AKRABALIK BAĞLARI

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

hatice_kubra_ergin-yuzakidergisi-temmuz2015
Kâinâta baktığımızda akıl almaz bir büyüklükle karşılaşıyoruz. Sayısı belirsiz galakside trilyonlarda yıldız; gezegen… İnsanın aklına geliyor ister istemez, bu kadar büyük bir kâinatta bütün insanlar dünya gezegenine doldurulmuş.

Allah Teâlâ her şeye kādir olduğuna göre; dileseydi her birini dünya gezegeni gibi hayata elverişli kılıp, her bir insanı birine yerleştirebilirdi. Her insana kâinâtın ömrü kadar ömür verip;

“Başka hiçbir şeyle meşgul olma, yalnız Bana kulluk et!” diye emredebilirdi. Ama hepimizi bir dünyada yaratması, birbiri ardınca nesiller olarak getirmesi, aramıza türlü türlü bağlar koyması hep onun iradesinin neticesi.

Allah Teâlâ bir âyet-i kerîmede insanı çeşitli türden akrabalık bağları ağı içinde yaratmasına dikkat çekerek şöyle buyuruyor:

“Sudan bir insan yaratıp ona bir soy ve hısımlık bağları yapan O’dur. Rabbinin her şeye gücü yeter.” (el-Furkān, 54)

Kitâbımızda akrabalık bağlarına dikkat çeken birçok âyet-i kerimede; «zu’l-kurbâ, akrabîn, zevi’l-erham» kelimeleriyle işaret edilen akrabalık türlerine dikkat çekiliyor. Nisâ Sûresi’nin ilk âyetinde; akrabalık bağının önemine işaret etmeden önce, yaratılıştaki birliğe, tek bir anne-babadan çoğalışımıza işaret ediliyor:

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (en-Nisâ, 1)

Sûrenin devamında, yetimlerin haklarından bahsedildiğine bakılırsa; bütün toplumu tek bir aile gibi görmemiz, toplumun zayıflarını kendi öz evlâdımızdan ayırt etmememiz isteniyor. Allah -zü’l-celâl- bizlere, en yakınlardan başlayarak halka halka genişleyen bir iyilik hareketi başlatmamızı emrediyor. Bunun için ise öncelikle yakınlardan başlamaya işaret ediyor ki, uzaktakilerle uğraşırken yakınlar ihmale uğramasın… Buyuruyor ki:

“Allâh’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sonra anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, (akraba olan) yakın komşulara, uzak komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez.” (en-Nisâ, 36)

Akraba kelimesi de yakınlar mânâsına geliyor ve insana sanki şöyle düşündürüyor; zaten bütün insanlar Hazret-i Âdem’in çocuklarıdır. Dünyadaki bütün ırkların, kavimlerin, soyların hepsi aynı anne-babadan dünyaya gelmiş kardeşlerdir. Bütün insanlar arasında kan bağı vardır, ancak içlerinden bir kısmı daha yakındır. İşte o en yakınlardan başlayarak bütün akraba ve kardeşlerinize iyilik yapın.

Âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şeriflerde, sıla-i rahim bağını muhafaza etme hususunda pek çok ikaz yapılıyor. Yakınlarımızla görüşmek, ziyaretleşmek, hâllerine ilgi göstermek, dertleriyle ilgilenmek, maddî ve mânevî ihtiyaçlarını gidermek için yardımcı olmak, üzerimize bir borç olarak yazılmış. Peygamber Efendimiz buyurur:

“Allah -zü’l-celâl- buyuruyor ki:

«Ben Rahmân’ım. Sıla-i rahim ismini, kendi ismimden çıkardım. Akrabalarıyla beraber olanlarla, beraber olurum. Akrabalarından ilgisini kesenden, Ben de ilgimi keserim.»” (Buhârî, Edeb, 13)

Ne yazık ki çağımızda sıla-i rahim bağlarına dikkat edilmemekte. İnsanlar bilhassa büyük şehirlerde kendi hayat meşgaleleri içinde boğulmuş gibi. Hattâ üniversite tahsili için ailesinin yanından ayrılan gençler; nerede iş bulurlarsa orada yerleşmekte, bekâr evlerinde kalmakta, anne-babalarını bile bayramdan bayrama görmekte.

Kanada’da intiharları önlemeyi hedefleyen bir çağrı merkezinde çalışan psikologlar anlatıyor:

“İnsanların çoğu bizi sırf konuşacakları kimse olmadığı için arıyorlardı. Orada anneler boşandıktan sonra yalnız başına bir dairede yaşıyor, kızı on sekizine girince çalışmaya başlayıp ayrı eve çıkıyor. Anne-kız bile aynı evde yaşamıyor.”

Elbette akrabalık bağlarının böylesine kopması, çekirdek ailenin bile parçalanması, beraberinde bir sürü meseleyi getiriyor. İnsan yığınları; şirketlerin kapısında iş bekliyor, hükûmetin sosyal yardımını bekliyor, bankalardan kredi alıyor ödeyemiyor. Nüfusun yaşlanması problem hâline geliyor.

İnsanlar arası yardımlaşma, dayanışma yok. Yalnız yaşayan yaşlılara, kadınlara saldırılar önlenemiyor. Alkol, uyuşturucu bağımlılığı, intihar, psikolojik bozukluklar yaygınlaşıyor. Peki, neden hâlâ böyle yalnız yaşıyorlar?

Çünkü bu dünyadaki hayattan başka bir hayatın varlığına inanmayan insanlar, azıcık sabır isteyen en ufak bir külfete tahammül edemiyor. Geçtiğimiz yıllarda İngiltere’de bir hukuk bürosu, belediye otobüslerinin üzerine şöyle bir reklâm vermişti:

“Hayat kısa, boşan gitsin!” Kilise şikâyet edince reklâm haber konusu olmuştu.

Evet, hayatı şu fânî dünya hayatından ibaret gören insanlar; en ufak bir sıkıntıya sabretmek istemiyorlar. Elbette insanlarla geçinmek; birazcık fedâkârlık, biraz tahammül istiyor. Bununla beraber âhirete îmânı olan insan görüyor ki, o fedâkârlık boşa gitmiyor. İnsan, yalnız anne-babasıyla olan münasebetinde bile neler öğreniyor. Evliliğini sürdürürken, evlât yetiştirirken; yalnız başına bir adada bin yıl secde etse öğrenemeyeceği dersler alıyor. Belki de bu yüzden, arkanda hayırlı bir evlât bırakmak, sadaka-i câriye oluyor.

İnsanlar arası münasebetlerin her birinin farklı bir tadı, farklı bir dokusu var. Büyüklerinin emeğine minnet ve şükran duyarak iyilik borcunu ödemek; küçüklerin sana olan muhtaçlığına acıyıp fedâkârlık yapmak; gençlerin acemîliklerini anlayışla karşılayıp hep iyiliklerini düşünmek ve tavsiyelerde bulunmak. Akranlarla işbirliği, yardımlaşma, sevinç ve kederlerini paylaşma. Hepsinde rahmetin farklı bir tezâhürü…

Meselâ büyükbabasının, dün nasıl heybetli, sözünü dinleten bir şahsiyetken; bugün hep dönüp dönüp aynı hikâyeleri anlatan âciz bir ihtiyara dönüştüğünü görmek, gençliğe, güce, kudrete güvenip kibirlenmenin ne kadar aldatıcı olduğunu fark ettiriyor. Her insanın şefkate muhtaç olduğunu fark etmek, insanın kalbini yumuşatıyor.

Kalbimizi yumuşatan tecrübelere ne kadar ihtiyacımız var, ama hiç farkına varmıyoruz. Popüler kültür, sürekli kalbi katılaştıran tecrübeleri tavsiye diyor. Ölmeden önce; gezilecek, görülecek, yapılacak şeylerin listesini koyuyor önümüze. Hepsinin nihâî hedefi; «Bunları da yaşadım!» diye gururlanmak. Kalbin kasvet bağlaması, israfla, günahla kirlenmesi… Bencillik, zevk düşkünlüğü, kibir, katı kalplilik, duygusuzluk…

Hâlbuki bir saatlik akraba ziyareti; belki facebook sayfanıza yazmaktan gurur duyacağınız bir tecrübe değil, ama amel defterinize yazılacak bir hasene. Hele bir de bir yakınınızın derdini dinleyip teselli vererek gönül alırsanız; elinizden geleni esirgemeyip, çare olmaya çalışırsanız, size kısa yoldan bol bol sevap kazandırabilir.

Gönülleri yumuşatıp birleştiren bu tecrübelere, bugün her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Kalplerimize sevgiyi, şefkati, tahammülü yeniden öğretmemiz gerekiyor. Çünkü kalpler katılaştıkça; insan komşu şehri, komşu ilçeyi hattâ komşu köyü hasım gibi görmeye başlıyor. Aradaki birliği, kader ortaklığını unutuyor; ötekileştiriyor.

Meselâ geçtiğimiz haftalardaki seçimde; ne yazık ki kavmiyetçi şüphe ve husumet hisleri, birliğimizi parçaladı; ülkemizi yıllar öncesinin siyasî kaos günlerine döndürdü. İslâm ümmetini paramparça eden kavmiyetçilik anlayışı, bugün hâlâ bizi hem dindaşımız, hem komşumuz hem de evlenme yoluyla karışıp hısım-akraba olduğumuz vatandaşlarımıza kem gözle bakmaya itiyor. Oysa bizi birbirimize düşerken görmek isteyenler, hiç de birbirimizden ayırt etmiyor.