İBRETLER KİTABI

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

m_kucukasci-SAYI121

İnsana ve toplumuna dair ilimlerin, fizik, kimya gibi kanunları var mıdır?

Bu soruya cevap arayanlardan ilki İbn-i Haldun olmuş, o; devlet ve toplumları, bir organizmaya benzetmiş, doğuş-gelişme ve ölümün mukadder olduğunu ifade etmişti. O, bir devlet için 120 yıl ömür biçiyordu. Süre uzatılabilse de, ölüm mukadderdi.

Hakikaten Osmanlı; altı asrı aşan ömrüyle, bu kaideyi oldukça zorladı.

Saltanat ve hilâfet ilgā edilmiş, ardından Osmanlı rûhuna çok aykırı bir mecrâya girilmiş olsa da; bu dönem de Timur sonrası yaşanana benzer bir fetret devri, bir darbe dönemi olarak telâkki edilebilir.

Sünnî bir İslâm devleti olduğundan şüphe edilmeyecek Abbâsîlerde de; Mûtezile âlimlerinin tesiri altındaki halîfeler sebebiyle, karanlık bir mihne dönemi yaşandı, geçti.

Rusya; çarlık, komünist sovyet dönemi ve demokrasi gibi büyük değişimleri yaşasa da bildiğimiz Rusya’dır.

Adı ve idare şekli ile olmasa da; ruh ve gaye istikameti açısından Osmanlı’nın evlâtları, ülkenin rotasını yeniden ecdâdının çizgisine getirebilir.

Biz Osmanlı’yı vefat etmiş kabul etsek de;

Tarih eserinin adını; «İbretler Kitabı» koyan İbn-i Haldun’un biçtiği 120 yıllık ömrü, Osmanlı dört-beş kat aştı. Nasıl mı?

Kendisinden önceki Türk ve İslâm devletlerinin birçok hatasını tekrarlamayarak:

Târih tekerrür eyler, ezelden gelen hüküm;
Tekrarlamaz hatâyı, kim almışsa ibreti… (Tâlî)

 Osmanlı; Türk devlet geleneğindeki, toprakları, hanedan üyelerine miras bırakma, evlâtlar arasında eyâlet taksimi gibi hatalara set çekti. Cem Sultan’ın bu yöndeki arzusuna II. Bâyezîd’in isabetli ret cevabı buna kuvvetli bir misaldir.

 Yine Osmanlı; evlilik yoluyla, hanedanı başka ailelere borçlandırma ve farklı beylikleri iktidara ortak etme hatasına da düşmedi. Zaman zaman eleştirilen devşirme ile evlenme metodu ile bunu yendi.

Burada da, en güçlü dinamiği olan eğitime inandı.

Tıpkı ashab ve tâbiîn gibi…

Düşünürsek ashâbın da ekserîsi dünün câhiliyye insanıydı. Eğitim ile ashab oldular. Tâbiîn’in mühim sîmâları da mevâlî, yani fethedilen toprakların köle çocukları idi. Eğitim ile yıldız şahsiyetler hâline geldiler. Osmanlı aynı metotla, Balkanlardaki nasiplileri eğitti, Sokullular çıkardı, Sinanlar çıkardı. Böylece; İbn-i Haldun’a göre de bir devletin ihtiyacı olan dinamik, yerleşik hayatın donukluğuna kapılmamış insan unsurunu da ayakta tuttu. (Bugün de, nüfusları yaşlanan ve azalan batı ülkeleri, Hindistan ve benzeri genç ve kalabalık ülkelerden genç beyinler göçürerek hayâtiyetlerini sürdürüyorlar.)

Aynı zamanda Anadolu mayasını da ihmal etmedi, Özdemiroğulları, Köprülüler de yetişti. Fırsat eşitliğini köreltmedi.

 Yine Osmanlı; çevresindeki Türk beyliklerine ve müslüman ülkelere, uzun süre müdahale etmedi. İç çekişmelerle boğulmadı. Küffâr ile dövüşerek güçlendi, yeni beldeler fethederek rüştünü ispatladı ve sonunda çoğunu kendi rızâsıyla, birkaçını da zaruret hâline gelmiş savaşlarla bünyesine kattı ve İslâm dünyasında vahdeti tekrar sağladı.

Evet, İbn-i Haldun’a göre, devlette canlılığı göçebe unsurlar sağlardı. Yerleşen, zenginliğe, şımarıklığa alışan nesillerle yeni fetih heyecanları yakalanamayacağı için, artık o devlet, bir başka canlı unsurun hedefi hâline gelirdi.

Hakikaten Osmanlı’da da, padişahların seferlere katılmaz hâle gelmesi, bir süre sonra şehzadelerin kafes ardına düşmesi ve Lâle devrindeki sefahat gerçekleşince, kuzeyde canlanan ve sıcak denizlere inmek isteyen unsur; yani Ruslar, Kafkas ve Balkanlardan Osmanlı’nın sonunu getirecek saldırılara geçti. (Bugün dünya siyaseti hâlâ Rusya’nın nasıl durdurulacağı ile meşgul.)

Osmanlı’yı kuran dört yüz atlı kafilenin derdi, gerçekten de bereketli bir ova bulup oba kurmaktı. Fakat İslâm dâvâsı; daima daha ileri, daha büyük hedeflere koşturdu. Milyonlarca kilometrelik topraklara sahip Kanunî’nin son nefesine yaklaşırken hâlâ, Macaristan taraflarında koşturuyor olması, Osmanlı’nın, kuruluşundan üç asır geçmesine rağmen, gazâ fikrinden ayrılmadığını gösterir.

Tarihi, bir sosyal ilim olarak ele almak, tarihe sosyolojik, felsefî bir bütün, bir sebep sonuçlar manzûmesi hâlinde bakabilmek ve ilm-i umrân adı altında, tarih felsefesi ve sosyolojinin temelini atmak şerefi, İbn-i Haldun’a aittir. Bunun bir müslümana nasip olması çok tabiîdir.

Çünkü Kur’ân-ı Kerim; geçmiş ümmetlere, yaşadıkları maddî ve mânevî yükseliş ve düşüş süreçlerine dikkat çeker. Mütraf adını verdiği, zengin, şımarık kesimlerin, toplumların çöküşündeki etkisini vurgular. (el-İsrâ, 16) Zenginlik ve kudretin, -gerekli ikazlara aldırılmadığında- kibir ve azgınlığa, neticesinde de helâke götürdüğünün altını çizer. (er-Rûm, 9) Tefrikanın bir millete yaşatacağı bozgunu ifade eder. (el-En‘âm, 65)

Geçmişten yani tarihten ibret almayı bizzat Kur’ân öğretir.

Osmanlı, kendi geçmişinden ibret aldı ve ömrünü bereketli eyledi.

Üç-dört asır sonra, kuruluştaki ruh kaybedilmeye başlandı ve kayıplar birbirini izledi.

Bugün bizler de; geçmişimizden, tarihimizden ibret almalıyız. Tarihi sadece bir şan ve şeref kaynağı olarak görmek bir yere kadar fayda sağlar. Meselâ bize tarihimizi unutturmak isteyenlere direnmemiz de faydalı olmuştur. Fakat ötesi için dikkat etmeliyiz.

Mâzînin muhteşem olması, sadece imkânı müjdeler. Yani; «Deden başardı, sen de başarabilirsin!»

Tıpkı İslâm ümmetinin, daima yaşanmış bir asr-ı saâdeti düşünerek; hedeflediği fazîlet toplumunun bir ütopya, hayalî bir devlet olmadığına kānî olması gibi…

İmkân, mümkün olmak demektir. Garanti olmak değil.

Tarihe bu gözle bakalım: Nesiller boyu içlerinden İbrahimler, İshaklar, Yakublar, Yûsuflar, Musalar, Harunlar, Davudlar, Süleymanlar gelmiş bir millet; bugün Allâh’ın lânet ile andığı, zalim, cimri, rezil bir topluma dönüşmüştür.

Mâzîleri ile istikballeri zıtlık içindedir. Hâlbuki bugünlerinin böyle olması, biraz da mâzîlerine aldanmalarındandır. Ecdattan tevârüsü, sadece biyolojik zannetmelerindendir. Hâlbuki ancak ecdâdın vasıfları tevârüs edilirse; Allâh’ın izniyle, zaferlerine de mirasçı olunur. Aksi hâlde, otomatik bir mirasçılık söz konusu olmaz. Kişinin nesebine değil, kesbine bakılır.

Bugün bizim toplumumuz; tecavüzlerle, cinayetlerle, acımasızlıklarla, ahlâksızlıklarla inliyorsa, önce zemini hazırlama noktasında sağlam bir çalışma yapmak zaruretinde olduğumuz anlaşılır. Bu zemin, semadan rahmeti celbedebilir mi?

Çok sayıda âyet-i kerîmede, Son Peygamber Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ümmet, Kur’ân-ı Kerim ve son hak din İslâm nimetlerine mazhar olan nesillere ciddî ikazlar vardır:

“Ey insanlar! Allâh’a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O’dur. Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir. Bu da Allâh’a güç bir şey değildir.” (Fâtır, 15-17; el-En‘âm, 13; en-Nisâ, 131-133; İbrâhîm, 19)

Allah mecbur değildir. Abbâsî’ye, Selçuklu’ya, Memlûklu’ya, Osmanlı’ya hiçbirine mecbur değildir. Arab’a, Acem’e, Türk’e de mecbur değildir. Tarihî iftiharlarımızdan gelecek hayallerine kayarken bu ikazları unutmamalı, takdirin ancak gayrete âşık olduğunu unutmamalıyız.

İkaz başka bir üslûp ile fakat bu kez çok açık bir şekilde tekrarlanır:

“İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağırılıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirirseniz; yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.” (Muhammed, 38)

İkaz bütün netliği ile bir kez daha tekrarlanır:

“Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse (bilsin ki) Allah; sevdiği ve kendisini seven mü’minlere karşı alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allâh’ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allâh’ın lutfu ve ilmi geniştir.” (el-Mâide, 54)

Tarihen, Cenâb-ı Hakk’ın saydığı bu muhabbet, dosta şefkat, düşmana izzet, çekinmeden cihad gibi hususiyetlerden kim geri kalmışsa; Allah, bayrağını ondan almış, bir başka ele vermiştir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu âyet ile Osmanlı arasında irtibat kuruyor. Biz de Osmanlı şiirimizde bu âyet-i kerîme ile bir girizgâh yapmıştık:

Her Âdemoğlu harcı mı Hakk’ın hilâfeti?..
Mevlâ, seçer de lutfeder ancak emâneti…
Ferdin kemâli; «Şart!» dedi, «toplumda intizam»,
Hakk’ın nişânı, «mûtedil ümmet» şahâdeti…

Allah, dînin sadece, fert olarak yaşanmasına râzı değil; hayırlı ümmet, vasat / mûtedil ümmet şeklinde toplum ayarı, devlet nizamı istiyor.

Kim var o bahtiyarlığa, hasretle yol soran,
Kur’ân-ı Pür Kerem’de yazılmış işâreti…
Âyet; «Yuhibbühüm ve yuhibbûnehû» dedi,
Târîf eder o kavmi; muhabbette şiddeti…

Osmanlı padişahlarının, Cenâb-ı Hakk’a ve Rasûlullah Efendimiz’e muhabbetlerine dair misaller sayısızdır. Osman Gazî’nin Kur’ân’a hürmeti, Murad Hân’ın şehâdet iştiyâkı, Sultan Ahmed’in kadem-i pâkin kopyasını başının üstünde taşıması, bütün sultanların Medine’den gelen herhangi bir mektubu ayakta dinlemeleri bunlardan birkaçıdır. Bugün acaba muhabbet ayarlarımız ne vaziyettedir?

İhvâna merhametli ve alçakgönüllüdür,
Küffâra karşı, dağ gibi izzet ve heybeti…

Bilhassa, tarihî şan ve şerefi, kibir ve gururdan ayırmak îcâb eder. Seçilmiş millet duygusu, bize sadece vazife ve mes’ûliyet aşılamalıdır, koltuk kabarması değil. Hele sair milletlere tepeden bakmak, yahudilerin düştüğü ziyanlara benzer.

Timsâlidir, adâletin, ahlâk ve hikmetin,
Temsîl eder, cömertliği, ölmez mürüvveti…

Beldeler fethetmek, ehl-i dünya için; yağmadır, talandır, zenginleşmektir. Fakat gönül fatihleri için, beldeler fethetmek, tersine sorumluluğu artırmaktır. Zimmetli olduğu kardeşlerine yeni kardeşler eklemektir. Varlığını daha fazla kardeş ile bölüşmektir.

İ‘lâ-yı nâm-ı pâk-i Hudâ, tek vazîfesi;
Âlem nizâmı maksadı, arzın hidâyeti…

Pek çok tarihçi; Osmanlı’nın tabiî sınırlarına dayanarak, gelişmesini tamamladığını ifade eder. Belki Avrupa hattı için bu doğru. Fakat 17. asırda devrin müslümanları için Hint Denizi, Amerika gibi keşfedilmiş yeni dünyalar, Uzak Doğu, Afrika’nın içleri; bâkir sahalar idi. Oralara uzanmak, hidâyetlere vesile olmak artık ufuktan çıkmış; mevcudu korumak, hattâ mevcudun kaymağını yemek düşüncesine meyletme başlamış görünüyor. Bu da sonun başlangıcı oldu.

Haksız ayıplayanları hiç duymaz âdetâ,
Düşman taarruzundan, o etmez şikâyeti…

Alparslan’ın, Yıldırım’ın düşmanlarını affedip; “Gidin tekrar gelin!” deyişleri meşhurdur.

Hâkimdir ilme, fenne o kudretli pençesi,
İrfâna âşinâ, öze tâlip liyâkati…

Osmanlı’nın yükseliş asırlarında; teknikten, ilmî gelişmelerden haberdarlık üst seviyedeydi. Meselâ Fatih; yeni beldeler fethetmek kadar, ülkesine yeni âlimler kazandırmaya da ehemmiyet veriyordu.

Serhaddi beklemekte fedâkârca kaç asır,
Mazlum için dövüşmesi, aslî hüviyyeti…

Türklerin töresinde; mücadele hâlinde gördükleri iki taraftan, zayıf, mazlum olanların yanında saf tutmaları vardır.

Ancak bu vasıfları, meziyetleri, fedâkârlıkları, gayretleri tespit edip, yaşayarak, yaşatarak aynı neticeleri bekleyebiliriz. Yoksa bazı kof gençlerde gördüğümüz gibi; Osmanlı armalı yüzük, künye takıp, Avrupâî bir yaşayış içinde yaşamak ile bu hedeflere varılmaz.

Hedefe varmak için hem millet hem lider lâzımdır.

İlâhî temsillerde insanın yetişmesi, ağacın yetişmesine benzetilir. Bir bitki, neşv ü nemâ bulmak için hem güneş ışığı ve yağmur gibi semâvî yardımlara, hem de toprak ve mineralleri gibi zeminden gelecek desteğe muhtaçtır. Bazı hadis ve büyüklerin işaretleri bu iki hakikati karşılıklı ifade eder:

«Sultan nasılsa, öyle yaşar dîni, milleti…»
«Millet nasılsa, öyledir ancak hükûmeti…»

Islah veyâ fesâda medardır bu dâire;
Toprak güneşle göz göze, meşk etti cenneti…

Cennet vatanın, yemyeşil sürdürülmesinde de aynı ikili hakikat geçerli ve gereklidir. Yeşermiş, ağaçlı zeminler yağmur çekerler… Yağmurlar da yeşertmeye devam ederler.

Bu temsil üzerinden düşündüğümüzde; zemin fiilî duâlara sarıldıkça, semâ da hayırlarla icâbet eder. O topluma hayırlı liderler nasip eder.

Takvâlı anneden mi, Ömer’den mi kim bilir?
Kimden Ömer bin Abdülazîz’in fazîleti?..

Alparslan indirir, Salahaddîn’i gönderir,
Lâyık isek lütuf buyurur Hakk’ın âdeti…

Tâlî, duâyı koyma dilinden, yanık yanık,
Hakk’ın, yanık duâlara haktır icâbeti… (Tâlî)