İslâm Fetihleri ve MÜSLÜMANLARIN BUGÜNÜ

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

harun_ogmus_yuzakidergisi-mayis2015

İslâm’ın yayılışı dünya tarihinin en dikkat çekici hâdiselerinden biridir. İslâm; 3 milyon kilometrekareden daha geniş bir coğrafyada kabîleler hâlinde ibtidâî bir hayat süren ve kan dâvâları, yağmacılık, mer’â ihtilâfları gibi sebeplerle sürüp giden savaşlardan dolayı bir araya gelmeleri hayal dahî edilemeyen bir toplum içerisinde zuhur etmiş ve 23 yılda o toplumu bir araya getirerek inanılmazı gerçekleştirdiği gibi, takip eden 10 yıl içinde Mağrip’ten (Kuzey Afrika) Çin’e kadar uzanan o zamanın en medenî ülkelerine de hâkim olmuştur. Tarihte bu kadar, hattâ belki bundan da kısa zamanda daha geniş coğrafyalara uzanan fetihler yapılmıştır. Ancak bu fetihler; varlığını sürekli kılacak dinamiklerden mahrum, ekseriya kurucularıyla birlikte dağılıp giden maddî kuvvetlerden ibaret kalmış, zamanla silinip giderek geride yalnızca kötü hâtıralar bırakmıştır. İslâm’ın yayılışını onlardan ayırıp müstesnâ kılan, girdiği yerlerdeki insanların kalplerini kazanması ve orada varlığını sürekli kılabilmesidir.

İslâm; Sicilya ve Endülüs gibi birkaç örneği istisnâ edersek, girdiği bir yerden bir daha çıkmamıştır. Çünkü gittiği ülkelerdeki insanları dönüştürüp, onları kendine kazanmıştır. Bu itibarla İslâm fetihlerinden, özellikle de ilk devirlerdeki fetihlerden bahsederken; yalnızca askerî zaferlerden ve siyasî hâkimiyetten bahsediyor olmayız. Çünkü İslâm’ın girdiği ülkelerde; tarih boyunca onlarca devlet kurulup yıkılmış, ancak İslâm o ülkelerde yaşayan halkların gönlünde hâkim değer olarak kalmaya devam etmiştir, etmektedir.

Kaldı ki Tanzanya ve Kamer adaları gibi Batı Afrika ülkelerine, Malezya ve İslâm dünyasının en kalabalık nüfusuna sahip olan Endonezya gibi Uzak Doğu ülkelerine fetih amaçlı hiçbir donanma gitmemiş, bu ülkelerin halkları tamamen ticarî vb. ilişkilerle İslâm’ı tanıyıp müslüman olmuşlardır.

Diyeceksiniz ki: “İslâm’dan daha yaygın benimsenmiş din ve kültürler vardır.” Doğrudur, meselâ Hıristiyanlık kıtalara yayılmıştır. Ancak biz İslâm’ın yayılışının müstesnâ olduğunu savunurken sadece yayılma sahasının genişliğini ölçü almıyoruz. Aynı zamanda bunun ne kadar süratli geliştiğini ve kalıcı olup olmadığını da dikkate alıyoruz. Hıristiyanlık bugün en fazla benimsenen din olmakla birlikte, yayılması üç asrı geçen bir zamanda gerçekleşmiştir. Bu cihetten İslâm’ın yayılışı ile mukayese edilemez.

Her hareketin başlangıcında coşku yüksek olur. Hicretin ilk asrındaki müslümanlar da dinlerine coşkun bir ruhla ve son derece içten bağlandılar. Bu sebeple özellikle hulefâ-i râşidîn devrinde gerçekleşen fetihlerin neticeleri çok muazzam oldu. O kadar ki, fethedilen ülkelerin halkları yalnız İslâmiyet’i benimsemekle kalmayıp, zamanla İslâm’ın ana kaynaklarının ve onu tanıtanların dili olan Arap dilini de benimsediler. Meselâ Mısırlılar Kıptî, Mağrip ülkelerinde yaşayan halklar Berberî olup kendilerine mahsus dilleri vardı. Ancak bugün bu ülkelerin tamamında, hattâ halkı zenci olan Sudan, Moritanya ve Somali gibi ülkelerde ana dil Arapçadır. Arap’ı bir ırk değil de; «Arapça konuşan insan» olarak tarif etmeyi gerektiren ve iyi değerlendirilse çok büyük bir avantaja çevrilebilecek olan bu dil birliğinin oluşmasında, söz konusu ülke halklarının Araplarla evlilik yaparak karışmalarının da elbette tesiri vardır. Ancak bu halkların Arapça konuşur hâle gelmesini sadece evliliklerle izah etmek gerçekçi olmaz.

Arapçanın hâkim olduğu halklar üzerindeki tesiri hakkında bugün tarihte kalmış başka enteresan örnekler de vardır. Meselâ Endülüs’te halkın bir kısmı; hıristiyan olarak kalmakla birlikte, Arapça konuşan ve «müsta‘rib (Araplaşmış)» olarak adlandırılan zümrelerden oluşmaktaydı. Başta İspanyolca olmak üzere, batı dillerine geçen Arapça kelimeler ise başlı başına ele alınması gereken bir mevzudur.

İslâm dünyasının batısını derinden tesir altına alan Arapça, doğuda karşılaştığı Farslar ve Türkler gibi kavimler üzerinde aynı ölçüde tesirli olamadı. Çünkü Farsların kültürü, Türklerin ise bileği çok güçlü idi. Bu sebeple Araplara komşu olsalar da Farslar ve Türkler dillerini değiştirmediler. Afganlar, Hintliler, Uzak Doğu ve Balkan milletleri ise Arapça konuşulan coğrafyalara zaten çok uzaktılar. Bununla birlikte Kur’ân dili olarak Arapça bütün İslâm milletleri için her zaman önemli oldu. Dînî ilimlerle ilgili kitaplar Arapça konuşulmayan coğrafyalarda bile, modern zamanlara gelene kadar Arapça kaleme alındı. Dînî kavramlar başta olmak üzere İslâm milletlerinin dillerinde birçok Arapça kelime yerleşti. Cumhuriyet devrindeki ideolojik tasfiyeye rağmen, bugün bile Türkçenin takriben üçte biri Arapça asıllı kelimelerden oluşmaktadır.

Endülüs’le birlikte fethedilip yarım asır sonra boşaltılan Batı Fransa’yı ve hicrî III. asırda Tunus’ta hükümran olan Ağlebîler’in yer yer Alp Dağlarına kadar uzanan İtalya’nın bazı bölgelerinde kısa süreliğine hâkim olmalarını istisnâ edersek; müslümanlar hicrî V. asrın ortalarına kadar hiçbir cephede mevzî kaybetmediler. İçeride Gāliyye (aşırı Şiî gruplar), Zenâdika (zındıklar), Karmatîler, Bâtınîler gibi yıkıcı muhalif gruplarla boğuşsalar, zaman zaman sosyal adâletsizlikle mâlul olsalar da; bu safhada askerî ve siyasî bakımdan olduğu gibi ilmî, fikrî ve edebî bakımdan da rakipsizdiler. Hicrî V. asra kadarki birikimin kazandırdığı ivme ile ilmî ve fikrî üstünlüklerini hicrî X-XI. asırlara kadar büyük ölçüde korudular. Ancak askerî ve siyasî vaziyetleri, hicrî V. asırdan itibaren coğrafyalara göre değişen dalgalı bir seyir takip etmeye başladı. Meselâ Akdeniz’de Sicilya, Endülüs’te Tuleytula kaybedilir, Kudüs ve Suriye sahilindeki limanlar haçlılara kaptırılırken Anadolu fethedildi. Kezâ milâdî XIV ve XV. asırda Endülüs düşerken Rumeli ve İstanbul fethedildi. Yani müslümanlar hiçbir devirde, her cephede aynı anda mağlûp olmadılar. Bir coğrafyada geriliyorlarsa diğerinde ilerlediler.

Ne zamana kadar?

Vezîr-i Âzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, 1683’te Avusturya’yı cezalandırmak üzere sefere çıkana kadar! Viyana’yı fethedip Kanunî’nin bile erişemediği bir şerefi elde etme hayaline kapılan Paşa, çıktığı bu seferde -aktarıldığına göre Kırım Hanı’nın ihânetiyle- Viyana önlerinde yapılan Alaman Dağı Muharebesi’nde yenilip çekildikten sonra, 16 yıl savaş devam etti ve akabinde Macaristan, Mora, Dalmaçya ve Azak’ın kaybedildiği Karlofça Muâhedesi imzalandı. İlk defa ülke kaybedilen bu muâhededen sonra 1711’de Rusların, 1736-39’da hem Avusturya hem de Rusların yenilmesinde olduğu gibi çizilen karizmayı nisbeten düzelten bazı başarılar elde edilse de, özellikle 1768-1774 Rus Harbi sonrası imzalanan Küçük Kaynarca Muâhedesi ile birlikte Kırım da kaybedildi ve sonrasında Ruslar tarafından ilhak edildi. Bu, ilk defa Osmanlı Devleti hâkimiyetindeki müslüman bir ülkenin elden çıkması demekti. Böylece yukarıda dalgalı seyrettiğini söylediğimiz vaziyette ibreler hep eksiyi göstermeye başladı.

İslâm dünyasının en büyük gücü olan ve 400 sene o dünyaya liderlik eden Osmanlı Devleti; XX. asrın başlarında çöktüğünde, işgal edilip müstemleke hâline getirilmemiş bir İslâm ülkesi neredeyse kalmamıştı.

Peki, ordu bozulduğu için mi netice böyle olmuştu? Aslında değildi. Ancak askerî hezimet mağlûbiyeti görünür kıldığından dolayı, Karlofça travmasından sonra hep ordu üzerinde duruldu. Yabancı uzmanlar getirildi, yeni topçu sınıfları oluşturuldu, yeni askerî okullar açıldı, yeni ordular kuruldu. Bunlar faydalı ve gerekli idi; fakat meseleyi yalnızca orduya bağlamak yanlış bir teşhisti. Çünkü askerî mağlûbiyet aslında sebep değil bir sonuçtu. Asıl sebep ise ilim ve fendeki mağlûbiyetti. Avrupalıların; coğrafî keşiflerle elde ettikleri zenginlikleri, Rönesans ve Aydınlanma’yla birlikte sanayileşmeye tahvil etmeleri ve bu gelişmelerin İslâm dünyasında iyi takip edilememesi, üstünlüğün Avrupa’ya kaptırılmasıyla sonuçlanmıştı.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra İslâm ülkeleri sözde bağımsız hâle geldiler. Ancak bugünkü hâdiseler, acı gerçeği göz önüne serdi. Başlarındaki diktatörler düşünce; Suriye, Irak, Libya, Yemen gibi ülkelerin -maalesef- devlet değil, aslında aşîret yapılarından ve dînî kantonlardan oluştuğu ortaya çıktı. Afganistan, Somali vb. de ekleyebileceğimiz bu ülkelerin durumunun İslâm’ın doğduğu asırda birbirini boğazlayan Arap kabîlelerinin durumunu andırdığını -dilimiz varmasa da- söylemeliyiz.

Peki, ne yapmak gerek?

Allah bizi birleştirmek için yeni bir peygamber göndermeyeceğine göre son Peygamber’iyle gönderdiği son mesaja kulak vermemiz lâzım:

“Hep birlikte Allâh’ın ipine sımsıkı sarılın, bölünüp parçalanmayın! Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun kenarında iken oradan sizi kurtarmıştı.” (Âl-i İmrân, 3/103)

Duyun ey müslümanlar!

“Allah ve Rasûlü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra yılgınlığa düşersiniz de gücünüz gider.” (el-Enfâl, 8/46)