ALLAH KORKUSU

YAZAR : Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

n_s_cevikoglu-SAYI120

Adâleti ve merhameti her iki âlemi kuşatan, insanı insana kulluk ve kölelikten men eden, inanan mü’minleri îman ve ibâdet nûruyla aydınlatan yüceler yücesi Rabbimiz bizlere bir lutf-i ilâhî olarak gönderdiği Kur’ân-ı Azîmuşşân’ında;

“Ey îmân edenler! Allah’tan nasıl korkmanız lâzımsa öylece korkun. Sakın müslümanlar (olmak)dan başka (bir sıfatla) can vermeyin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor. Ve yine;

“Ey insanlar! Rabbinizden korkunuz. Çünkü o saatin (kıyâmetin) sarsıntısı müthiş bir şeydir.” (el-Hacc, 1) şeklinde emredilmekte. Bu âyet-i kerîmelerden anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hak bizlerden kendisinden korkmamızı istemektedir.

Şurası iyice bilinmelidir ki; îman hayatı Allah -celle celâlühû- korkusuyla başlar. Din yolu, Allah -azze ve celle-’den korkanların yoludur. Âhiret hayatının sırlarına ancak Allah -celle celâlühû- korkusuyla erişilir. Kalpler, Hak korkusuyla dolmadıkça; hayat, dert ve sıkıntıların yaşandığı bir mekân hâline gelir. Allah -celle celâlühû- korkusu; insana, kendini ve davranışlarını sorgulatır, hayatı hesaplı-kitaplı yaşatır. Allah Teâlâ’dan korkmak, yaşantımızın her ânında O’nun kontrolü (murakabesi) altında olduğumuzun idrakinde bulunmak, ne ulvî bir duygudur! Bu duygudan mahrum olan bir gönülde; merhametin yerini zulüm, şefkatin yerini kin ve nefret, doğruluğun yerini hile, sevginin yerini düşmanlık doldurur. Bugün olduğu gibi; her türlü menfîlik, eğrilik, ahlâksızlık fütursuzca işlenir. Allah korkusu şuuru, kişinin iç disiplininin sağlanmasıdır. Günümüzde hakikî bir insan gibi yaşamak için; yanlışa kaymamak, hep doğrularda kalmak adına her insanın bu iç disipline ihtiyacı vardır. İnsanlar gayr-i meşrûya dalmasınlar, işlerini düzgün yapsınlar niyetiyle, herkesin başına bir polis dikemeyeceğimize göre; o zaman âdeta bir iç polis denetimi vazifesi gören «Allah korkusu anlayışı»nın insanlarımıza mutlaka kazandırılması şarttır.

Dünyada Allah Azîmüşşân’ın koyduğu kurallar çerçevesinde yaşamak, mü’minin hayatını daha dünyadayken cennete çevirir. Böylesi bir hayat içinde en tesirli unsur -Allah korkusu- şuuruyla yaşamaktır. Bâkî olan âleme hazırlanan insan, en kazançlı insandır. Allah korkusu, idrak edene en büyük kazançtır. Var olduğu inkâr edilemez bir gerçek olan âhiret hayatında; bedenleri yanmaktan kurtaracak, derileri ateş işlemez kalkan hâline getirecek, mü’minleri kurtuluşa eriştirecek ve cennet bahçelerinde Hak dostları yapacak duygu yine «Allah korkusu»dur. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Hakîm’inde;

“Allâh’ın azametinden korkanlar için iki cennet vardır.” (er-Rahmân, 46) buyurarak işte bu bahsettiğimiz gerçeği anlatır.

En başta peygamberler olmak üzere, bütün olgun ve kâmil mü’minler; hayatları boyunca, Allah korkusuyla titremişlerdir. Ashab efendilerimizden Abdullah bin Şihhir Hazretleri buyururlar ki:

“Bir gün Rasûlullâh’ın yanına gelmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden kaynar kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Riyâzu’s-Sâlihîn Tercemesi. c. 1, s. 486)

Hazret-i Enes -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre; Allah Rasûlü -aleyhisselâm- şöyle buyurur:

“Ey Muhammed ümmeti! Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız.” (Buhârî, Müslim, Beyhakî, Muhtasar Şuabu’l-Îmân, s. 21) Bunun üzerine ashab ellerini yüzüne kapayıp hüngür hüngür ağlamışlardı.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- devesi ile bir gün bir çadırın yanından geçerken içeriden okunan azap âyetlerini duyunca heyecan ve korku ile devesinden düşmüştür. Ve yine bir gün kendisine;

“–Allah’tan korkmaz mısın yâ Ömer?” demeleri üzerine derhâl bineğinden inerek yüzünü-gözünü toprağa sürerek secde eder, rengi sapsarı olur ve sesi kesilerek der ki;

“–Ömer de kim oluyor ki Allah’tan korkmaz?” …

İşte onlar böyleydi.

Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-’da ve sahâbe arkadaşlarında «Allah korkusu» öyle derinlemesine mevcut idi ki; gözü bir harama takıldı diye günlerce evinden çıkmayan, ciğeri korkudan delininceye kadar ağlayanlar vardı. Tâ ki Peygamber -aleyhisselam- kendisini sorunca, durumu arz edilir, Efendimiz de vakit kaybetmeden o bağrı yanık sahâbesinin ziyaretine gider. O sahâbe Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın boynuna sarılarak, günah korkusundan ağlaya ağlaya can verir. İşte onlar Allah Azîmüşşân’dan böylesine korkuyorlardı.

Evet; bizler de onlar gibi olamasak bile, Allah Teâlâ’dan korkacağız ve korkmalıyız da.

O’ndan korkmazsak peki kimden korkacağız?

En büyük kim? En Azîz kim? En şerefli kim? Kâinâtın mutlak sahibi kim?

Her cevap; O, Kādir-i Mutlak’ı haykırmıyor mu? Bilelim ki her kapı O’na çıkar. O en sağlam kulptur, kopmayan iptir:

“Hepiniz toptan Allâh’ın ipine sarılın…” (Âl-i İmrân, 103) denmiyor mu? Allah’tan korkan insan; başkasından korkmaz, kula kul olmaz. O’ndan gereğince korkmayan ise her şeyden korkar. Ayrıca Allah’tan korkmayan; her türlü çirkinlikleri, kötülükleri, şerleri, günahları rahatlıkla işler. O yüzden denmiştir ki:

“Kork, Allah’tan korkmayandan.” Çünkü öyleleri hiçbir kural dinlemediklerinden, menfîlikleri kolayca icrâ edebiliyorlar. Allah bizleri şerlerinden korusun, bu tür insanlardan uzak etsin!

«Allah Teâlâ’dan hakkıyla nasıl korkabiliriz?» sorusuyla muhatap olduğumuzda neler diyebiliriz acaba? Şimdi de bu hususa cevap arayalım:

Yüce Yaratıcımız Cenâb-ı Hak’-
tan O’nun istediği gibi korkmamız için; en evvel kendimizi yani nefsimizi tanımamız icap eder. Zira cisim itibarıyla et ve kemikten oluşan insanoğlu; aklı ve idraki sayesinde yaratılmışların en şereflisi makamına erişerek, bütün mahlûkātın en üstünü konumuna yükseltilmiştir. Böyle bir konumun sahibi de; elbette kendi terbiye edicisinin emirlerine itaat ettiği, Rabbini bildiği ve O’nu sevdiği ölçüde, nefsinin isteklerine kapılmaz, şeytanın aldatmacalarına kanmaz. Neticede mü’min; yüce Yaratıcı’dan korkarak, hayâ ederek en üst makamlara yükselebilir. Bunun tersinde de esfel-i sâfilîne (aşağıların en aşağısına) düşebilir. Burada içli Yûnus’un şiirini hatırlamadan olmaz. Ne diyordu o güzel şair?

İlim ilim bilmektir.

İlim kendin bilmektir.

Sen kendin bilmez isen,

Bu nice okumaktır?

Yani;

“Nefsini bilen Rabbini bilir.” değil mi?

Allah Teâlâ’dan korkmamız için bir diğer şart, O yüce Yaratıcı’yı tanımamız gerekiyor. Allah -azze ve celle-’yi tanıyacağız ki O’ndan hakkıyla korkalım ve O’nu sevelim. Kişi tanıdığını sever, tanımadığını sevemez. Tanıyacağız ki Mevlâ’mızı sevebilelim. O’nu sevince de; hep O’nu memnun etme, O’nun istediklerini yerine getirme arzusuyla yanıp tutuşuruz. Seven; sevdiğini üzmez, kırmaz, her dediğini yapar prensibinden hareketle; bizler de kullar olarak isteyerek, severek O Kâinâtın Biricik Sahibi Rabbimiz’in her dediğini bu şuurla yapar, yapma dediklerini yapmaktan korkarız, çekiniriz, kaçınırız. Tabiî bu korku, kendimiz içindir başkası için de olabilir. Sevelim ki korkalım. O’nu her şeyden ama her şeyden çok sevelim. O Rab Teâlâ, bizim yaratıcımız. O’na çok şey borçluyuz. En güzel sevgiler O’nda odaklanır. O sevgi değil mi ki seher vakitleri her mahlûkātı; «Allah!.. Allah!..» nidâlarıyla feryat ettiren…

Bülbüllerin ötmesi, arıların kovanlarında bal yapması O sesten ötürüdür. Yine o ses, denizdeki dalgaları; «Yâ Cemîl!.. Yâ Celîl!..» diye söyletir hâl diliyle.. Leyleklerin «lek-lek»leri aynı sesin yansımasıdır. Rüzgârların esişi, karın yağışı, aynı nidânın dünyadaki seslenişleridir… Her şey O’nu sevmekte düğümlenir ve sonra da bu duygu derinliği O mutlak var olanın heybetinden, celâlinden, azametinden korkmayı beraberinde getirir. Mü’minin Allah’tan korkması; O’nun istemediği bir şeyi yapmaktan doğan, kalbin hissettiği endişe ve yüreğin bundan dolayı yanıp yakılması hâdisesidir.

Bütün bunların yanında Allah korkusu; ilim, hâl ve amellerden meydana gelir. Burada ilmi, «hoşlanmadığın şeye seni sürükleyecek sebebi bilmen» olarak değerlendirebiliriz. Gelecekte olabilecek tehlike sebeplerini bilmek; kalbin yanıp, üzülmesine sebep olur. İşte Allah korkusu, böylesi bir iç yangınıdır. İnsanlar bazen yüce Allâh’ın zâtından bazen kendi günahlarından korkar. Herkesin çekindiği şeye göre korkusu değişebilir. Meselâ kimi mü’min, tövbesini bozmaktan, Cenâb-ı Hakk’a olan görevlerini hakkıyla yerine getirememekten, kalbinin kararıp katılaşmasından korkarken; kimileri de alıştığı şehvetlere uymaktan, ileride ne hâlde olacağından, nasıl bir âkıbetle öleceğinden, ezelde hakkında yazılan yazıdan, geçmişte işlediği günahlarından dolayı affedilip affedilmeyeceğinden ya da son nefesten korkar. İşte bu korku; insanı, hayatı yaşarken daha derli toplu daha mazbut yaşatır.

Mü’minler Rablerinden gerçek mânâda korkmak için bu şekilde ilim sahibi olmak durumundalar. Nitekim Ebû Leys der ki:

“Allah korkusunun alâmeti yedi şeyde belli olur. Bunlar; dil, kalp, göz, mide, el, ayak ve itaat.” Müslüman eğer sayılanları yerli yerince kullanırsa günahlardan kaçınır, şüphelilerden sakınır buna «verâ hâli» denir. Korku daha da artıp en şüpheli şeylerden bile çekinme hâli oluşur bu hâl de, «takvâ»dır. Takvâya hizmet de eklenirse o kişi «sıddîk» makamına erişir. O zaman büyükler, sıdkın olduğu yerde takvâ, takvânın olduğu yerde verâ, onun da olduğu yerde «iffet» vardır, diyorlar. Ne doğru bir tespittir bu!

Hâl bu vaziyetteyken, bugün pek geçerli olan yaşanan hayat realitelerine bakarak yalnızca dünya mutluluğuna râm olanlar belli ki yarın mahşer yerinde aldananlardan olacaklardır. Zira Kitâb-ı Mubîn’de bize haber verilenler bir bir gerçekleşecektir. Âhiret haktır. Yarın; «Kalkın!» borusu çaldığında herkes yalınayak mahşer yerine sevk edilecek. O mahşer yeri ki; dümdüz, uçsuz bucaksız bir meydan… İnsanın arkasına saklanabileceği tek bir tümsek yok veya içine girmek isteyeceği bir tek çukur dahî bulunmayacak. Bu sebeple insan bu dünyasını; Allah’tan korkarak, âhiret güzelliği umut ederek, Cenâb-ı Hakk’ın emirleri doğrultusunda yaşarsa kendi lehine bir iş yapmış olur. Çünkü yarın her şeyin hesabının sorulacağı o büyük günde; melekler, yeryüzü, gökyüzü insanoğlunun yaptığı iyiliğe de kötülüğe de hepsi şahitlik edecekler. Hattâ bizim olan âzâlarımız bile bu şahitliğe iştirak edeceklerdir. O yüzden «mutlak son»dan kaçış yok.

Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“Günahlardan sakınanlar hiç şüphesiz cennetlerde ve cennet pınarlarının başındadırlar.” (ez-Zâriyat, 15) Sonumuzun hüsran olmasını istemiyorsak dünyada Allah’tan korkarak ve O’nun istediği gibi bir hayat yaşamalıyız. Çünkü O bize;

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkunuz ve O’na itaat ediniz ve herkes yarın için (kıyâmet günü için ne amel işlediğine) baksın. Çünkü O (iyilik olsun, kötülük olsun) yaptığınız her hareketten haberdardır.” (el-Haşr, 18) buyuruyor.

“Hikmetin, hakikatin başı Allah korkusudur.” (Beyhakî, Deylemî, Keşfü’l-Hafâ, c. 1, s. 421, Hadis no: 1350) buyuran Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselâm- Allah’tan korkan ve hâdiselerden ibret alan bir mü’mini işâret ediyor. Korkarken de havf ve recâ yani «ümit ve korku» arasında Cenâb-ı Hak’tan daima ümitvâr olarak korku tavsiye ediliyor. Bizim dînimiz, yeis ve ümitsizlik dîni değildir.

Sağlam ve muhkem evleri, apartmanları bir çırpıda un ufak eden, yerden kaynar sular fışkırtan, diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkaran hep o ilâhî kudretin tecellîleri değil mi? Azâmetli dağları, kadîm şehirleri silip süpüren volkanlar, fırtınalar, zelzeleler, coşan nehirler, kabaran denizler, çakan şimşekler, düşen yıldırımlar bize «Allah korkusu»nu hatırlatan ilâhî kudret işaretleri değil mi? Bunları basit bir tabiat hâdisesi olarak görmek ne kadar isabetlidir? Dolayısıyla hâdiselere ibret gözüyle îman penceresinden bakarak hâl ve davranışlarımıza çekidüzen verip dünyada başıboş olmadığımızı ve ilâhî bir kontrol altında olduğumuzu asla unutmayalım.

Allah korkusu ve ümidiyle yaşamadan; ebediyete uzanan bütün yollar çıkmaz sokaktır, o yollar tehlikeli ve çetin meşakkatlerle doludur. Cenâb-ı Hakk’ı bilen O’ndan hakkıyla korkar. Nefsinin kötülüğünü idrak eder. «Nefsim bana düşmanlık yapabilir.» diyerek Allâh’ın himayesine sığınır. Allah korkusu bütün hayırların başıdır.

Rabbim bizleri, tüm mü’minleri ve bütün insanlığı yüreğinde «Allah korkusu» taşıyan kullarından eylesin. Âmîn…