıkları dışarıda koridordaydı. -Hedef şaşırtmak için- sobaya birtakım evraklar da koymuşlar. Ben de dosyaların çalınmış olduğunu zannettim. Arazi kıymetli. Hemen emniyete bildirdimse de bir sonuç alamadık. Kalemin anahtarı elinde olan birisi, ama bunu dışarıdan birisinin bilmesi imkânsız. Birlikte keşfe gittiğimiz elemanlardan birisi olmalı… Ama gaybı Cenâb-ı Hak bilir; kimi suçlayayım, elde delil olmadan. O dönemde parmak izi alma imkânı ve MOBESE kameraları olmadığından üzülerek Allâh’ın adâletine havale ettik. Polis, savcı, ifadeler… derken; kim, neden… diye düşünürken; hanım beni aradı;
“Sakın üzülme! Böyle bir durum var. İnşâallah geçecek.” dedi. O zaman ferahladım.
NE EKERSEN ONU BİÇERSİN
Kozan’da bir cenaze geçerken herkes -tanısın tanımasın- dükkânının önüne çıkar ve cenaze geçinceye kadar ayakta bekler, yüksek sesle; «Allah rahmet eylesin!» diye bağırır. İsteyen kabristana kadar giderken, gidemeyen saygıyla beklerdi. Kozan eşrafından bir zât; her cenazeyi teşyî eder, dükkânını kapatır mezarlığa kadar giderdi. Bu zâtın hanımı vefat etti. İkinci bir evlilik yaptı. Hanımının isteği üzerine Adana’ya taşındı. Birkaç yıl sonra adamcağız vefat etti. Yakını olan bir avukat arkadaş, hanımına gidip;
“Yenge hanım! Ağabeyimizin cenazesini Kozan’da kaldıralım. Ağabeyimiz yıllarca Kozan’da yaşadı. Herkesin cenazesine katıldı. Adana’da onu kimse tanımaz. Burada garip garip gitmesin, cemaati çok olsun.” dediyse de hanımını bir türlü ikna edemediler. Avukat Bey çaresiz; abdest alırken, bir yandan da gözyaşları içinde;
“Yâ Rabbî! Bu kulunun ömrü cenaze taşımakla geçti. Şimdi çok az cemaati var.” diye üzülüp duâ ederken; 15 otobüslük hac konvoyu Adana-Ceyhan-Antep yolu üzerinde bulunan mezarlığa geldiler. Konvoy başkanları;
“Cenazeyi bekletin, namazdan sonra biz de cenaze namazına katılalım.” dediler.
Yâ Rabbî! Sana nasıl şükrederim. Zerre kaybolmuyor; ne büyük lütuf, merhamet, şefkat.
Her memleketin çeşitli güzellikleri var elhamdülillâh, bizim yurdumuzun her tarafı cennet gibi. Rabbim elimizden almasın, kıymetini bilenlerden eylesin. Âmîn…
MEHMET SAVUR AMCA
Gurbetin acı ve zor yanları var. Belki maddî açıdan da bir faydası yok. Tam bir yere yerleşiyorsunuz; oranın havasına, suyuna, âdetlerine adapte olmaya başlıyorsunuz. Etrafınızdaki insanları tanıyıp da tam dost ediniyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki tayininiz çıkmış. Bilmediğiniz, hayalinizden bile geçirmediğiniz memleketler; yeni insanlar, yeni mekânlar zor ama bir o kadar da heyecan verici. Tek kazancınız dost kazanmak, insanları tanımak, kendinizle yüzleşmek, sizi siz olduğunuz için seven kişilerle bir arada olmak…
Büyükler der ki:
İnsan gurbette olgunlaşır. İnsanların güvenini kazanmak zaman ister, bir beldenin güzelliklerinin yanı sıra orayı daha cazip ve güzel kılan insanlar vardır ki her anıldığında o güzel insanlar hatıra gelir. İşte o güzel insanlardan biri de Mehmet SAVUR Amcaydı, sessizce yaşadı, sessizce gitti. Allah şefaatine nâil kılsın. Onunla tanışmam şöyle:
Ben ayağımdaki rahatsızlıktan dolayı her ay iğne yaptırıyordum. O iğneyi de herkes yapamıyordu. Bana onu tavsiye ettiler. Eczanede kalfaydı, onu görür görmez sevdim. Hâli, tavrı, sohbeti, duruşuyla insanı etkiliyordu;
“Burası müsait değil, evim size yakın, ben gelir yaparım.” dedi. Tanıdıkça daha çok sevdim. 15 yaşında Sâmi Efendi Hazretleri’ne intisâb etmiş. Adana’da onun geleceği camiye gider, saatlerce oturur, onu sohbetini dinlermiş.
Hanımı Mehmet Amcayı şöyle anlatırdı:
“Daha bir gün bana; «Şunu pişir de yiyeyim.» dediğini duymadım. Üç gün yemek vermesem; «Acıktım» demezdi. Hiçbir yemek için «Tuzlu olmuş, sıcak olmuş.» demezdi.”
O, bu dünyanın insanı değildi;
“Ölüm ne ki, insanın elindeki eldivenin veya ayağındaki çizmenin çıkması gibi…” derdi. Mâlî durumu pek iyi olmadığından, Sâmi Efendi Hazretleri; ona her ay ihtiyacı olan nafakasını ve hususî mektuplarını gönderirmiş.
Bir gün Sâmi Efendi Hazretleri’nin hasretiyle yanmış. Hanımıyla İstanbul’a gelmiş. Tabiî randevu almadan gidiyor. O sırada Sâmi Efendi de Bursa’ya gitmiş. Onlar da kalkıp Bursa’ya gitmişler. Hanımı demiş ki:
“–Efendi! Buraya geldik ama nereden bulacağız? Kimseyi tanımıyoruz, nerede kalacağız? Fazla paramız da yok!” demiş. Zaten çok fazla konuşmazdı;
“–Gel Ulu Cami’ye gidelim.” demiş, gitmişler, namazı kılmışlar, cemaat dağılmış, dışarı çıkıp banklara oturmuşlar. Biraz sonra bir araba gelmiş, yanlarına yaklaşmış;
“–Kozanlı Mehmet Efendi burada mı?” diye sormuş. Mehmet Amca;
“–Benim!” deyince;
“–Sâmi Efendi seni bekliyor, buyurun.” demiş.
Mehmet Amca hemen arabaya binmiş, gitmişler. Hanımı orada şaşkınlık içinde kalakalmış. Öyle ki Mehmet Amca, Sâmi Efendi aşkından hanımını bile unutmuş. Daha kapıdan girer girmez Sâmi Efendi Hazretleri;
“Hanımınızı neden getirmediniz?” demiş. Tekrar şoförü yollayıp aldırmış.
BUZ YOKSA KAR VAR
Yazları Kozan çok sıcak olur, kasaba hemen hemen boşalır, herkes yüksek yaylalara gider. Hattâ derler ki:
“Yazın memurlar ve köpeklerden başka kimse kalmaz burada!” diye. Tabiî yaylada da zehirli hayvan sokması gibi hâdiseler için, eczanede bazı ilâçlar var. Bir yaz günü elektrikler kesilmiş, Mehmet Amca eczanede buzdolabındaki ilâçları kontrol etmiş. Hiç buz kalmamış, yapacak bir şey yok, evine gidip yatmış.
O gece yarısı kapısı çalınmış, şu anda ismini hatırlayamadığım, Kozan’da kabri bulunan bir evliyâullah hastalanmış, ateşlenmiş buz istemiş. Mehmet Amca eczanede buz olmadığını bildiği hâlde; «Büyüklerin bir bildiği vardır.» deyip eczaneye gelmiş. Orada beklerken bir bakmış bekçi elinde karla gidiyor.
Sormuş, meğer kaymakam bey alkol almış canı buz istemiş bekçiyi karcıya yollamış.
Eskiden karcılar vardı. Kışın kar yağdığı zaman, kuyular kazılıp depolanır, yazın çıkarılırdı.
Gecenin o saatinde bekçinin elindeki karı görünce; «Durum böyle böyle…» demiş. Bekçi de büyük bir kısmını ona vermiş. Mehmet Amca o kadar sevinmiş ki koşa koşa o hasta zâta götürmüş. Mübârek çok memnun olmuş, duâ etmiş;
“Ver elini!” demiş. Mehmet Amca farkına varmamış. Sağ elinin başparmağı kardan donmuş, parmağını ağzına alıp bir müddet ısıtmış;
“Bir de baktım ki o parmağımın üzerinde Kâbe vardı. Günlerce kaybolmadı.” derdi.
***
Yine bir gün, gece vakit epey ilerlemişti. Telefon çaldı, Mehmet Amca heyecanla;
“–Ne olur bize gelin!” dedi. Koşarak gittik; sevinç, heyecan ve gözyaşı içinde;
“Kimseye söyleyemedim, sabahı da edemezdim, sizinle paylaşmak istedim. Bugün -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz teşrif ettiler. Şu battaniyenin üzerine oturdular, sohbet ettiler. Daha sonra neresi olduğunu bilmiyorum, büyük bir cami içerisinde kalabalık bir topluluğa namaz kıldırdılar.” dedi ve o battaniyeyi duvara astı.
KESKİN ZİYARETLERİ
Mehmet Amcanın hasta olan oğlunun askerlik yoklaması gelmiş. Ancak görünüşte sağlam gibi olan oğlunun askerlik yapamayacağını ama bunun için heyet raporu istendiğini biliyor. Ankara’ya gitmiş. Doktorlar da biraz zorluk çıkarmış. Nihayet Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’ne müracaat etmiş. Biz o sırada yıllık izinde, Keskin’de olduğumuzu biliyordu. Yakın olduğu için bize geldi.
Her yıl sıla-i rahim diye memlekete giderdik. Anne-babalar sağken bunun kıymetini bilmeli. Kalabalıktan oturacak yer bulamadığımız o evler, şimdi bomboş, hâtıralarla baş başa. Gerek yıllık izinlerimizde gerekse bayramlarda gider hayır duâlarını alırdık. Çocuklar; amca, dayı, teyze çocuklarıyla kaynaşırdı.
Mehmet Amca gelince, rahmetli kayınvâlide pazara gidip epeyce bir şeyler almış. Yaz günü bol bol ayran yapılır, içilir diye 8-10 kilo da yoğurt almış. Mehmet Amcayı alıp Kırıkkale’ye akrabalara götürdük. 2-3 gün de Keskin’de kaldı. Ne kadar ısrar ettiysek de;
“–İzin bu kadar…” dedi ve gitti. Kayınvâlide çok üzüldü;
“–Acaba bir hatamız mı oldu, neden daha fazla kalmadı, ben bu yiyecekleri ne yapayım?” dedi.
Cuma namazı için eve yakın olan Çarşı Camii’ne giderken Devlet Hastanesinin önünde duran üç otobüs gördüm. Beyazlar giyinmiş hanımlar sağa-sola bakınıyor, bir kısmı hastaneye girip çıkıyordu. Yanlarına varıp kim olduklarını sordum;
“–Biz hac konvoyunun Kızılay ekibiyiz. Hem mola verelim hem de Cuma namazını kılalım, istedik. Ama hastane yetersiz.” dediler. Ben de;
“–Kayınpederin evi şurada, buyurun gelin!” dedim. Hepsini davet ettim, gelip abdest aldılar. Ayranlar da nasiplisini bulmuş oldu, onlar buz gibi içip ferahladılar. Velî kullardan geriye kalan ziyan olur mu?
Bu gelişinden yıllar sonra bir gün hanımına;
“Bugün Hüseyin Efendi’nin evinin lâmbası söndü. Eyvah herhâlde rahmetli oldu.” demiş.
Hüseyin Efendi benim kayınpederim. Telefon bile etmeden Keskin’e geldiler. Rahmetliyi büyük küçük herkes çok severdi. Evlâtları çok üzüldüler. İnsan ne kadar yaşlı olursa olsun, sevgisi çoksa üzüntüsü azalmıyor;
“Yaşlıydı ne yapalım?” denmiyor.
İki gün sonra;
“Ağlamazsanız birlikte mezarına gidelim.” dedi, gittik. Kayınbirâder başında Kur’ân okudu, duâ etti, orada sırlı şeyler anlattı:
“Şu anda Hüseyin Efendi bütün sevdikleri ve akrabaları ile beraber. Kur’ân okunurken herkes dinledi. Hani bir insan hacca veya uzak bir yere gider de gelince herkes ona bir şeyler sorar;
«Falan nasıl, filâncayı gördün mü?» diye havâdis alır ya; işte bir insan da öldüğü zaman herkes onu karşılamaya gelir, kendi yakınlarını sorar.
«Sorduğun kişi benden önce buraya gelmişti.” der. Onlar da;
«Biz de görmedik, eyvah aramızda olmadığına göre onun yeri iyi değil!» diye üzülürler.
Siz fazla üzülmeyin, o şimdi bir yandan size bakıyor bir yandan da oradakilerle sohbet ediyor. Ama Kur’ân-ı Kerim okununca hepsi susup dinlediler. Sizin gözünüz yaşarınca onun da gözleri doldu.” dedi.
Baldıza da;
“Çok ağlama!” derken; «Sanki bunda ne var, daha beteri var!” der gibiydi. Aradan üç ay geçmişti ki bacanak ve 17 yaşındaki oğlu Sinan’ımızı trafik kazasında kaybettik.
Sinan çok mâneviyatlı bir gençti. Henüz lise talebesi iken;
“–Ben de ders alacağım.” diye tutturdu. Ankara’ya Hacı Gedikli Ağabeye gitti. O da hazırlık dersi verdi. Geceleri erkenden kalkar dersini yapardı;
“–Oğlum daha sabaha çok var. Yat uykusuz kalma!” dediklerinde;
“–Ben hesapladım, benim namaz borcum varmış. Onları kılacağım.” diyordu. Hep sohbet edilsin isterdi. Benim için;
“Eniştem bir takvim yaprağı bulsa hemen sohbet eder.” derdi. Tertemiz yaşadı gitti, kısa ömrüne neler sığdırdı…