HAZRET-İ KUR’ÂN-99 beyit-
ŞAİR : SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)
Bir hitap var bize O’ndan, okunurken Kur’ân,
Ey diyor, herkese Yezdân, okunurken Kur’ân.
Dinle Allâh’ı ki, sevsin seni etsin makbul,
Şan budur, ey bu hitâbın seçilen yankısı kul,
Bu hitap, kulların ahvâline bambaşka meram,
En güzel, en yüce, en sevgili, en doğru kelâm.
Bu kelâm, Hazret-i Kur’ân; bize sonsuz reçete,
Ey gönül; yerden alır, ay gibi eyler gökte.
Bu kitap; işte elif, lâm ile mîm, hikmeti çok,
Ehl-i takvâ için Allah yolu, hiç şüphesi yok! (el-Bakara, 1-2)
Dinle; Mevlâ, ne diyor Sûre-i İsrâ’da, kula:
“Şüphe yoktur ki; bu Kur’ân, iletir doğru yola,
Müjdeler; her işi sâlih, inanan halka nice,
Şüphesiz, onlara elbet bir ecir var ki yüce!
Kim inanmazsa fakat ahrete, -söyler şunu tiz-
Hazır ettik, dayanılmaz bir azâb onlara biz!” (el-İsrâ, 9-10)
Kim, nasıl bir yere kervân, okunurken Kur’ân?
Ölmeden duy bunu her ân, okunurken Kur’ân.
Ölmeden çünkü duyarsan, açılır sende şuur,
Dinleyen her öze dersin; yüce Allah buyurur:
“İnanan kullara Biz indiririz Kur’ân’dan,
Öyle bir şey ki o rahmet ve şifâ, -ey insan-
Artırır lâkin o, zâlimlere ancak hasarı…” (el-İsrâ, 82)
Dinle, fark et ebedî kârı ve terk et zararı!
Dinle her âyeti, Hak’tan bize mektup bu kitap,
Canlı Kur’ân olarak sundu Nebî, etti hitap:
“–İki şey var ki emânet size, benden sonra,
Biri Sünnet, biri Kur’ân; uyanın sizde sıra,
Hem okur, hem işitir, hem de yaşar hâlde olun,
Hiç sapıtmazsınız ilk aslını son doğruluğun!”
Tutsak etmez kulu fânîde bu söz, bin bir asır,
Secde hâlinde şu tek besmele, mîrâca taşır!
Dinle, hak sırrını Hak’tan, okunurken Kur’ân,
Dinle; bak, kim imiş insan, okunurken Kur’ân.
Hak Nebî, örneğimiz, dinle de ol farkında,
Bize Kur’ân’ı getirmiş, ne demiş hakkında:
“Bu kitap hatrına her halkı yüceltir Allah,
Düşürür ondan uzak milleti lâkin -billâh!-” 1
Dinle; en dipte de olsan, seni yükseltir Hak,
Yen kütüphâneyi, Kur’ân’a fedâ olmaya bak!
Kim bu Kur’ân’a sarıldıysa, zafer sâhibidir,
“İçi Kur’ânsız olan kalp, ölü bir ev gibidir!”2
Buyurur kalbi basîret dolu Peygamberimiz;
Duyurur bizlere her gerçeği hak rehberimiz:
Der ki: “En şanlı melekler, o mutî, has kullar,
Onların vahyi getirmiş, yüce bir yönleri var!
Kim ki Kur’ân’ı okur şartına uygun ve güzel,
O meleklerle olur, aynı o kıymette özel!
Kim de zar-zor, kekeler olsa da Kur’ân’ı okur,
İki kat fazla sevaplarla büyük ecri dokur…”3
“Okumaktaysa bu Kur’ân’ı şu mü’min, dokusu,
Portakal benzeri, hoştur tadı, hoştur kokusu.
Ama mü’min kişi Kur’ân okumaz olsa biraz,
O da bir hurmaya benzer; tadı var, hoş kokmaz.
Okuyan kimse bu Kur’ân’ı münâfık ise, hey,
Fesleğen misli, kokar hoş, tadı lâkin acı şey.
O münâfık kişi Kur’ân okumazken, kötü çok,
Bû Cehil karpuzudur öyle ki, tat yok, koku yok.”4
“Yüce Allah, kime Kur’ân vererek verse değer,
Gece-gündüz, o da Kur’ân ile meşgulse eğer;”
Der ki Peygamberimiz: «–İmrenilir böyle kula!»5
Gıpta müthiş, ne imiş hizmet-i Kur’ân, anla!
Açıversin gözü her cân, okunurken Kur’ân,
İnci serper yüce Cânân, okunurken Kur’ân.
Buyurur Hak, şu beyânında ne hikmetler var:
“İnanan her nice mü’min yüreğin, ey kullar!
Hak’tan inmiş yüce Kur’ân’ını fikretmek için,
Hem de Allâh’ı anıp aşk ile zikretmek için,
İçten ürpermesinin vakti henüz gelmedi mi?
Olmasın eski kitap ehli ki, geçmiş dönemi,
Hepsinin kaskatıdır kalbi ve onlarda ne çok,
Yoldan ayrılmış olan! -Hiçbirinin kıymeti yok!-” (el-Hadîd, 16)
Duydu, atlar bile şahlandı bu mânâ az mı?
Kalb-i insan daha hassas, daha şahlanmaz mı?
Emri duy, dinle ve davran, okunurken Kur’ân,
Sen de Allah deyu şahlan, okunurken Kur’ân!
Şakısın, Sûre-i Yâsîn ile bülbül şakısın!
Dinlesin Fâtiha’dan Nâs’a kadar gül şakısın!
Okusun hâfız-ı Kur’ân, okusun sûreleri,
Dinlesin yer ile gök, gün gibi yansın ciğeri!
Okusun burda, ezel sırrını anlatsın ebed,
Dinlesin kurtuluşun şartını kul, işte meded!
Okusun vecd ile, tekrâr ile, ihlâs ile dil,
Dinlesin şevk ile can, ufku donatsın kandil.
Okusun, öyle, şu hâfız olanın tâ kalbi,
Dinlesin taş bile her zerre desin yâ Rabbi!
Çınlasın kubbe, cihan bağrını sevdâ yaksın,
Dinlesin dursun içerden nice ırmak aksın!
Ağlasın şimdi, fakat sonra sevinsin şu yürek,
Dağlasın bağrı derinden nice mânâ, bu gerek,
Bağlasın kulları Mevlâ’sına tekrar bu eser,
Çağlasın her çağa, her kıt’aya tekrar bu zafer!
Şerefin böylesi her dem ki mukaddes, haydi,
İnlesin dağ, ova, sahrâ, yine coşsun vâdi!
Bu kadar zirve, güzel başka kelâm yok, okunan;
Bu kadar güçlü, özel, gönle meram yok, dokunan.
Bu ne mânâlı derinlik, azıcık zerre bile,
Başı sonsuz, sonu sonsuz yücelik, hep dinle!
Gül Nebî’nin bu kitap kalbine nâzil oldu,
Sır ve hikmetle bu dünyâ, iki âlem doldu.
Dinle ey kul dedi Rahmân, okunurken Kur’ân,
Oldu susmak yüce fermân, okunurken Kur’ân:
Sustu kuşlar, bu cihan sustu, şu bülbül sustu,
«Hay!» çekip durdu sular, mest olarak gül sustu.
Sustu âlem, gece-gündüz konuşan göz sustu,
Her sanat sustu, şiir sustu ve her söz sustu;
Canlıdan cansıza dek dilde yağızlar sustu,
Önce birdenbire en usta ağızlar sustu;
Sonra meydandaki en canlı hitaplar sustu,
Sayfalar sustu hemen, cümle kitaplar sustu;
Daldı sessizliğe her şey, o kadar sustu mekân,
Sanki hiç yoktu lisân, onca beyan, sustu o an.
Çünkü Kur’ân okumaktaydı çok içten bir ses,
Aşkının cân eriten bestesi olmuştu nefes!
Okunan sûre biterken, içi yangın epeyi,
Çekti hicrân ile tekrâr o yanık besmeleyi;
Hey Hudâ âşığı kul, âyet-i sevdâ dokudu,
Bağrı; «Yâ Hak!» diyerek, öyle yürekten okudu;
Oldu her şey yine lâl, sâdece; «Allah!» dedi dil,
Sustu yer, sustu semâ, mûcize elbet bu delil!
Her nefes gönle küheylan, okunurken Kur’ân,
Dinle, her zerre şadırvan, okunurken Kur’ân.
Okunurken, bu gönül toprağı doymaz o suya,
Okunurken, o suyun çağladı her hâli huya.
Okunurken bu kelâm, rûhu tecellî bürüdü,
Nice dilsiz bile; «Hû!» çekti, ayaksız yürüdü.
Aktı gözyaşları seller gibi ırmak oldu,
Her lâfız, candaki mânâlara kundak oldu!
Okunurken bu kitap; «İşte bu ‘din’dir!» dediler,
«Câhilin şi’rini hak Kâbe’den indir!» dediler.
Anlayan anladı ey dil, okunurken yüce söz;
Dinleyen, hıçkırarak dinledi; «Allah!» dedi öz!
Bu ne heybet ve edâdır, bu ne izzet ve sedâ,
Bu ne rahmet ve nidâ, dinleyen ömrünce fedâ.
Bu ne hikmet dolu minber, bu ne şâhâne hüner,
Bu ne emsalsiz eser, her sözü mestâne eder!
«Misli yoktur!» dedi devrân, okunurken Kur’ân,
Ceddimiz oldu hükümrân, okunurken Kur’ân.
Onu, maksat yaşamaktır, yaşayıp anla oku,
Bir de her âyeti, Peygamber-i Zîşan’la oku!
Okuyan var, yarış eyler yüce hizmette, bu kâr,
Okuyan var, yine zâlim, ne felâket bu zarar!
Okuyan var, ne şeref, her şeyi Kur’ân olmuş,
Okuyan var, ne yazık, kibr ile şeytan olmuş.
Okuyan var, ona Kur’ân; «Bu da cennetlik.» der.
Okuyan var, bu kelâm, yuh çekerek lânet eder.
Renge, âhenge de sor, lâfza ve mânâya da sor.
Hak ne verdiyse bu söz hatrına ancak veriyor,
Olmamış olsa bu Kur’ân, ne olurduk, şunu bil;
Yaratılmazdı kulaklar, yaratılmazdı bu dil!
Bitti çöllerdeki hicrân, okunurken Kur’ân,
Duydu, can buldu gülistân, okunurken Kur’ân.
Rabbimin rûh ile gönderdiği âyet bu kelâm,
Ey beşer! Çâre bu, îman bu, hidâyet bu kelâm.
Acı bir köhnede ballar balı lezzet bu kelâm
Göğe yerden çıkışın rehberi, izzet bu kelâm.
Bir hayat merkezi, her millete devlet bu kelâm,
Şu yalan gurbeti en doğruya dâvet bu kelâm
Hastanın derdine dermân ile hikmet bu kelâm,
Haydi, Allâh’a ve Peygamber’e hicret bu kelâm.
Bir şefâat, sarılırsan, ne kerâmet bu kelâm,
Sırt dönersen seni mahşerde şikâyet bu kelâm!
Müjde var, nefsi aşarsan okunurken Kur’ân,
Bir selâmet bu, yaşarsan okunurken Kur’ân.
Bir güzelleşti ki bambaşka güzelleşti edâ,
Ruh güzelleşti okurken yüce Kur’ân’ı sedâ,
Oldu pervâne bu dünyâ ile gökler, o sese,
Doğdu ay, doğdu güneş, doğdu muazzam hisse!
Müjde indirdi semâdan yere milyonla melek,
Uçtu her yanda o sesten yana bin bir kelebek;
Döndü seccâdeye toprak, ne çiçekler açtı,
O sesin uğruna cennet de mücevher saçtı.
Oldu hayrân o sesin sırrına aşk, etti sükût,
Kumlu sahrâ bile bağ oldu, yeşillendi umut.
Çünkü Kur’ân’dı o ses, kalbin o eşsiz nabzı,
Âyet âyet, okunurken, yaşanırken lâfzı,
Kendi nûr eyledi Allâh, o sesin çehresini,
Kıldı zâhir, bu kelâmın ebedî Zühre’sini!
Seslenir Hazret-i Sübhân, okunurken Kur’ân,
Dinleyen bir daha kurbân, okunurken Kur’ân.
Bu kelâm; rûha nefes, akla nefes, gönle nefes,
Bu kelâm; dinleyen insan dirilir, öyle nefes!
Öyle bir ses ki, bu sesten daha âlâ ses yok,
Tâ ezelden; daha illâ, daha evlâ ses yok!
Ebediyyen; daha hoş, tatlı lisan yok ağza,
Yok, bu mânâ, eşi yok, benzeri yok, bak lâfza;
Yok, sözünden daha üstün ve misilsiz bir söz,
Yok, özünden daha engin ve mükemmel bir öz!
Yok, dilinden daha keskin daha müthiş bir dil,
Yok, ilinden daha sonsuz, adı cennet bir il!
Dinle duy; işte hitap, işte kitap, işte sevap,
Dikkat et; işte hesap, işte gazap, işte azap!
Yok, bu candan daha cevher, daha lâzım bir can,
Yok, bu şandan daha kudsî, daha yüksek bir şan!
Bu kelâm Hazret-i Kur’ân, bize sonsuz reçete,
Ey gönül, yerden alır, ay gibi eyler gökte!
Kaynasın sendeki ummân, okunurken Kur’ân,
Arş’a taşsın yine îmân, okunurken Kur’ân!
Dinle illâ, oku lâkin, yaşa ancak ebedî,
Çünkü Seyrî, o büyük şanlı Nebî, böyle dedi.
1 Müslim, Müsâfirîn, 269.
2 Tirmizî, Fazâilü’l-Kur’ân, 18.
3 Buhârî, Tevhîd, 52; Müslim, Müsâfirîn, 244.
4 Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 17; Müslim, Müsâfirîn, 243.
5 Buhârî, İlim, 15; Müslim, Müsâfirîn, 266-268.
vezni: feilâtün / feilâtün / feilâtün / feilün
(fâilâtün) (fa’lün)
25 Şubat 2015
Samandıra / SANCAKTEPE, İSTANBUL