Ayrılık Tohumu Mesâbesinde ÜSTÜMÜZE VAZİFE OLMAYAN MESELELER

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

harun_ogmus_yuzakidergisi-temmuz2015
İslâm düşüncesinde gündeme taşınıp tarih boyunca tartışılmış ve müslümanları ayrıştırmış birçok mesele, aslında gayba taalluk ettiği için aklın çözemeyeceği bir mahiyet arz eder. Bu itibarla, insanın haddini bilip bu konulara hiç dalmaması gerekirken; ne yazık ki müslümanlar başlangıçtan beri bu konuları öne çıkararak, birbirlerini fısk, ilhad ve hattâ küfürle suçlamışlar, kelâm kitaplarının sem‘iyyât (nakle dayalı konular) bölümleri bu polemiklerle dolmuştur. Maksadımızın anlaşılması için Mu‘tezile’nin gündeme getirdiği meşhur birkaç örnek verelim:

1. Görme organı ancak somut cisimleri algılayabildiği için, Allâh’ın âhirette görülmesi söz konusu olamaz. Çünkü O’nun görülebileceğini ileri sürmek -hâşâ- somut bir cisim olmasını gerektirir. Bu ise O’nu cisme, yani mahlûkāta benzetmek olur. Hâlbuki O, benzeri olmaktan münezzehtir. (eş-Şûrâ, 42/11) Her neye benzetilirse o şeyden başkadır. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Allâh’ın zâtının değil de kudretinin düşünülmesini salık vermiştir.

2. Kullarının maslahatını gözetmek Allah için bir zorunluluktur. Çünkü O, hikmetsiz ve faydasız bir iş yapmaz. O’nun yaptığı her işin bir amaç ve sebebi vardır.

3. Şefaat bir nevî iltimastır. Birilerine iltimas geçmek Allâh’ın adâletiyle bağdaşmaz. Dolayısıyla âhirette şefaat söz konusu olamaz.

4. Kabir azabı yoktur. Çünkü meyyit cezayı hissedemez. Dolayısıyla ona ceza vermek anlamsızdır. Allah ise anlamsız bir iş yapmaz.

5. Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen amel defterleri, mîzan vb. hususların bir gerçekliği olmayıp bunların hepsi bir temsilden ibarettir. Çünkü ameller ârazdır, (kendi başlarına var olamaz, varlıkları bir başka şeye bağlıdır). Dolayısıyla tartılamazlar. Kaldı ki, Allah Teâlâ zaten kimin ne yaptığını bilmektedir, dolayısıyla kayda-kütüğe gerek yoktur.*

Bu görüşler ve bunların dayandırıldığı gerekçelere bakıldığında, içinde yaşamakta olduğumuz mevcut dünya şartlarının dikkate alındığı ve henüz algılayamadığımız, dolayısıyla keyfiyetini bilemediğimiz âhiret ahvâlinin de bunlara kıyas edildiğini görürüz. Kelâm ilmindeki adıyla kıyâsu’l-gāib ale’ş-şâhid (görülmeyeni görülene kıyas etmek) veya istidlâl bi’ş-şâhid ale’l-gāib (görülenle görülmeyene delil getirmek) metoduna istinâden varılan bu hükümler, kendi içinde tutarlı görünse de, adı geçen metodun dile getirilen konulara uygulanması oldukça su götürür. Zira âhirete gidip oranın şartlarını gören ve böylece iki âlem arasında bir benzerlik kurulabileceğini söyleyen bir babayiğit olmadığına göre, bu söylenenlerin hepsi spekülâsyondan ibaret kalır. Bu konuları sırasıyla ele alalım:

1. Dünya ve âhiretin şartları arasında bir benzerlik olduğu kesin olarak ileri sürülemeyeceğine göre; yeniden dirilişten sonraki bedenimiz ve organlarımızın, dolayısıyla onların algılama gücünün şimdikinden çok farklı olması, buna bağlı olarak -şu anda bizim bilemeyeceğimiz bir şekilde- Allâh’ı görmemiz pekâlâ mümkündür. Nitekim Kur’ân-ı Kerim; cennetin yerle gök genişliğinde olduğunu bildirmesine (Âl-i İmrân, 3/133; el-Hadîd, 57/21) rağmen, cennetlik ve cehennemliklerin yüz yüze imişlercesine konuşup sohbet edeceklerini gösteren tablolar sunmaktadır. (Bkz. el-A‘râf, 7/44-51; es-Sâffât, 37/50-59)

Şu hâlde yapılması gereken, hadislerde geçtiği ve Kur’ân’da da işaret edildiği üzere «Cemâlullâh»ın görüleceğini tasdik ve teslim etmektir. Mu‘tezile bunu yapmadığı gibi, bunu yapan ehl-i sünneti mücessime olmakla, yani Allâh’ı cisme benzetmekle suçlamaktadır. Hâlbuki Allâh’ı noksanlıklardan arındırmayı temel bir ilke olarak benimseyen ehl-i sünneti bu şekilde itham etmek, gölge boksu yapmaktan başka bir şey değildir.

2. Allah için bir şeyin zorunlu olduğunu söylemek her şeyden önce küstahlık ve had bilmezliktir. Çünkü hiç kimse Allâh’a norm koyacak bir mevkide olamaz. Öte yandan bu küstahlığa cevap vermek adına -Eş‘arîler’in yaptığı gibi- Allâh’ın hiçbir işi amaç için yapmadığını söylemek de isabetli değildir. Zira bu da, Allâh’ın fiillerinin gelişi güzel olduğu anlamını çağrıştırabileceği gibi Kur’ân’da sebebe bağlanan birçok ilâhî fiilin zikredilmiş olmasıyla da çelişir. Bu iki görüş de Kur’ân-ı Kerim’de yasaklanmış olan Allah hakkında delilsiz-bilgisiz söz söylemenin (el-A‘râf, 7/33) kapsamına girmektedir.

3 ve 5. maddelerdeki konular; -en başta söylediğimiz gibi- insanın dünyevî şartlardaki bilgi donanımıyla bilemeyeceği gayba müteallik konular olup mü’mine düşen, bunları nasslarda geldiği şekliyle tasdik ve teslim etmesidir. Ne var ki, tarih boyunca Mu‘tezile’nin bu konulara yaklaşım biçimi bu şekilde olmamış; aksine yukarıda kısaca tasvir ettiğimiz şekilde bu meseleleri dünyevî şartlar ve kapasiteler çerçevesinde anlamaya çalışmış, bu çerçeveye sığdıramayınca da reddetmiştir. Ehl-i sünnet ise daima onlara cevap vermek durumunda kalmıştır. Bu konuların tartışması ve karşılıklı serdedilen deliller kaynaklarda teferruatıyla mevcuttur.

Bizim burada asıl işaret etmek istediğimiz nokta; asırlarca tartışılıp ümmeti ayrıştıran, Mu‘tezile’nin hiçbir mensubunun kalmadığı çağlarda bile kitaplarda yer almaya devam eden bu meselelerin pratik faydasının çok fazla sorgulanmamasıdır! Meselâ Allâh’ın âhirette görüleceğine inanmak veya onu reddetmek; bizim dindarlığımıza, takvâmıza, ahlâkımıza olumlu veya olumsuz yönde nasıl katkıda bulunmaktadır? Veya kulun maslahatını gözetmesinin Allah için vâcib olduğunu ya da O’nun hiçbir işi bir amaç için yapmadığını ileri sürdüğümüzde daha mı dindar olmaktayız? O’na olan saygımız mı artıyor? Meselenin bu yönü çok fazla gündeme getirilmemiş, sürüp giden bir tartışmanın harareti içerisinde taraflar ha bire birbirlerine cevap yetiştirmeye çalışmışlardır. Bu konuların -keyfiyeti akılla bilinemeyecek olsa bile- nasslarda geldiği şekliyle kabul edilmesi dururken, tartışmaya açılması da lağv (lüzumsuz iş) kabîlindendir. Hâlbuki -hadiste buyurulduğu üzere- kendisini ilgilendirmeyen bir işi (mâ lâ ya‘nî) bırakması kişinin Müslümanlığının iyi olduğunu gösterir.

Diyeceksiniz ki, tarihte kalmış bir fırkanın görüşlerini gündeme getirmek lağv değil midir? Amacımız doğrudan bu görüşleri gündeme getirmek olursa evet! Ancak bizim yukarıdaki örnekleri vermekle amaçladığımız şey, geçmişteki hataların tekrar edilmemesi ve faydadan hâlî meselelerin ayrıştırıcı olmasına meydan verilmemesi hususunda ikazda bulunmaktır. Zira bugün ülkemizde burada dile getirilenlerden daha küçük meselelerin bile ayrıştırmaya aracı kılındığını üzülerek görüyoruz.

Allah Teâlâ her birimizi farklı özelliklerde, âdeta tek tek özenerek yaratmış. Yaratılış, huy, düşünce, duygu, temâyül vb. yönlerden hiçbirimiz diğerinin aynı değil! Bu itibarla zarûrât-ı dîniyye (dînin kesin delilleri) ile çelişmedikçe farklı görüş ve kanaatlere sahip olmamız gayet tabiîdir. Tabiî olmayan, farklı görüş ve kanaatlerimizi ayrılık sebebi kılmaktır. Birliğimizi korumamızın ve bir arada yaşamamızın bundan başka bir çaresi yoktur. İslâm dünyası; tarihine dönerek, farklılıkları bir arada âhenk içerisinde barındıran bir yaşama kültürünü yeniden ve hemen hâkim kılmaya çaba göstermelidir.

_________________

* Teftâzânî, Şerhu’l-‘Akāidi’n-Nesefiyye (nşr. Muhammed Adnân Dervîş), s. 164, 166.