TEKNOLOJİYLE KAYBOLAN MUTLULUK

YAZAR : Hayrettin DURMUŞ hayrettindurmus@gmail.com

hayrettin_durmus-yuzakidergisi-temmuz2015

Teknolojik gelişmeler sayesinde yığınla elektronik âlet hayatımızdaki yerini çoktan aldı almasına da yüzümüzdeki tebessüm her geçen gün kaybolup gitti…

Bizler bir lokma ekmeği ikiye bölen, beraber ağlayıp beraber gülen insanlardık. Hattâ kendi acımızı yüreğimize gömer, başkalarının acısına daha çok yanardık. Bencillik yoktu içimizde. Gönüllerimiz dar değildi bu kadar. Derken, birbirimize düştük. Gönüllerimize pranga vuruldu. Kardeşliği unuttuk, el olduk sanki. Başkalarının konfeksiyon aşklarını yaşarken, en yakınlarımızın acılarına bîgāne kaldık. Kendi yalnızlığımızda kaybolup, kendi dertlerimizle çırpınmaya başladık. Kalabalıklar içindeki yalnızlığın bir anlamı vardı. Bir duruştu o. Çevreden gelecek etkilere karşı bir savunma mekanizmasıydı. An itibarıyla yaşadığımız yalnızlık; bizi kimliksiz, kişiliksiz, bir başına çaresiz bırakan bir yalnızlık…

“İslam cemaat dînidir.” derdi eli öpülesi hocalarımız. “Yalnız kişiye; şeytan musallat olur, arkadaşlık eder.” diye eklerlerdi. Bir mazeret, mecburiyet yoksa namazı cemaatle kılmak tavsiye edilirdi. Düğünlerimiz, cenâze merasimlerimiz, bayramlarımız; acımızın, mutluluğumuzun bölüşüldüğü günlerdi. Hasta ziyareti; «Müslümanın müslüman üzerindeki haklarından»dı. Heyhat! Ne günlere geldik? Ameliyat masasındaki yakınımızın fotoğrafını çekip paylaşıyoruz «facebook»ta utanıp sıkılmadan. Sanal âlemdeki arkadaşlarımız; «Geçmiş olsun…» diyor. Hattâ aile fertleri bile oradan iletiyor dileğini. «Annem öldü!» diyor adam, bilmem şu kadar «beğen» tıklanıyor. Annesi ölen de beğeninin çokluğuyla övünüyor. Ne demeli? Neresini düzeltmeli bu işin? Sanal âlemde kayboluyor, gerçek dünyaya bir türlü gelemiyoruz…

Aynı gök kubbenin altında yaşıyoruz ayrı ufuklara bakarak. Aynı evin içinde ayrı dünyalar peşindeyiz. Kulaklığımızı da taktık mı dünya yansa umurumuzda olmuyor. Şimdi gel de Necip Fazıl’ın dramımızı özetleyen Türk insanını «Muhasebe»ye çağırdığı şiirini hatırlama:

Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat elinde tesbih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: «Mavs» oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kız kardeşimin «tamtam»da çığlıkları…
Bir kurtlu peynir gibi ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!

İNTERNETLE GELEN YALNIZLIK

İnternetin olmadığı, elektronik postaların bulunmadığı, telefon tellerinin icat edilmediği, cep telefonlarının bilinmediği, dünyanın bu kadar madenîleşmediği, gönül frekansının ardına kadar açık olduğu yıllarda; allı turnalarla selâm salabiliyorduk. Birbirimizden uzak şehirlerde de yaşasak gönüllerimiz arasında uçurum yoktu. Kimse yalnız değildi o yıllarda. Bir ihtiyar, bir gariban; evinde yalnız kalmışsa; «Yalnızlık Allâh’a mahsustur.» deyip ziyaretine gidilir, hâl hatır sorulur, dertler bölüşülürdü…

İnternet ağı dediğimiz iletişim harikası, birdenbire kesiliverir bazen. Elektrik gitti mi, güç kaynakları bitti mi şaşırıp kalırsınız. Ne yapacağınızı bilemezsiniz. Dünyaya bağlandığımızı sandığınız ağ başımıza örülür. Bağlantınız kopar dünyayla… Oysaki en büyük hürriyet Allâh’a bağlanmaktır. Sırrına erebilirsin, bağın hiç kopmaz. Her an, her yerde hâzır ve nâzır olan O Yüceler Yücesi bizi çaresiz bırakmaz. Karanlık kuyuların dibinden, balığın karnından da seslensek, O bizi duyar…

İnternet bir ata benzer. Binmesini bilir, dizginlerini kavrarsan rahvan adımlarıyla seni güzel bir yolculuğa çıkarır. Dizginleri bir kaptırırsan ona, işte o zaman tehlike çanları çalıyor demektir. Vahşî bir at gibi doludizgin koşar ve seni nereye götüreceği, hangi tümseğe, hangi çukura atacağı belli olmaz. Biz bilir ve inanırız ki; «Ameller niyetlere göredir.» Teknoloji niye kötü olsun? İnternetin ne suçu var? Yaşadığımız çağda teknolojinin imkânlarından faydalanmak; hakkın, hayrın, iyinin, güzelin sesi, doğrunun adresi yapabilmektir bütün mesele. Söz gelimi bu satırların yazarı, yazısını internet aracılığıyla dergiye göndermektedir. İnternet kullanmaya «evet», teknolojiye «evet»; bilgisayarlarımızı çöplük, internetimizi lüzumsuz işlerin merkezi hâline getirmeye, onu bataklığa dönüştürmeye «hayır» demeliyiz hep birlikte. Bizi, çocuklarımızı, ailemizi ve bütün insanlığı bekleyen tehlikenin farkında olmalıyız.

Hangimiz özlemiyoruz o eski günleri? Yere bir sofra serilirdi. Nakış nakış renk. Toplanırdı insanlar bu sofrada. Herkes sığardı, kimse tedirgin değildi yerinden. Nihâlenin süsü, bulgur aşı ve soğandı. Yudumlanırdı ayranlar besmele eşliğinde. Hormon nedir? Asit ne? Genetiği değiştirilmiş ürünü kimse duymamıştı. Tereddüt etmeden uzanırdı elimiz softadaki her nimete. Katkı maddesi de neydi? Ambardaki gıda maddelerinin son kullanma tarihi hiç geçmezdi. Gönlündeki umutları gibi taptazeydi yiyecekleri Anadolu insanının.

Hayatımızda çok şey değişti. Gaz lâmbası yerini floresana; sobalar yerini doğalgaza, klimalara; yürek yakan gramofonlar müzik setlerine; Hacivat ile Karagöz internetteki komik videolara teslim oldular. Daha doğrusu teslim alındılar. Her çocuğun bir elinde cep telefonu, diğer elinde laptop. Bir zamanlar «aptal kutusu» olarak bilinen akıllı televizyonlar, başköşeye misafir oldular ama nerede o eski sıcaklığımız?

Türkü çığırarak ay ışığında sürdüğümüz düvenleri alıp yerine biçerdöverleri verdiniz. Sayenizde üç ay süren harmanı üç günde kaldırır olduk. Faydasını inkâr edemeyeceğimiz yığınla makine verdiniz elimize vermesine de, bizden de birçok şeyi almadınız mı? Hâl hatır sormayı, gönülden muhabbet kurmayı, imeceyi ne yaptınız Allah aşkına? Susturmak için çocukların eline uzaktan kumandalı oyuncakları verdiniz vermesine de, nerede o çelik-çomak oynarken gülen yüzler? Hani mutluluk?