TARİHTE TÜRKLER

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

h_ogmus

“Türkler olmadan tarih yazılamaz.” diye bir söz vardır. Bu sözü büyük ölçüde isabetli bulmak herhâlde bir hakikati teslim etmek olur. Yok, hayır, bu sözü Çin Seddi’nin inşasına ve kavimler göçüne sebep olan Hun akınlarıyla ispatlamak için milâttan önceki karanlık çağlara kadar uzanmayacağım; İslâm tarihi hudutları içinde kalarak Türklerin tarihte oynadığı rolü gösteren bazı hâdiselere işaret etmekle yetineceğim.

Türklerin İslâm coğrafyasında ilk sahne almaları hicrî III. asırda Abbâsîler tarafından Fergana civarından getirilen Türk asıllı toplulukların orduya alınmasıyla başlamıştır. Böylece halîfeleri Arap olan Abbâsî İmparatorluğu’nun bürokrasisi büyük ölçüde Fars asıllılardan oluştuğu gibi ordusunun ağırlıklı unsurunu da Türkler teşkil etmiştir. Hattâ Türklerden oluşturulan bu askerî birlikler, başşehir Bağdat’ta halkın hayatına menfî yönde tesir edip huzursuzluğa yol açacak kadar çok oldukları için Samarra adında yeni bir şehir kurularak oraya nakledilmişlerdir. O zaman Abbâsî-Bizans hududunu teşkil eden Toros dağlarının güneyinde «avâsım» adı verilen serhatleri koruyanların da büyük ölçüde bu Türk askerlerinden oluştuğu anlaşılmaktadır.

Abbâsî devrinde orduya alınan Türkler siyasette de büyük bir nüfuza sahip olmuşlardır. Hususiyle hicrî III. asrın ortalarından itibaren birçok halîfeyi tahtından indirip yenisini tahta çıkarmış, hattâ bazılarının canına da kıymışlardır. «Halku’l-Kur’ân» dayatmasına son verdiği için ehl-i sünnetin son derece takdirini kazanmış olan Mütevekkil ve belâgatle ilgili ilk çalışmaları yapanlardan biri olarak tanınan İbnü’l-Mu‘tezz bunlardandır. Mısırlı büyük kültür tarihçisi Ahmed Emin’in kaydettiğine göre Arapça öğrenmeyip yanlarında tercüman bulunduran bu askerler -ki bu özellikleriyle Arapça ve Farsça gibi gelişmiş dillerin konuşulduğu coğrafyalarda Türkçenin unutulmamasını sağladıkları anlaşılıyor- hicrî IV. asırda Fars asıllı Büveyhîlerin Irak’ı kontrol etmeye başlamasına kadar siyasî kargaşaya sebep olmuşlardır.

Hicrî IV. asrın sonları ve V. asrın başlarında Horasan’a hâkim olan Mahmud bin Sebüktekîn el-Gaznevî (Gazneli Mahmud), Hindistan’a yaptığı seferlerle İslâm’ın orada yayılmasını sağlaması ve böylece bir bakıma günümüzdeki Pakistan’ın temellerini atması, Sünnî ulemâyı himaye etmesi ve Mısır’daki Bâtınî-İsmâîlî Fâtımîlere karşı Sünnî Abbâsî halîfesinin sıkı bir müttefiki olması bakımından sünnî ulemâ tarafından büyük bir coşkuyla tebcil edilmiştir.

Abbâsî devrinde orduya alınan Türklerden farklı olarak hicrî V. asrın ortalarında İslâm dünyasının merkezi olan Irak’a hâkim bir konumda giren Selçuklular; Sünnî Abbâsî halîfesini Şiî Büveyhî hanedanının baskısından kurtarmışlar, o zamana kadar Torosları geçemeyen müslümanların İznik’e kadar gidip İstanbul kapılarına dayanmalarını ve Orta Asya’dan getirdikleri kalabalık Türkmen nüfusuyla Anadolu’nun İslâmlaşmasını, böylece bu ülkenin birçok haçlı ordusuna karşı başarılı mücadeleler verilen bir ön karakol olmasını sağlamışlardır. Ancak bu dönemi asıl önemli kılan, -dergimizin önceki sayılardan birinde daha geniş açıklamaya çalıştığımız üzere- İslâm düşüncesinin hâkim paradigmasının modern çağlara kadar değişmeyecek ve hemen hemen bütün İslâm dünyasında hâkim olacak şekilde yeniden dizayn edilmiş olmasıdır. Bâtınî-İsmâîlîler’le girilen fikrî mücadeleye entelektüel güç kazandırmak maksadıyla Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ün adını taşıyan Nizâmiye Medreselerinin kurulup bir devlet projesi olarak finanse edilmesi, işaret ettiğimiz dizaynın en mühim ayağını oluşturmuştur. Ebû İshâk eş-Şîrâzî (ö. 476), İmâmü’l-haremeyn Ebü’l-Meâlî el-Cüveynî (ö. 478), talebesi Huccetü’l-İslâm Ebû Hâmid el-Gazzâlî (ö. 505) gibi Şâfiî-Eş‘arî âlimler bu eğitim müesseselerinde modern çağlara kadar devam edecek olan düşünce tarzının yaygınlaşmasını sağlayacak kadroları yetiştirmişlerdir. Aynı dönemde müesseseleşmeye başlayan tasavvuf da, büyük ölçüde medreselerin kuruluş maksadıyla örtüşen bir gayeyle desteklenmiştir. Böylece üç asır kadar sonra tasavvuf kültürüyle yoğrulmuş olarak kurulacak olan Osmanlı Devleti’nin entelektüel temelleri hicrî V. asırda atılmıştır. Bu işlerin başarıldığı Selçuklu dönemi, uzun Osmanlı asırlarının belki onda birlik bir dilimine bile tekabül etmez, ama fikrî ve kültürel derinlik açısından ondan daha büyük bir öneme sahiptir.

Etkisi asırlarca sürecek bu gelişmelere katkı vermiş olmalarına rağmen bütünlük içindeki varlıklarını pek kısa süre koruyabilen Selçukluların dağılmasından sonra birbiriyle rekabet eden birçok devlet ortaya çıktı. Bunlardan biri olan ve Aral Gölü’nün güneyindeki «Harizm» adı verilen topraklarda kurulan Harizmşahlar, Selçuklular’a tâbî iken müstakil hâle gelmiş bir Türk devletiydi. Büyük Mu‘tezilî müfessir Zemahşerî’nin (ö. 538) memleketi oluşundan da anlaşılacağı üzere o çağda İslâm dünyasının bir ucu demek olan Harizm’de i‘tizâlî düşünce yaygındı. Bu sebeple Harizm sultanı Alâeddin Muhammed, ehl-i beytten birini halîfe ilân etmek sûretiyle Selçuklu mirasını paylaşmada Abbâsî halîfesini dahî kendisine rakip görecek kadar ileri gitti. Bununla birlikte, Harizm’in yanı sıra büyük ölçüde Mâverâünnehir, İran ve Azerbaycan’ı da kontrol eden Harizmşahlar, hicrî VII. asrın başlarında İslâm dünyasına doğru bir kasırga gibi esen Moğolların önünde duramayarak güttükleri büyük dâvânın hakkını veremediler. Alâeddin Muhammed’in oğlu Celâleddin Harizmşah çok destanî mücadeleler verse de kalabalık Moğol orduları önünde başarılı olamadığı gibi Konya sultanı Alâeddin Keykubâd gibi müslüman hükümdarlarla savaşarak enerjisini boşa harcamak sûretiyle büyük yanlışlara da imza attı.

Harizmşahların hâkim olduğu ülkeleri kısa sürede ele geçirip hicrî VII. asrın ortalarında Anadolu, Irak ve Suriye’ye giren ve 658/1256’da hilâfet merkezi Bağdat’ı işgal ederek yakıp yıkan Moğolları durdurmak Memlûkler’e (Memâlik) nasip oldu. Sözlükte «köleler» demek olan Memlûkler, aslen selefleri olan Eyyûbîler’in asker olarak orduya aldıkları Kıpçak Türklerinden oluşuyorlardı. Mısır, Filistin, Suriye, Güneydoğu Anadolu, Hicaz gibi ülkelerde 250 yıldan fazla hüküm süren ve Abbâsî hilâfetini -ismen de olsa- Mısır’da canlandırıp himaye eden Memlûkler Devleti, İbn-i Haldûn’un Mukaddimesi’nde ed-Devletü’t-Türkiyye adıyla zikredildiği üzere, belki de adında «Türk» kelimesi geçen ilk müslüman devlettir.

Moğollardan yaklaşık iki asır sonra yine doğudan gelen ve Timur’un başında bulunduğu bir başka istîlâ dalgası daha zuhur etti. Türklerin oluşturduğu bu dalganın Irak, Anadolu gibi ülkelerde çarpıştığı unsurlar da Türk’tü. Timur, eserleri asırlarca Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulan Teftâzânî (ö. 792), Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 812) ve İbnü’l-Cezerî (ö. 833) gibi âlimlerin, Abdülkādir el-Merâgî gibi sanatkârların hâmisi olsa da, girdiği yerlerde zulmettiği ve genç Osmanlı Devleti’nin gelişmesini duraklattığı için Orta Doğu’da hep menfî bir imaja sahip olmuş, müspet yönleriyle hiç anılmamıştır. Timur’un devletinin bakiyyesi olan Uluğ Bey’in Semerkant’ta rasathane kurup İslâm ilim tarihinde adından söz ettiren çalışmalar yapmış olması da burada hatırlanması gereken bir husustur.

Türklerle en fazla özdeşleşen ve bu sebeple «Türk asrı» adını hakkıyla alan zaman dilimi ise şüphesiz XVI. asırdır. Çünkü bu asırda Memlûkleri tarihten silip Orta ve Batı Avrupa dışındaki bütün Akdeniz havzasına hâkim olan Osmanlılar, onların doğudaki komşuları ve amansız rakipleri olan İran’daki Şiî Safevîler, Türkistan’daki Şeybânîler ve Hindistan’daki Bâbürlüler hep Türk asıllı hanedanlardır.

Yukarıda adını zikrettiğimiz bütün devletlerin en ihtişamlı olanı ise şüphesiz Osmanlı Devleti’dir. İslâm’ı Balkanlara götürüp 400 yıl İslâm dünyasının lider ve hâmisi olarak dünya tarihine yön vermesi dışında onun en önemli ayırıcı özelliklerinden biri resmî dilinin Türkçe oluşudur. Gerçekten de ilk müslüman Türk devletlerinden olup kuruluşundan sonra coğrafyasını değiştirmeyen Karahanlılar vb. birkaçı istisnâ edilirse burada anılan diğer devletlerin resmî dilleri kuruldukları coğrafyada hâkim olan Arapça veya Farsça idi. Meselâ Memlûklerle onlar gibi hicrî III. asırda Mısır’da hüküm süren Tulunî ve İhşidîlerin resmî dili Arapça; Gazneliler, Selçuklular ve Harizmşahların resmî dili Farsça idi. Hattâ hâkim oldukları coğrafyadaki nüfusun ekseriyeti Türk olmasına rağmen Anadolu Selçuklu Devleti’nin bile resmî dili Farsça idi. Timur’dan sonra Çağatay lehçesinin Türkistan’da gelişmesine paralel olarak Anadolu’da da Türkçenin kendisiyle okunup yazılır bir dil hâline getirilerek resmî dil olarak kullanılması büyük ölçüde Osmanlıların sayesinde olmuştur. Osmanlıların içlerinden çıktıkları Anadolu beyliklerinin Türkmen kültürüne sıkı bağlılıklarıyla izah edilebileceğini sandığımız bu husus, son derece dikkat çekici olup üzerinde uzun boylu düşünmeyi hak etmektedir.

Netice itibarıyla İslâm tarihindeki rollerinin kısa bir panoramasını vermeye çalıştığımız bu yazı, Türklerin dünya siyasetindeki önemini göstermektedir. Ancak bugün bizim kendimizi onlarla özdeşleştirerek onların yaptıklarından kendimize pay çıkarmamız hem ucuz bir hamâset hem de mânâsız bir davranış olur. Çünkü o tarihi yapanlar bizler değiliz, dolayısıyla -övgüye değse bile- onun övgüsünü hak etmiş olmayız. Bu konuda övgünün de yerginin de muhatabı olanlar o tarihi yapanlardır. Onlar ise -kendilerini atalarıyla özdeşleştirip hep geçmişle övünen Yahudiler hakkında Kur’ân-ı Kerîm’in buyurduğu gibi- “Geçip gitmiş bir topluluktur. Onların yaptıkları kendilerinin, sizin yaptıklarınız da sizindir.” (el-Bakara 2/134, 141) Bizim için önemli olan kendi yaptıklarımızdır. Tarihe sadece ibret almak ve ders çıkarmak için bakmak gerekir. Ancak yeni yetişen nesilleri doğruya yöneltmek için tarihten örnekler vermek ve;

“Senin ecdâdın böyleydi, sen de öyle ol!” yolunda telkinlerde bulunmak -ölçüyü kaçırıp üstünlük taslamaya varmamak kaydıyla- tasvip edilebilir.