İSLÂM’DA KADIN -2-

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

h_k_ergin

Geçtiğimiz ay, İslâm’da kadın konusuna bir girizgâh yapmıştık. Önümüzdeki günlerde, 8 Mart vesilesiyle kadın problemleri gündeme gelecek. Zaten kadına şiddet, kadın cinayetleri haberleri de gündemden eksik olmuyor.

Biz müslümanlar bu konuyu feministlere terk etmiş vaziyetteyiz. Bu konuyu açmaya biraz çekiniyoruz, çünkü konuya net bir çerçeve çizmenin birçok zorluğu var. Her şeyden önce kadın ve erkek kelimeleri çok geniş bir kesimi kapsıyor. İnsanlığın yarısı hakkında genelleme yapmak elbette çok zor.

Bunun yanında dünyada; hayat tarzı, aile ve toplumun yapısı, eğitim felsefesi hızla değişiyor. Teknolojinin ilerlemesi, dünyanın kalabalıklaşması, şehirleşme, bu değişimi mecburî hâle getiriyor. Şerîatla yönetilen ülkelere dahî gitseniz değişimin etkilerini açıkça görüyorsunuz.

Değişim; gelenek-modern çatışmasını beraberinde getirirken, değişmeyen değerleri olan kesimin itham edilmesine yol açabiliyor. Belki her şeyi bir yana bırakıp saf hakikati aramak için tertemiz bir sayfa açmakla işe başlamalıyız.

Fennî ilimlerin ve teknolojinin hızlı gelişim gösterdiği 19. yüzyıla kadar; kadın-erkek arasındaki görev paylaşımı aleyhine fikirler, dünyanın hiçbir yerinde dile getirilmiyordu. Zaten askerî kuvvetin kas gücüne dayandığı ve hayatın her alanında belirleyici olduğu bir çağda; kadının muhafazaya muhtaç durumunu tartışmaya açmak, pek de hüsn ü kabul görmezdi.

Sanayileşmenin askerliğe kadar hayatın her alanını etkilediği günümüzde; bunu anlamak belki biraz zor gelebilir, ama biraz tarihe gidecek olursak, yakın zamana kadar dünyaya hâkim olan düzen, savaşçı ve köleci bir düzendi. Bilhassa eski dünyanın büyük bir kesimini hâkimiyeti altında tutan sömürgeci Roma İmparatorluğu’nda şöyle bir düzen hâkimdi:

Hukukî açıdan sadece vergi ödeyebilen erkekler vatandaş sayılır; kadınlar, köleler, vergi ödeyemeyen delikanlılar; yetişkin zengin erkeklerin tebası durumunda kabul edilirdi.

Hukuk kuralları, sadece yetişkin ve güçlü erkekler arasında geçerliydi. Bir hanenin reisi olan erkek; kendi hane halkından kadına, çocuğa veya köleye istediği (ölümcül veya yaralayıcı) şekilde ceza verebilirdi. İslâm dîni, ilk kez; kadınların, yetimlerin haklarından, kölelerin durumunun iyileştirilmesi ve salıverilmesinden bahsetmişti. Ne tuhaftır ki günümüzde; Roma düzeninin dayattığı bu «güçlünün hâkimiyeti» sistemi semâvî dinlere mâl ediliyor, bir kısım hatalar da bahane edilerek erkeklerin her türlü zorbalığından İslâm sorumlu tutuluyor.

İnternete baktığımız zaman, İslâm’ın kesinlikle tecviz etmediği; zorbalıkların, zulümlerin ve istismarların faturasının hep «kadın aleyhtarı» farz edilen muhafazakâr kesime çıkarıldığını görüyoruz. Hâlbuki bu zorbalıkları yapanlar; dînini bilen, Allah’tan korkan insanlar değil.

Sanayi devrimiyle birlikte dünyada hızlı bir değişim yaşandı. Makineleşme ile birlikte; kas kuvvetine ihtiyaç azaldı, şahıslar değil ülke ekonomileri toptan köleleştirilmeye başlandı. Kadınlar ve erkekler, makine başında birer işgücü hâline getiriliyor. Bu yeni durum; kadının özgürleşmesi olarak sunuluyor. Dikkat edilirse, önce kadının aile bütçesine katkıda bulunması diye başlayan süreç; sonra kadının ekonomik özgürlüğü adıyla reklâm edilir oldu. Şimdi ortaya çıkan sonuç ise, kadınların çalışmaya mecbur kalması…

Erkekler sorumsuzlaşıyor, kadın-erkek karışık hayat tarzı yuvaları yıkıyor. Kadınlar tek başına çocuk büyütmek zorunda kalıyor.

Önce, İslâm’daki erkek üstünlüğü konusunu doğru bir temele oturtmakta fayda var. İslâm erkeğe, sırf XY kromozomuyla dünyaya geldiği için üstünlük pâyesi vermiyor. «er-rical» olmanın, Allâh’ın emirlerini öğrenip öğretmekte ve tatbik etmekte öncü ve asıl sorumlu olmakla bir alâkası var. Verilen te’dip ve terbiye yetkisi de yine Allâh’ın emirlerini tatbik etmeye mâtuf.

Zaman zaman aile içi geçimsizliklerde dînî metinlerin istismar edildiğini duyuyoruz. Meselâ bir hanım diyor ki;

“Benim kocam kadınlarla münasebetlerine hiç ölçü koymuyor. Bundan rahatsızlık duyduğum zaman; «Ben erkeğim, bana bir şey olmaz. Hem benim dörde kadar alma hakkım da var!» diyor.”

Evet, dînimiz taaddüd-i zevcâta belli şart ve kurallar dâhilinde ruhsat tanımış; bunda İslâm bir bütün olarak yaşandığında hikmetler de var. Ama senin ölçüsüzce samimî olduğun, etkisine kapıldığın o kadının; dînî nikâhlı ikinci eş olmaya niyeti var mı ki? Sonra da yuvalar yıkılıyor ve mağdur olanlar da hep; kocasına güvenmiş, maaş, kariyer, emeklilik hakkı ve benzeri şeyler peşinde koşmamış, dindar ev hanımları oluyor. Duyuyoruz, boşanmış kadınlar çalışmak için sokaklara dökülüyor, yeni fitneler kapıda… Kızlar evlenmekten korkuyor, «kendi ayakları üzerinde durma gayreti» içinde. Bekâr kızlar, boşanmış kadınlar ev tutup birlikte yaşıyorlar.

Psikolog kapılarında gezen, bütün fedâkârlıklarına pişman olan, antidepresanlar yutarak ölümü bekleyen bu zavallı kadınları; gelecek nesle rol model olarak nasıl sunacağız? Müslüman genç kızları; dînine bağlı erkeklere güvenmeye, evlât yetiştirmek için kendini adamaya nasıl ikna edeceğiz? Müslüman bir ferdin, dînini temsil sorumluluğunu bir yana bırakarak keyfî davranmaya hakkı var mı?

Son zamanlarda; bilhassa İslâmcı diye bilinen, İslâm’ı din olmaktan çok ideoloji ve katı kanun düzeni gibi yorumlayan kesimlerde, çok sıkıntılar olduğunu duyuyoruz. Ne yazık ki bazı beyler, erkeklerin üstünlüğünü; tıpkı haham ve rahiplerin kendilerini kul ile ilâh arası özel bir statüde görmeleri gibi anlıyor. Sanki onlar dînî kurallara uymakla sorumlu değil, onları nefislerine göre eğip-bükme hakkına sahip.

İslâm öncelikle kulluk şuurudur; Allah korkusu ve âhiret umudu ile dünyada biraz fedâkârlık yapmaktır. Erkekler; ailede de, cemiyette de Allâh’ın emirlerinin öğreticisi ve uygulayıcısıdır. Bu noktada, kendilerinden beklenen ilk vazife de; fedâkârlığa kendi nefislerine başlayarak topluma güzel örnek olmaktır. Erkekliğin şânı adına hiçbir fedâkârlık yüklenmeden erkekliğin tadını çıkarmaya koşanlar ise, -bilhassa günümüz şartlarında- tepki uyandırıyor.

Onların hâli tıpkı kendilerini ehl-i kitap oldukları için imtiyazlı zanneden;

“Biz ümmîlere karşı yaptıklarımızdan sorumlu tutulmayız!” diyen yahudi ve hıristiyanlara benziyor. Allah Teâlâ, neden erkekleri, toplum yöneticilerini, rahipleri, ehl-i kitâbı; kadınlara, halka, cemaate, ümmîlere ne yaparsa yapsın diye, sorumsuz bir şekilde yetkili kılsın ki… Onlar sadece daha fazla sorumluluk yüklenmiş ve ancak bu sorumluluğu güzelce taşıdıkları takdirde; vesile oldukları hayırlardan da hisse alarak yüksek derecelere erişecek kesimler. Ancak söz ve nasihatlerinin tesirli olması için mutlaka samimî olmaları gerek. «İnsanlara söyleyip de kendisi yapmayanlar» ancak şüphe, nefret ve isyan duygusu uyandırırlar. İzah için geçen sayımızdaki üslûbumuzla devam edelim.

Aile hem toplumun küçük bir örneğidir, hem de her bir insanın iç dünyasında var olan düzenin müşahhas bir modelidir. Erkek olsun kadın olsun her insanın iç âleminde; zihin, his, dürtüler, beden şeklinde basitleştirebileceğimiz tabakalı bir düzenleme vardır. Beden; duyularla edindiği bilgileri beyne ilettiği zaman, buna beynin arka kısmındaki dürtü merkezi arzu, korku, öfke gibi bir tepki verir. Beynin sağ ve sol loblarına yayılmış hisler ise biriktirilmiş hâtıralar gözlüğüyle bu veriye bir yorum getirir; sevme, nefret etme, endişe, şüphe, ümit vs. Zihin ise dürtü ve hisleri; edindiği bilgi birikiminin süzgecinden geçirerek, daha serinkanlı bir karar vermesi için lüzumlu uyarılarda bulunmaya çalışır.

Mevlânâ; bedevî ve karısı hikâyesinde, kadını nefse, erkeği akla benzetir. Akıl her ne kadar yazılı-sözlü bilgileri anlasa da, canlı olmakla ilgili korku ve istekleri anlamaz. Elbette her kadın gibi erkekte de can-nefis vardır; ama ailenin ihtiyaçlarını kadınlar talep ettikleri için bedenin ihtiyaçlarını isteyen nefis de kadına benzetilmiştir. Erkekler ise duygularını yenmeye müsait, girişimci ve aktif oldukları için daha çok aklın timsâli sayılmışlardır.

Elbette burada akıl ve nefsi nötr mânâsıyla anlamak gerek, vahyin ışığıyla dolmamış bir akıl da karanlıktır. Mevlânâ Hazretleri’nin deyimiyle; aklın kendi ışığına güvenip kibirlenmesi akılsızlıktır. Çünkü onun aydınlığı, ufak bir imtihan karşısında sönebilecek mum ışığı gibidir. Aklın üstünlüğü, ancak vahyi öğrenmek ve uygulamaktaki öncülüğünden gelir. Ama aklı vahye boyun eğdiren de nefsin kendi muhtaçlığını idrak etme durumudur.

Kadın veya erkek olsun her insanın iç dünyasında; akılla nefis arasında, gökyüzüyle yeryüzü arasındakine benzer bir ilişki vardır. Gökyüzü yeryüzüne; ışığı, yağışı, tohumları, aşılayıcı polenleri taşıyıp getirir. Toprak da bunları kabullenir, bağrında güzellikler yeşertir. Bunun gibi vahyin ışığıyla dolan akıl; nefse niyet tohumları serper, samimiyet yağışıyla sular, gayret ışığıyla pişirir…

Nasıl ki güneş doğunca önce gökyüzü aydınlanırsa, cemiyetin yönetimini yüklenenler; önce vahyi öğrenir, öğretir, örnek olur, tatbik ve teftiş eder… Yönetilenler, onlarda samimiyet ve gayret görürse etkilenir, tâbî olur, kabul eder ve sonunda güzellikler, semereler yeşerir. Eğer yöneticiler kendilerini vahye uymaktan müstağnî görür, Firavunlar gibi halkı kendine taptırmaya veya ehl-i kitâbın ruhban takımı gibi Allâh’ın emirlerini sadece halka emredip kendileri uymamaya kalkarsa, emânete hıyânet etmiş olurlar. Bunun gibi; insanda akıl, ailede erkekler, toplumda idareciler, samimî bir kul olarak Allâh’a boyun eğmekte ihlâslı olmalıdırlar. Çünkü kadınlar, çocuklar, tâbî olanlar daima; «ihlâs ölçer» gibidirler, samimiyetsizliği hemen yakalarlar.

Erkekler doğru ile yanlışı ayıran kesin değerleri temsil ederken; kadınlar güzel ile çirkini, samimî ile yapmacığı ayıran ince değerleri temsil eder. Bu sebeple erkekler önemli olsa da kadınlar da tamamlayıcıdırlar.

Erkeklerin yaratılışına konmuş olan üstünlük arzusu; vahyin rehberliğinde onları gayrete getiren, fazîletli ve keremli davranmaya sevk eden ve güçlerinden zayıfların da istifade etmesini sağlayan bir şeref ve haysiyet duygusuna dönüşebilir. Ama erkekler vahye boyun eğmeden, üstünlük taslama tuzağına düşerse; bilhassa günümüz şartlarında bütün üstünlüklerini yitirebilirler.

Müslümanlar, zayıfların hakkını savunmak için ideolojilere muhtaç değildir. İslâm; kadınların hakkını, erkekleşmeye muhtaç olmadan savunmuştur. Öte yandan unutulmamalı ki bugün kadınları erkekleşmeye yönelten; batı kaynaklı felsefe kitaplarından çok, erkeklerin güvenilir olmaktan uzaklaşmasıdır. Artık kız çocuğu yetiştiren aileler; «her ihtimale karşı diploması olsun» diye düşünme ihtiyacı hissetmektedir. Erkek çocukları, üstlenecekleri görevler göz önüne alınarak; iradeli, sabırlı, sorumlu ve kul olduğunun şuurunda yetiştirilirse İslâm toplumu yozlaşmaktan korunabilir.