HAYAT TERCİHTİR

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

hatice_kubra_ergin-yuzakidergisi-mayis2015

İnternette bir arama esnasında; «Hayat Tercihtir» başlıklı bir yazıya rastladım. Bir psikoloğun kaleme aldığı yazının başlığı çok çarpıcı geldi, ancak okuyunca birden sukût-i hayale uğradım. Çünkü yazıda, imtihan tercihi ve meslek seçiminin hayatınızda ne kadar önemli olacağından bahsediliyordu. O zaman dikkat ettim; yazı, şahsiyet gelişimi ve imtihanlara hazırlık konulu bir sitede yayınlanıyormuş.

İnsanlara âhirzaman hikmetleri niyetine sunulan öğretilerde (!) bu duruma sık sık rastlıyoruz. İnsanlara hayatın bir sahasına dair bir teferruat; «hayatın anlamı» diye sunuluyor:

“Seveceğin mesleği seçersen mutlu olursun. Yeteneğini keşfeder, kendini o sahada geliştirirsen başarılı olur, hayatın zirvelerine tırmanırsın. Böylece tatmin olur, kendini değerli hissedersin.”

Ya sonra?

Benzerlerini başka sahalardaki rehber yazılarda da görebilirsiniz:

“Eşinizi seçerken şuna dikkat edin. Evliliğinizin ilk günkü heyecanını korumak için şu şu kurallara uyun.”

Sağlığınızı korumak için, zayıflamak için, genç kalmak için tavsiyeler… Hepsi de dünya hayatının şekline dair kurallar listesi. Çeşitli kaynaklardan rastgele toplama, derme çatma hayat kuralları. Modern çağın insanının, uymakla kendini güvende ve değerli hissedeceği; «fıkıh kaideleri» boşluğunu dolduran, sözde bilim ve hurâfenin tuhaf karışımı, pazarlanmaya elverişli «life style» teklifleri.

Psikologların orta yaş krizi diye adlandırdıkları bir viraj var. Sanki ölümden önce rûhun son ikaz lâmbası gibi… Aynaların yüzünüze eskisi kadar gülmediği; saçınızda kırlıklar, yüzünüzde çizgiler belirmeye başladığı günlerde, rûhun o vakte kadar pek kulak verilmeyen anlam çığlığı duyuluyor birden.

“Bu zamana kadar sana «gaye» diye gösterilen hedeflere koştun, bir kısmını başardın da… İşinde hedeflerinin birçoğunu başardın. Çocuklarını yetiştirdin, evliliğin de artık kuru bir tekrara döndü; eski heyecan ve mutluluğu hissettirmiyor. Peki, şimdi ne olacak?”

Bir batılı mütefekkir;

“Hayat gençlik çağında ileriye dönük olarak yaşanır, orta yaşta ise geriye dönük olarak sorgulanır.” demiş. Genel bir kabul hâline gelmiş artık; gençlik hayaller peşinde koşmakla, yaşlılık hâtıralarla avunmak veya geçmişi sorgulamakla geçer… Nihayet ölüm kapıya dayanır. Sanki bu durum çoktan kabullenilmiştir. Yapacak bir şey yoktur.

Kahramanlığın modası geçmiştir artık. Hayatını bir gayeye adamak; efsânelere, kurtarıcılara, kıyâmet savaşlarına, altın çağa inanmak; insanlığın çocukluk çağında kalmış eski bir aldanıştır. Artık modern insan inanmaz, «bilir». Akıl çağında inancın ve adanmışlığın hiçbir değeri yoktur.

Zaten dünyayı kana boyayanlar da hep «kurtarıcılar» değil midir? II. Dünya Savaşı’ndan çıkan yaşlı Avrupa kıtası; geçmişinden pişman, acılı ve yorgundur. Tıpkı bir yüz yıl öncesinde mezhep savaşları yüzünden dinden soğuduğu gibi, artık ideolojilerden de usanmıştır. Uğruna mücadele edecek hiçbir şey yoktur. Adâlet, iyilik, insanın şerefine yakışan bir dünya düzeni, koskoca bir hayaldir. Savaşlar kötüdür, kahramanlık iddiasıyla ortaya fırlayan liderlerden, nutuklardan, vaatlerden nefret edilmelidir.

Savaşın galibi olan Anglo-Sakson dünya, kendi ideolojisini görünüşte «ideolojisizlik» üzerine kurmuştur. Özgürlük, ferdî girişim, liberalizm, demokrasi ve barış kelimeleri, gizli ideolojinin üstünü örten bir perdedir. Bilhassa Amerikan felsefesi, ülkesindeki yığının da durumunu göz önüne alarak kendine uygun bir felsefe ileri sürmüştür:

Pragmatizm.

Hakikat arayışını fedâ edip; «fayda»yı temel alan görüşe göre, inanç ve idealler bi-zâtihî hakikat kaynağı oldukları için değil, insanlara faydalı olduğu için bir kıymet taşırlar. Bu sebeple insanın kendini hakikate adamasına gerek yoktur; herhangi bir hakikat iddiasından istediği kısmı alıp modernize edip, günübirlik faydalanmaya bakmalıdır.

Aslında bu felsefe, insanlık tarihinde ilk kez bencilliği ve dünyevîliği bu derece meşrûlaştıran bir kandırmacadır. Biraz da bu yeni kıtanın sunduğu iş ve aş imkânlarına koşan, etnik ve din yönünden karmaşık yığınları kolayca cezbedebilecek ve aralarında birliği sağlayabilecek behîmî bir dünya görüşüdür. İnsanların fıtrî bencilliği ve rekabetçiliğini, maddî kalkınma için değerlendiren bu dünya görüşü, yığınları sopadan çok havuçla terbiye etmesiyle meşhurdur. Bu kıtadan bütün dünyaya yayılan, son ideoloji budur; artık kahramanlığa lüzum yoktur!

Artık insan aklı, dünya kabuğunun gerçeklerine boyun eğip uyum sağlamıştır. Asıl olan maddedir. Madde bize az çok avunacağımız bir dünya cenneti sunabilir. Onun bize nimetler sunması için biz de ona kulluk etmeliyiz. Çocuklarımızı maddenin kanunlarını öğrenecek şekilde yetiştirmeliyiz. Matematik, maddenin akaid esaslarıdır; fen ve teknik bilimleri, fıkhıdır. Bunları belleyip tatbik etmeli, böylece maddeyle uyumlu hâle gelmeliyiz. Eğitim sisteminin eksik bıraktığı mâneviyatı da psikologlar, “kişisel gelişimciler” ve benzeri rehberlik iddiasındaki «iyi hatipler» doldursun. İnsanları teselli ediyorsa; arkasında sahih, güvenilir bir hakikat olması da şart değildir.

İmam Gazâlî, hayranlık uyandıran bir ileri görüşlülükle asırlar öncesinde haber vermiştir bu geleceği; “Mânevî bir eğitim ile rûha hayatın gayesi inancını yerleştirmeden verilen riyâzî ve fennî ilimlerin, insanın mânevî kökeninden koparacağını” bildirmiştir. Gerçekten de vahye; insan rûhunun tutunabileceği yegâne hakikate yabancılaştırılarak mânevî köklerinden koparılan akıl, maddenin kucağında âdeta çürümeye terk edilmektedir.

Görünüşte akıl, bilgi sayesinde tabiata ve maddeye hâkim olmaktadır. Ama maddeye hâkim kılacağı daha yüce değerlere inancı kalmadığı için; aslında maddî bedenin ihtiyaçlarını temin edip getiren bir köleye dönüşmektedir.

Genellikle büyük bir hata eseri olarak batının akılcı olduğu ileri sürülür; hâlbuki batı, aklı kendinden daha aşağı olana hizmet ettirerek akla eziyet etmektedir. Batı dünyasının putudur akıl; ama acıkınca yemekten çekinmediği diğer putları gibi, yine nefsin arzularına vasıta durumundadır.

Öte yandan modern dünya, bugün geldiği durumdan endişeli ve şaşkındır. Tabiatı bozmuş, aileyi yıkmış, ahlâkî çöküntü ve şiddet sarmalına çare bulamamaktadır. Yetiştirdiği bencil ve aşırı rekabetçi fertler, kendi yumurtasını pişirmek için memleketi ateşe verebilmektedir. Terör korkusuyla maskelediği birçok problem, batıyı kendi geçmişini sorgulamaya itmektedir.

Günümüzde batıda felsefî arayışların çoğu bugüne nasıl gelindiğinin kritiği ve batı dünya görüşünün eleştirisi üzerine kuruludur. Meselâ;

“Acaba neden bu kadar bencil, rekabetçi, acımasız bir dünya kurduk? Kültürümüzdeki hangi kodlamalar bizi bu hâle getirdi? Acaba duyguyu ihmal edip, aklı mı çok yücelttik? Kadınları aşağılayıp “erkek egemen” bir dünya kurduğumuz için mi bu hâle geldik? Tabiatı, kadını, maddeyi, duyguyu, hor görüp aklı putlaştırmanın sonuçlarını mı yaşıyoruz? Bunlardan nasıl geri dönebiliriz?” gibi fikirler, sorgulamalar…

Hâlbuki problemin kaynağı akılda değil aklın rehbersiz kalmasındaydı. Aynı şekilde dünyayı kana boyayan; «Kahramanlara, ideallere, hakikate inanmak» değil, aksine adâletsiz bir dünyada biriken tepkinin, sahte kahramanların arkasından savaşa sürüklenmesiydi.

Tuhaf bir algı operasyonuna maruz kalıyoruz. Bilmiyorum seyrettiniz mi, İskenderiyeli Hypatia’nın bağnaz hıristiyanlarca hunharca katledilişini anlatan bir film var. Filmde «ilk hıristiyanlar» diye sunulan karakterlerin giyim tarzı, son zamanlarda İslâm dünyasında sahneye sürülen savaşçılarla tuhaf bir benzerlik taşıyor. Film boyunca ilk hıristiyanlar; ezilenlerin acılarını istismar edip onları kışkırtarak Roma’nın bilim, sanat ve felsefeye, bilhassa kadına saygılı ve müsamahakâr medeniyetini (!) yıktırdığını anlatıyor. Sanki çağımızda, İslâm coğrafyasında yükselen isyan duygularını, alelâde köle isyanları seviyesine indirgemek istiyorlar. Sık sık da kadın konusuna vurgu yapılıyor.

Zaman zaman modern çağda kadınların erkekleştirildiğinden yakınıyoruz ama erkeklerin kadınsılaştırıldığına hiç dikkat etmiyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de; «er-rical» kavramı, methedici bir ifade kalıbı olarak zaman zaman kullanılır. Bu; Türkçedeki «adam olmak» veya «sözünün eri olmak» deyimlerinde adamın veya erin, sırf erkek olmak mânâsına gelmemesi gibi, özel ve ideal mânâda «er kişi olmak, yiğitlik, adamlık» mânâsına gelir.

Sırf erkek olarak doğmakla elde edilmeyen bir özel mânâ, kadınların birçoğu gibi hayatın süsünü, zevkini, güvenliğini gaye hâline getirmemeyi, bilhassa bunlar uğruna «kendini satmamayı» şu geçici hayatı, yüce gayeler uğruna harcayabilmeyi, bu uğurda tehlikeye atılıp, sıkıntılara göğüs germeyi anlatır.

«Rical» olmak, şeklî bir kahramanlık değildir. Bir adam tepeden tırnağa silâhlı olabilir, gözünü kırpmadan adam öldürebilir ama mânevî açıdan yüce bir gayesi yoksa, zalime veya zalim bir düzene hizmet etmek için, geçici dünyanın makamına, malına, rahatına karşılık «satılmış» ise, asla kahraman değildir. Öte yandan seccadesinin üstündeki yaşlı bir kadın, çocuğunu emziren bir anne, çorba pişiren bir ev kadını; yüreğinde sakladığı îmânıyla, takvâsıyla, zühdüyle, duruşu ve direnişiyle, seçtiği tarafıyla pekâlâ kahraman olabilir.

Hayat tercihtir. Tercihlerimiz bizi ideal insan, idealist insan yapar. Geçici olanı ebedî olan için fedâ edebilirsek; maddeyi, mânâya boyun eğdirirsek; bedenimiz için değil, rûhumuz ve rûhumuzun ait olduğu asıl yurdumuz için yaşayabilirsek ve bilhassa Allâh’ın rızâsını kazanmayı, dünyada kazanılacak her şeyden daha önemli tutar, bu uğurda yarışırsak hayatımız değerlidir. Yoksa, iki dünyada da nasibimiz hasret ve pişmanlık olacaktır.