Harem-i Şerif’ten Hâtıralar
BİR MECZUBUN ÖĞRETTİKLERİ

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

irfan-ozturk-SAYI120

Bir hac mevsiminde Mekke-i Mükerreme’ye gelişimizin yedinci günü idi. Harem-i Şerîf’e gecenin evvelinde saat 02:30 civarında gelmiş; birinci tavafımızın sevabını Peygamber Efendimiz’e, ikinci tavafımızın sevabını Hazret-i Hatice Vâlidemiz’e, üçüncü tavafımızın sevabını da Sâmi Efendi Hazretleri’ne bağışlamak üzere üç tavafı peş peşe yapmıştık.

Tavaf namazlarımızı kılmak üzere Altınoluk’un karşısında, Harem-i Şerîf’in içinde, «Meczuplar Direği» diye bilinen direğin yanında tavaf ve teheccüd namazlarımızı edâ etmiştik. Daha sonra tesbihat, evrâd ve ezkârımızı îfâ edip, sabah namazına kadar arkadaşlarımızla aynı yerde sessizce tefekkür hâlinde kaldık. Sabah ezanı okundu ve sabah namazlarımızı kıldık. Allah kabul eylesin…

Namaz tesbihimizi ve duâmızı yaptık. İşrak vaktine kadar kalmak üzere; arkadaşlarla ayrı ayrı mekânlarda yer tutarak beklemeye başladık.

Fakir bir taraftan tesbihatla meşgul olup, bir taraftan da huccâcın tavaflarını seyrediyor ve tefekkür ediyordum. Müşriklerin Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in namaz kılarken üzerine deve işkembesi attıklarını; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bu mekânlarda müşriklerin gerek fiilî gerek sözlü ezâ ve cefâlarını; yine Efendimiz -aleyhisselâm- mîrâca çıkmadan önce müşriklerin başta Ebû Cehil olmak üzere, O’na sataşıp O’nu melûl ve mahzun ettiklerini, bunun üzerine sıkıntıya düşen Efendimiz’in Ebû Tâlib’in kızı Ümmü Hânî’nin evine gittiğini ve sonrasında Rabbimiz Teâlâ’nın O’nun sıkıntı ve kederini gidermek üzere Cebrâil -aleyhisselâm-’ı vazifelendirdiğini ve Cebrâil’in cennetten aldığı Burak’la Efendimiz’e gelerek Cenâb-ı Hakk’ın mîrac daveti müjdesini getirmesini ve O’nun mîrâcını hislenerek tefekkür ve tezekkür ederken, aklıma takıldı:

“Ümmü Hânî’nin evi nerededir acaba?”

Tam bu esnada arkamdan birisi sırtıma «pat» diye bir şamar attı. Dönüp baktığımda uzun boylu, ince yapılı, başını usturaya vurdurmuş, keskin bakışlı ve kararlı bir kişi ile karşılaştım. Eliyle işaret ederek; «Gel!» dedi. Kalktım ve takip etmeye başladım. Çok hızlı yürüyordu. Bir noktaya gelince durdu ve;

“İşte Ümmü Hânî’nin evi burası! Bak altı tane direk; bu altı direğin arası Ümmü Hânî -radıyallâhu anhâ- Hazretleri’nin hanesi idi. Altı direğin alt kısımlarına Osmanlılar -belli olsun diye- hurma ağacı süsü vermişler. Burası rukn-i Irâkî duvarının karşısıdır. Efendimiz mîrâc-ı şerîfe buradan çıktı.” dedi ve arkasına bakmadan ileriye yürüdü ve gözden kayboldu…

Ben hayretler içinde idim. Olup bitenlere bir mânâ veremiyordum. Buraya boşuna «Meczuplar Direği» dememişler deyip arkadaşlarımın yanına döndüm. Olup bitenleri arkadaşlarıma anlatınca; hepsi bir bayram havasına girdiler ve bu şekilde gidip Sevgili Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcasının kızı olan Ümmü Hânî -radıyallâhu anhâ-’ya misafir olduk. Bir miktar oturup, işraktan sonra işrak namazını kılıp Efendimiz’in uyuyup istirahat ettiği gibi -O’nun yaptığı gibi yapmanın ve yatmanın da sünnet olduğunu düşünerek- bir miktar yatıp istirahat ettik. Bundan sonra her hac ve umre ziyaretlerimizde Ümmü Hânî Vâlidemiz’in hanesini hep ziyaret ettik. Allah şefaatlerine nâil eylesin.

O günkü ziyaret programımız bitmişti. Günlerden Cuma idi. Cumaya hazırlanmak için otele gitmemiz gerekiyordu. Cumartesi günü Cennet-i Muallâ’yı ziyaret edecek idik. Cuma namazından sonra Cumartesi sabahı aynı mekânda buluşmak üzere otele döndük.

Cumartesi günü sabah namazını yine aynı mekânda edâ edip, namaz tesbihlerimizi çektikten sonra; Cennet-i Muallâ’yı (Mekke-i Mükerreme mezarlığını) ziyaret etmek üzere hep beraber kalktık. Beş-on adım ilerledik. Birisi önümüze çıkıp;

“­–Allah sevdikleri ile karşılaştırsın.” dedi. Dikkatlice baktım, dün sabah bize Ümmü Hânî -radıyallâhu anhâ-’nın evini gösteren zât idi.

“–Âmîn!” deyip yolumuza devam ettik. Biraz ileriye gittik. Tekrar önümüze çıkıp;

“–Bugün orası kapalı ama sizin için açacaklar. Gidin!” dedi.

“–İnşâallah!” deyip verilen bu habere sevindik. Nihayet Cennet-i Muallâ göründü. Kapısı açıktı ve kapıda nöbet bekleyen hiç kimse de yoktu.

Birilerinin olmadığını görünce kabristanı selâmlayarak içeriye girdik. Fakat daha önceki gelişim sebebiyle Cennet-i Muallâ’yı ve Hazret-i Hatice Vâlidemiz’in kabr-i şerîfini çok iyi bilmeme rağmen, bütün aramalarımıza rağmen bulamıyorduk. Yorulmuş ve ümidimizi kesmiştik. Kabr-i şerîfi bulamamanın mahcubiyeti ve üzüntüsü ile arkadaşlara dönerek;

“–Arkadaşlar! Hakkınızı helâl edin, sizleri yordum. Ama gördüğünüz gibi bütün imkânlarımızı kullandık, muvaffak olamadık. Herhâlde bu da bir imtihan…” dedim.

“Şimdi her birimiz ihlâs üzere; bir Fâtiha, on bir İhlâs-ı şerif, bir âyetü’l-kürsî okuyup ruhlarına bağışlayalım. Cenâb-ı Hak ruhlarına ulaştırır.” deyip, okumamız gereken sûreleri okuyup bağışladık.

“Allah kabul etsin!” deyip mezarlıktan ayrılacağımız sırada, ileride bir delikanlı belirdi ve bize el sallayarak;

“–Hacı efendiler! Gelin, bu tarafa gelin. Siz Hatice Vâlidemiz’in kabrini arıyorsunuz. Ben size onu göstereyim.” deyip yanımıza geldi ve selâm verip söze başladı:

“Hocam! Sizin bildiğiniz bu mezarlığın ortasından asfalt yol geçti. Onun için kabristan ikiye bölündü. Hatice Vâlidemiz’in kabri yolun öbür tarafında kaldı. Şimdi o tarafa geçmek için yolun altından bir tünel açtılar. İşte oradan karşıya geçeceğiz. Buyurun!” dedi.

Yürümeye başladık ve neticede, dediği gibi yolun altındaki tünelden geçip, delikanlının rehberliğinde güzel bir ziyaret yapmış olduk.

Allah kabul eylesin; çok feyiz aldık.

Şimdi kabir ziyaretimiz bitmiş, maksat hâsıl olmuştu ama, bu delikanlıyı tanımamız gerekiyordu. Bizim bu arzumuzu keşfen mi yoksa tecrübe ile mi bildi bilemem. Başladı konuşmaya;

“Ben Kanada’da öğrenciyim. İsmim Ahmet’tir. Yazın Sapanca’da kalırım. Aslen İstanbulluyum. Avrupa yakasında oturuyorum.” dedi.

Ben de kendisinden; bulunduğu Sapanca, Kanada ve İstanbul’un telefonlarını rica ettim. Hepsini alan kodlarıyla beraber verdi. İnceledim, kodlar tamı tamına tutuyordu. Teşekkür ettik, beraberce yürüdük. Kabir çıkış kapısında;

“Haydi, ileri yine görüşürüz!” dedi ve muhabbetle kucaklaşıp ayrılırken gözlerine dikkatlice baktım. Yine o! O, Ümmü Hânî Hazretleri’nin evini gösteren meczuptan başkası değildi. Hâlâ o mübârek insanın; «İleride görüşeceğiz!» sözünü unutmadım.

Türkiye’ye dönünce verdiği numaraları aradım, fakat ulaşamadım.

Rabbim! Bize ve tüm mü’minlere nasip eyleyip, Hatice Vâlidemiz’in şefaatlerine nâil eylesin.

Rabbimiz lutfeylesin,
Haremeyn’e gitmeyi.
Hac ve umre yaparak,
Hakk’ı râzı etmeyi. (Gülzâr-ı İrfan)