TOKGÖZLÜ-TOK GÖNÜLLÜ OLMAK

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

a_ziylan

Nimetin kadrini bilmek, tokgözlü olup, kendinden varlıklı olana değil, kendinden aşağıda olana bakıp, daima şükretmek demektir. Bunu, yokluk nedir bilmeyen yeni nesillere de öğretmek gerek.

İnsan alıştığı nimeti yok sayıyor, daha fazlasının olmasını istiyor. Yokluğunu görmediği şeyi, hep var ve hiç yok olmaz zannediyor.

Meselâ çocuk geliyor kahvaltı sofrasına;

Bakıyor, beyaz peynir, kaşar peyniri var, çeşit çeşit reçeller var, çay var, başka şeyler de var… Çocuk dudak büküyor:

“–Kahvaltıda hiç bir şey yok anne, her gün aynı şeyi koyuyorsunuz!”

“–Daha ne olacak bu sofrada?”

“–Hani değişik bir şey yok.”

Çocuk haklı; gittiği lüks otellerde, lokantalarda, misafir olduğu evlerde bir kahvaltı diziyorlar ki, ben 30 çeşit diyorum, siz 40 deyin. Neler yok ki? Çeşit, çeşit… Yemeyin, seyredin. Karnınız da, gözünüz de doyar. Çocuk haksız mı? Göz gördüğünü ister. Evdeki 10 çeşit hafif kalır. Çok sevdiği annesine nazlanır;

“–Ben yemem!..” Anne telâşlanır; çocuğu yemek yemiyor, hastalanacak.

“–Bak yavrum… Şunu şöyle bölsem? Şöyle yapsam?..”

“–Yok, yemem!”

Yemem demeye alıştı ya!

Anne-baba; «Çocuk yemiyor.» diye yakınıyor. Hâlbuki gözü fazla doydu. Bu güzellikler hep olsun, fakat yoksullara el uzatılmaz, ilgilenilmez, unutulursa, bu nankörlük olur.

Biz yetişkinler, geçmişi hatırlıyoruz. Bugün ile geçmiş arasındaki farkı görünce duygulanıyoruz. Çocuklarımız elhamdülillâh yokluk görmediler.

Fakat başka evlerde, savaşın-terörün kol gezdiği komşu ülkelerde, kar altında çadır kentlerde yaşayan çocukları düşünmeli. Onca nimete burun kıvırmamalı, dudak bükmemeli.

Kanaati, tevekkülü, fedâkârlığı, sabrı, şükrü öğrenmeli… Yoksa insafı, merhameti de öğrenemiyorlar.

Geçmişte, bizim evlâtların küçük olduğu zamanlarda, bir gün fakir bir ailenin çocuğunu evimize misafir etmiştik, evde kahvaltı yapıyoruz.

Kahvaltı yaptıktan sonra çocuk şaşkın şaşkın;

“–Yahu…” dedi. “Bu sizin evde ne huzur var!”

“–Sen hangi huzurdan bahsediyorsun? Ne var ki?”

Çocuk dedi ki:

“–Yemeği yedik kalktık, hiçbir kavga olmadı.”

“–Niye olsun ki? Kahvaltı yaptık. Bunda kavga olacak ne var?”

“–Yok!” dedi. “Bizim evde kavga olmadığı gün olmaz.”

“–Niye?”

“–Meselâ peynir koyarlar azıcık, o peynirin yarısını birisi kapar, diğeri der ki:

«–Sen fazla aldın.»

Öbürü:

«–Sen bana bırakmadın…»

Sizin sofranızda ise hiç kavga görmedik. Hiç itiraz eden olmadı, şikâyet eden olmadı.”

Her gün böyle bir kahvaltı yapan çocuk, fark ediyor. Fakat her gün yediği önünde, yemediği arkasında olan, her gün bir başka değişiklik görmezse, nankörlüğe düşebiliyor.

İşte ben bunu bizim çocuklara anlatıyorum, torunlara anlatıyorum. Sizin evinizde var ama, nice sofrada yok.

Bir arkadaşım anlatmıştı:

Varlıklı bir ailenin çocuğu hiç yemek yemiyormuş. İştahı niye kesik, doktora mı götürsek diye dertlenirlerken, bir dostu demiş ki:

“–Sen onu bizim eve bir haftalığına bir yolla, misafirimiz olsun. Bizim çocuklarla arkadaşlık etsin.”

“–Tamam, yollayalım.”

Süre dolmaya yakın, adam sormuş:

“–Ne oldu, bizim çocuğun iştahı açıldı mı? Yemek yiyor mu?”

Arkadaşı;

“–Gel kendin gör.” demiş.

Adam eve geldiğinde yemek saati imiş. Hazır pişmiş ekmeği getirip sofraya bırakmışlar. Bütün çocuklar atlamış, bir parça kapmış. Bizim eski iştahsız çocuk da kaptığı gibi, bir yandan da babasına sesleniyormuş:

“–Baba sen de kap, sen de kap! Aç kalırsın!”

Çünkü ekmek sayısı adam sayısından bir eksikmiş.

Evet, nimetin kadrini bilmemek bir problem. Fakat daima kapışmak, hiç gözü doymamak da bir başka problem.

İnsana aç da olsa, tok da olsa kanaat yakışır. Açgözlü değil, tokgözlü olmak yakışır. Bazen fakirlik, insanda böyle bir huy bırakabiliyor.

1975 senesi Küçükköy’deki fabrikamızda bir sağlık taraması yaptırdık. Baktık ki, yarıdan fazlası, sağlıksız, tüberkülozun yani veremin eşiğinde. Niye bunlar bu kadar sağlıksız? Araştırınca şunu tespit ettik:

Biz yemek vermek yerine, yemek parası veriyorduk. Onlar yemek molasında, çıksınlar diledikleri gibi yesinler.

Fakat gençler o saatte çıkıp kahve köşesinde çay-sigara içiyormuş. Yemek yerine de bir kuru ekmek alıyor, onu atıştırıyormuş. Yetersiz beslenme… Akşama kadar da çalışacak… Bir gün, iki gün, derken vücut hâlsiz düşüyor. Verem mikrobu da zayıf düşen bünyeye gelir oturur.

Biz karar değiştirdik, yemeği bizzat verelim dedik. O gün bugündür de veriyoruz. Yaptığımız yemekler hem vitamin yönünden, hem de kalori yönünden zengin. Ayrıca kısıtlama da yok, istediğin kadar ye. Artı birer kutu da yoğurt verelim. Yoğurt, çok faydalı bir gıda. Vücuttan zehirleri atan, sağlıklı bir besin. Yemekhanenin dolabına her gün adam başı birer kutu yoğurt koydurduk. Yenilsin, şifâ olsun…

Fakat ilk günden gelenler oldu:

“–Bize yoğurt kalmadı.”

“–Allah Allah, adam başı bir tane vardı? İki yüz işçimiz var, iki yüz paket yoğurt geldi…”

Demek ki bazılarının gözü aç. Kul hakkını da hiç düşünmemiş ve fazladan «kapmış».

Yoğurtçuya dedik:

“Yirmi beş tane fazla koy.”

Ertesi gün yine:

“–Bize kalmadı.”

“Elli tane fazla koy.”

Ayrıca yemekhanede duyuru yaptık:

“–Arkadaşlar! Herkes yoğurdu kendi eliyle alıyor, herkes için bir adet yoğurt veriyoruz. Fazla alınca başka bir arkadaşınıza kalmıyor. Kul hakkına giriyorsunuz, yapmayın…” diye ikaz ettik. Yoğurt sayısını da 275’e çıkardık. Ertesi gün yine; «Almadık!» diye bize gelenler olunca;

“Doymayan gözü doyurmak lâzım!” dedik, tâlimat verdik:

“Her gün dört yüz paket yoğurt koyun ve anons edin:

«İstediğiniz kadar yoğurt yemek serbest!»”

İlk gün bütün yoğurtlar bitti. Ertesi gün, yirmi beş kadar arttı. Ertesi gün elli… Gözler doydukça iş normale dönüyor. Sonunda günlük sarfiyat, normale, yani 200’e indi.

Zenginlik, nasıl duyarsızlaştırabiliyor, nankörleştirebiliyorsa, fakirlik de açgözlü hâle getirebiliyor.

Haddini aşan zengin, israf ediyor. Çöpe döküyor. Kalp huzuru bozulan fakir ise fırsat bulursa yağmalıyor, hak-hukuk düşünmez oluyor.

Zenginin de, fakirin de gözü-gönlü tok olanı makbul.

Bugün hâlâ fakirlik var. Ama elhamdülillâh azaldı. En fakirine gidiyorsun; bakıyorsun, yine evinde bir televizyonu, elektrikli ev eşyaları var.

Gaziantep’te, kaldırımda; semizotu satan bir kadın, açmış telefonla uzun uzun konuşuyor. Benim bir şekilde kendisine baktığımı fark edince;

“–Ne o ağa, bize fazla mı gördün yoksa? Bize cep telefonunu yakıştıramadın mı?” dedi.

“–Olur mu öyle şey.” dedim.

Telefonu da olsun, başka imkânları da olsun! Yokluk kötü!

Önemli olan; varsa varlığın kıymetini bilmek, yoksa da her gördüğün yerde onu kapışmamak… Dengesinde durmak…

Yine bir arkadaşım anlatıyor:

Fakirlere yiyecek-erzak dağıtıyoruz. Bizi görenlerden bazıları;

“–Şu evde fakir bir kadın var, ona da bir şeyler verirseniz makbule geçer.” dediler. Biz de;

“–Evi gösterin, verelim.” dedik. Eve götürdüler, kapıyı çaldık, bir hanım açtı.

“–Buyurun, ne istiyorsunuz?”

“–Biz erzak dağıtıyoruz, ihtiyacınız ne varsa verelim.”

Kadın;

“–Sağ olun, biz idare ediyoruz.” dedi.

“–Hiç mi bir ihtiyacın yok?” dedikse de;

“–Yok!..” dedi.

Bizi oraya götüren kişi;

“–Siz ona bakmayın, o tokgözlü, tok gönüllüdür.” deyince biz ısrarcı olduk:

“–Müsaade eder misin, şu evine bir bakalım.”

İstemeyerek bize izin verdi. İçeriye girdik, baktık. Hiçbir şey yoktu.

“–Niye istemiyorsun?” deyince;

“–Yerim sıcak, kuru ekmek de olsa yiyorum, şükrediyorum. Hâlimden şikâyetim yok!”

Fazlasıyla bir şeyler bırakıp çıktık. Böyle gözü-gönlü tok insanlar da var. Bizi duygulandırdı.

Fakat gözü tok fakirler olduğu gibi, doymak bilmeyen, gözü aç fakirler de var. Herkesin yardımına koşan, gözü tok zenginler olduğu gibi, gözü aç zenginler de var. Daha önceki yazılarımdan birinde yazdığım bir hikâyeyi önemine binâen tekrar yazıyorum:

60 sene önce; arkadaşım Vakkas, Gaziantep’te bir iplik fabrikasında çalışmaktaydı. Makinada oluşan bir ârıza sebebiyle patronu onu mahkemeye vermiş, aylığından kesilmek üzere «para cezası» kararı çıkmıştı. Vakkas patronuna ricaya çıkmış;

“–Beyim, beni uzun zamandan beri tanırsınız; hiç ihmalkârlık, gevşeklik, hâinlik, tembellik, haramhorluk gördünüz mü, duydunuz mu? Benim aylığımdan ceza kesiyorlar, zaten fakirim, müşkül duruma düşeceğim…” deyince patronu;

“–Vakkas, gerçekten söylediğin gibi birisin, ama bizim neyimiz var ki?!. İşyerimizde 500 kişi çalışıyor. Adana’da «Bossa» fabrikası var, orada 3.000 kişi çalışıyor. Onunla mukayese etsene, biz zengin miyiz?” deyince…

“–Haklısınız!..” deyip, çıkmış, içinden de; “Fitremi ona veresim geldi.” demiş.

Peygamber Efendimiz ne buyuruyor:

“Zenginlik mal-mülk ile değildir. Asıl zenginlik gönül zenginliğidir.” (Buhârî, Rikāk, 15)

Gönül fakir ise, göz doymamış ise, kasaları doldurmak adamı gerçek mânâda zenginleştirmez.

Zengin olduğu hâlde gözü aç insanların haddi hesabı yoktur. Ama gözü tok insanlar daima kıymetlidir.

Şu hâtıra da güzel bir örnektir:

Ramazan’da, iftara bir saat kala, dıştan Ravza-yı Mutahhara’nın etrafını gezmeyi çok severdik. Yine bir gün arkadaşlarım Memik ŞEKER ve Mehmet AYVAZOĞLU ile birlikte geziyoruz. Açılan sofralar, davetler, ikramlar ganî. Herkes birkaç misafire iftar yaptırabilir miyiz, diye deli-dîvâne oluyor. Bir başka âlem.

Sofra açanlardan biri bizi çevirdi. Misafir olmamız, iftarı onun sofrasında açmamız için yalvarıyor, kolumuza sarılıyor.

Biz de;

“Daha vakit erken.” diyerek, teşekkür ediyoruz, kabul etmiyoruz. Sofraya portakal, elma, muz birer kişilik ayrı ayrı sıralamışlar. Sofra sahibinin bizimle meşgul olduğunu gören bir çocuk, meyvelerden bir öbek aldı, kaçtı. Bunu gören adam, çocuğun peşinden koştu. Yakalasa sanki öldürecek. Bize ikram eden kişi; açgözlüye öyle, tokgözlüye böyle davranıyor. Bu her yerde geçerli.

Rabbimiz katında da:

Cenâb-ı Hak da, tokgözlülere infakta bulunmayı bilhassa teşvik ederek şöyle buyurmakta:

“(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar, yüzsüzlük ederek insanlardan ısrarla bir şey istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)

Cenâb-ı Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de aynı vurguyla buyurmakta:

“Miskin, (yani yoksul) bir-iki hurma veya bir-iki lokma ile baştan savulan (dilenci) değildir. Asıl yoksul, ihtiyaç içinde kıvrandığı hâlde, iffet ve nezâketinden dolayı kimseden bir şey isteyemeyendir.” (Müslim, Zekât, 102)

Demek ki, tokgözlülük Allah katında da değerli… Mevlâ’m dünyanın nizamı için herkese bir durum taksim etmiş. «Her şeyinizden haberdarım.» demiş. Şükretmemek, itiraz etmek, şikâyet etmek; râzı olmamak anlamına gelir. Hangi durumda olursak olalım Allâh’ın verdiğine / vereceğine râzı olmalı, şükür, hamd dilimizden eksik olmamalıdır. Kendi durumumuza göre, şükrümüzü edâ etmeli, Allâh’ın rızâsını kazanmak için ne yapabiliyorsak onu yapmalıyız. Mevlâ’m bizleri gözü-gönlü tok, kanaat ehli kullarından eylesin.

Efendimiz gibi duâ edelim:

“Allâh’ım! Sen’den hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği istiyorum.” (Müslim, Zikir, 72)

Âmîn…