HANGİ BAĞIN GÜLÜSÜN?

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

m_kucukasci-SAYI122

Belli ki mânevî bir eğitim almış, yanakları hayâ ve tevâzu ile al al, gözleri seher sürmesiyle sürmeli ve bilhassa yüzü ak mı ak bir sîmâ görünce sorarlarmış:

“–Muhterem, siz hangi bağın gülüsünüz?”

Bunun mânâsı;

“–Hangi tasavvufî yoldan neşve aldınız, hangi mürşid-i kâmile intisaplısınız?” demek imiş.

Demek ki; “Üzümünü ye bağını sorma!” sözünün tersi tecellî ediyor insanda:

Etraflarına gül râyihaları yayanlar, gül zarâfeti sergileyenler; bağlarını, bağbânlarını sorduruyorlar.

Zira insan, daima sebepten müsebbibe gider.

Bir yumak yuvarlansa; kedi yavrusu, yumağa, bir insan evlâdı ise, onu yuvarlayan tarafa bakarmış.

Başarılı bir insan; hangi okuldan, hangi fakülteden mezun diye sordurmaz mı?

Bülbül sadâlı bir hâfız, kimin talebesidir diye meraklandırmaz mı?

Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. Bu insanı, hangi medeniyet üretmiş?

Medeniyetimiz zirve sîmâlarla dolu.

Hulefâ-yı râşidîn… Sahâbe-i kiram… Ehlullah hazerâtı…

Fatih hükümdarlar… İlim ve fikir adamları… Çağlar üstü sanatkârlar…

Hepsi İslâm gülistanının gülleri… Hepsinin toprağı İslâm coğrafyası…

Hepsinin tohumu, Kur’ân ve Sünnet temelli îman ıslahatından geçmiş.

Hepsi, şer-‘i şerîfin, «hudû­dullâh»ın ve mânevî tezkiyenin budamasıyla nefsâniyetin dikenlerinden, yaralayıcı budaklarından -nasiplerince- kurtulmuş.

Hepsinin mayasında, özünde; Güller Gülü’nden damlayan şebnemler var. Muhabbetleri, aşk-ı Muhammed’den hâsıl olmuş… Ahlâkları, O’nun muazzam ahlâkına ittibâ ile metin bir şahsiyet hâlini almış.

Sünnetin her çağa hâkim,
Sen’siz eşya ne, beşer kim?
Rasûl, nebî, velî, hakîm;
Lokman’ında hep Sen varsın…

Yemânîler, Karânîler,
Gazâlîler, Geylânîler,
Hüdâyîler, Rabbânîler…
İrfânında hep Sen varsın… (Tâlî)

O güller, kendilerini görenlere hep şunu düşündürmüşler:

“Bu dînin, velîsi böyle ise, Nebî’si nasıldır.”

“Bu dîne müntesip tüccar böyle dürüst ise, bu dîni vaz eden Peygamber ne kadar muhteşem bir ahlâka sahiptir?”

“Bu dînin, hükümdarı böyle merhametli ve müsamahakâr ise, kurucusu olan şahsiyet nasıl bir zirvedir?”

O güller, bu güzel yönlendirmeyi yapmacık bir sunum ile değil, özünden taşan bir temsil ile yapmışlar.

O Gül’e imtisâl ettikçe, onu temsil edişleri hakikat kazanmış.

Onlara bakan, Allâh’ı hatırlamış, Habîbullâh’ı merak etmiş.

“Kalplerinden rahmet taşırmışlar.”

Taşmak, dolduktan sonra olur. Onların tebliği yani etrafa tevzîleri, kendileri dolduktan sonra olmuş. Îmanla dolmuşlar, îmânı yaymaya başlamışlar. Hidâyetle dolmuşlar, hidâyeti yaymaya koyulmuşlar. Bütün o güzel hasletlerle doldukları için, taşmaları kendiliğinden olmuş, hiçbir sun‘îlik barındırmamış.

Bu arada birilerinin de sabrını taşırmışlar:

Batılı ilim adamlarının İslâm’ı araştırmalarına oryantalizm deniyor, şarkiyatçılık, müsteşriklik… Batıda ilim de bir kuvvet ve silâh olarak görüldüğü için, İslâm’a düşmanlık besleyen; misyoneri, haçlısı, yahudisi, ajanı… ilim kisvesi altında İslâm’a zarar vermek için bir dönem İslâmî ilimlere sarıldılar ve bu yolla İslâm’a saldırdılar. Onlarla meşgul olduğum dönemde, tasavvuf ile ilgili bir itiraflarına rastladım:

İslâm gülistanında yetişmiş Mevlânâlar, Muhyiddîn-i İbn-i Arabîler, Hallâc-ı Mansurlar batılı insanı cezbediyor, hangi bağda yetiştiklerini sorduruyorlardı. M. Hamîdullah’ın tespitiyle, birçok hidâyetlere vesile oluyorlardı.

Bu, sözüm ona ilim adamları da; “Tasavvuf Hind’den gelmedir, Sind’den gelmedir!” diyerek, kaynağı bulandırmaya bilhassa bu sebeple başvurdular.

Buna yine yabancı güdümlü Türkiyatçıların; Türk mutasavvıflarını şamanlıkla alâkalandırma gayretkeşliğini ilâve edebilirsiniz. Maksat ve usûl aynıdır.

Onlara göre, İslâm; tam da bugün piyasaya sürdükleri modellerde göstermeye çalıştıkları gibi, kuru, kara, katı, iptidâî bir sistem olmalıydı. İçinden; müsamahakâr Mevlânâlar, sevgi dolu Yûnuslar, vecd dolu Hallâclar, derin tehassüs ve tefekkürlere sahip İbn-i Arabîler… çıkarabilecek bir din olamazdı, olmamalıydı da!..

Öyleyse buna mistik başka yakıştırmalar yapalım, dediler. Hind diyelim, Pers diyelim, Şaman diyelim, dediler…

Sadece tasavvuf değil, diğer sahalarda da bu «dışarıdan alma» iftiraları aynı gayeye matuf idi.

“Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî gibi hukuk dehâlarını yetiştiren merkez, İslâm hukuku olamaz!.. Roma hukukundan almışlardır…”

“Bu sanatı, müslüman sanatkârların böylesine geliştirmesi mümkün değil, bu Bizans’tan geldi, şurdan, burdan geldi…”

Hep gülleri gülistanından koparmaya gayret ettiler.

“Ben, Muhammed Mustafâ’nın yolunun toprağıyım!..” diyen Mevlânâ, Wikipedia’nın İngilizce versiyonunda ilk sıfat olarak; «İranlı şair» diye tanıtılıyor. Hazret-i Mevlânâ’nın Fars mı, Tâcik mi yoksa Türk mü olduğu hiç önemli değil. Fakat İran’ın öne çıkarılması, yukarıda saydığımız maksada mebnî…

Gelelim bize…

Âhirzamanın perişan ümmet-i Muhammed’ine…

Maalesef, bizleri O’na nisbet etmekte hiç tereddüt etmezler…

Fahr-i Âlem Efendimiz’in getirdiği tertemiz, billûr hakikatlerden, güzelliklerden habersiz ve uzak; gül değil, baştan ayağa diken kesilmiş biz müslümanları, O’na nisbet etmek; Peygamber düşmanlarının işlerine gelir.

Geçende bir dünya haritası üzerinde, en çok tecavüzün doğu ve İslâm ülkelerinde olduğunu gösteriyordu bir şahıs. Bu doğru ise; ırz ve namusu saldırılmaya bile değmez bir müptezelliğe düşüren batıyı, tecavüzde geçmişiz!

Bu tablo; harama, bakmayı bile men eden bir dîne, O’nun câhiliyyedeki ömrüyle bile iffet timsâli olan Nebî’sine fatura edilebilir mi?!.

Ne acı…

İşte burada arasalar ya, yabancı menşeleri!..

İşte bizdeki bütün yamukluklar, dışarıdan…

Dünün mümtaz şahsiyetleri, tamamıyla İslâm’ın bereketiydi. Onlara hariçte menşe aramak, gaflet. Fakat devrimizdeki müslümanların perişanlıklarına, sebebi İslâm’da değil, dışarıda aramalı.

Biz hep batıya dönük idik. Fakat dün fethetmek üzere, dolu olduğumuz güzellikleri, hayırları, onlara da ulaştırmak, onlara da gönlümüzden rahmet taşırmak için yönümüz batıya dönük idi. Atalarımızın bu gayretlerinin şahitleri, Balkanlardaki müslümanlar…

Sonra bu dönüş, mahiyet değiştirdi. Alık bir hayranlıkla onlara döndük. Kendi gülistanımıza sırt dönerek, batıya döndük. O günden beri İslâm gülistanından koptuk.

Şimdi ekranda batı…

Sokakta, hayatta, evlerde batı…

Siyasîlerin hedeflerinde batı…

Batıdan bulaşmış dertlere derman arayışımızda yine batı…

Bu dikenler, o göz diktiğimiz batıdan, bâtıldan bulaştı…

Bu yüz karası hâlimiz, o isli dünyayla arkadaşlığımızdan…

Şimdi yeniden gül kokularıyla dolmak için, kendimize dönmeli, kendi gülistanımıza… Habîbullah Efendimiz’in gül bahçesine dönmeli.

Hidâyete eren bir kişinin yaptığı gibi; yıkanmalı, yabanî tohumlar taşıyan düşüncelerden, şablonlardan arınmalı…

Yeniden hidâyete ermeli, yeniden âşık olmalı. Tecdîd-i îmân ile yeniden gülleşmeli, gürleşmeli…

Ve sordurmalı yeniden, o hidâyetlere vesile soruyu:

Sen hangi bağın goncasısın, böyle?!.
Bağbânına kurbân olayım, söyle!..