18.YÜZYIL AYDINLANMA SÜRECİNDE DİN-BİLİM İLİŞKİSİ -2-

YAZAR : Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

a_meral

POZİTİVİSTLERİN İDDİALARI

Bilimin dînî değerlerin temellerini sarstığını iddia eden Pozitivistler; astronomideki gelişmelerin ve tıptaki bazı gelişmelerin mukaddes metinlerin iddialarını çürüttüğünü, dînin bilimin önünde yenik düştüğünü iddia etmişlerdir. Bu iddia; bazı siyasî grupların Avrupa’daki din adamlarının toplumları harekete geçirme gücünü kırma ve siyasî iktidarı ele geçirme adına kasıtlı olarak yürüttükleri bir ideolojik propaganda faaliyetidir.

Din ve bilimin zıtlığı tezinin merkeze alınmasında, her şeyden önce Orta Çağ’daki Dünya merkezli kâinat modeli ile Güneş merkezli âlem modeli arasındaki çatışmada Kilise’nin Galileo’yu yargılamasının payı büyüktür. Oysa İslâm dünyasına baktığımız zaman «Galileo Vak‘ası»na benzeyen bir olay bulmak mümkün değildir. İslâm’ın zuhuruyla, doğuda bilimin yükselişi paralel olmuştur. Yani Galileo vak‘asındaki hatalı tavrın, tüm dinlere mal edilmesi haksızlık olduğu kadar doğru da değildir.

Büyük ve teorisyen astronomlardan Kepler, Kopernik ve Galileo’nun; -bazı hususlarda Kilise’yle ters düşseler de- dînin temellerine, Allâh’a ve mukaddes metinlere yönelik bir eleştirisine rastlanmamıştır. Galileo, kızını manastıra göndermiş ve hayatının sonuna kadar Kilise’yle temas içinde olmuştur. Kepler, samimî bir hıristiyandı ve Kilise’nin değerlerine ölünceye kadar bağlı kaldı. “Tanrı, eserleri aracılığıyla bilinir.” diyen Newton, Allâh’a gönülden bağlı bir bilim adamıydı. Kilise’ye birçok yönden ters düşse de Darwin; biyolojik tezlerini dînî tezlere karşılık olsun diye savunmamakta, problemin bu ikilemde ele alınmasına şu sözleriyle karşı çıkmaktaydı: “Bir insan hem Tanrı’ya hem de evrim fikrine inanabilir. Bundan şüphe edilmesi bana saçma geliyor.”1

Modern felsefenin kurucusu kabul edilen filozof, matematikçi René Descartes’e göre; Tanrı düşüncesi zihinde açık ve seçik olarak bulunmasaydı, insan açısından onu bilmenin herhangi bir yolu bulunamazdı. Descartes; Tanrı düşüncesinin nereden geldiğini araştırırken, bu düşüncenin duyular yoluyla elde edilemeyeceğini, ayrıca zihnin böyle bir kavramı kendiliğinden ortaya koyamayacağını söyledikten sonra, bu Tanrı düşüncesinin doğuştan geldiğini belirtmektedir.

İnsan bu düşünceyi duyumlarıyla edinmemiş ve zihniyle de kurgulamamıştır. Dolayısıyla yaratıldığı zaman kendisiyle birlikte doğmuş ve meydana getirilmiştir. Tanrı’nın insanı yaratırken kendi düşüncesini insanın zihnine koymuş olması garip karşılanmamalıdır. Tanrı’nın varlığını ispatlamak için insana verdiği doğuştan zihne yerleştirilmiş hâlde bulunan Tanrı idesinden yola çıkılmalıdır.2

Bazı Naturalist bilim adamlarının ideolojik tutumları ve kör inatlarına rağmen; âlemdeki nizam ve âhenk, insanı bu âlemin yaratıcısına çıkarır. Nitekim içinde barındığımız kâinat; bütün değişmelerine rağmen, bir düzen ve bütün ayrıntılarına rağmen bir âhenk içindedir.3

Bilinçli bir dindarın tabiat kanunları ve bilimi görmezden gelmesi mümkün değildir. Tarihte bazıları Tanrı adına bilime savaş açmışlarsa bile, bu onların teistik (tanrıcı) dünya görüşünü kavrayamamalarından kaynaklanmaktadır. Nitekim başta İslâm’ın mukaddes kitabı Kur’ân olmak üzere, tüm mukaddes kitaplar; tabiattaki düzene atıfta bulunmakta, bizi fizik kanunlarını incelemeye yönlendirmektedir.

Kısacası ortada dinle bilimin karşı karşıya gelmesini gerektirecek mâkul bir sebep bulunmamaktadır. Problem ya din algısının sınırlarının iyi tespit edilememesinden, başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, dinle toplumların mozaik bir biçimde taşıdığı gelenekleri arasında sağlıklı bir ayrımın yapılamayışından ya da bilimin putlaştırıldığı Naturalist ideolojik tutumdan kaynaklanmaktadır. Bilim adamlarımızdan fizikçi ve felsefeci Enis DOKO’nun güzel formüle ettiği gibi; “Bilimden Naturalizm’i, dinden geleneği ayırırsanız din ile bilim arasında hiçbir çelişki olmadığını görürsünüz.”

Ancak dünya algılarını metafizik dünyayı inkâr üzerine oturtan Naturalistler deney ve gözlem dışında bir gerçekliği kabul etmedikleri gibi âlem ve âlemin kanunlarının kör rastlantıya göre oluştuğu iddiasındadırlar.

Oysa içinde dünyanın da yer aldığı bu muazzam semâvî sistemi yaratıcı Tanrı’dan bağımsız nasıl izah edebiliriz? Kalplere, iç dünyamıza seslenen ilâhî sesi nasıl duymazdan gelebiliriz? Hayat için uyulması gereken kurallara ne kadar ihtiyacımız varsa bir o kadar da kâinâtın işleyiş kanunlarını anlamaya ihtiyacımız vardır. Zaten Newton’un da açık bir biçimde ifade ettiği gibi tabiat, Tanrı’nın ikinci kitabıdır.

Pozitivistlerin tıp alanındaki gelişmeler yüzünden dînin öneminin azaldığı iddiası hiçbir tutarlılığa sahip değildir. 17. yüzyıldan itibaren insan ölümlerinin azalmasında; tıptaki güzel gelişmelerden çok, koruyucu sağlık hizmetlerinin rolü büyük olmuştur. Dünyayı ve Batı Avrupa’yı sürekli tehdit altında bulunduran ve kitle ölümlerine yol açan veba, tifo ve dizanteri gibi hastalıklar zenginleşmeyle paralel olarak önlenebilir hâle geldi. Bataklıkların kurutulması, dere ıslahları, kanalizasyonların inşa edilmesi sinek ve sivrisinek sayısında azalmaya yol açtı. 18. yüzyıla gelindiğinde hıyarcıklı veba tüm Avrupa’da yok oldu. Bu durum insan ömrünün nisbeten uzamasına, kitle ölümlerinin azalmasına yol açtı. Tıptaki gelişmeler ise 18. yüzyılda yavaş ilerledi. Dindarlığı ve hayırseverliği ile tanınan Louis Pasteur (1822-1895) tarafından kuduz aşısının bulunması, çiçek aşısının yaygınlaşması da Avrupa nüfusunu olumlu etkiledi. Fransız mikrobiyolog, kimyager ve çağının büyük âlimi Pasteur’un açtığı yoldan aşı sistemleri gelişti ve gelişimini sürdürmektedir.

______________________

1 Charles Darwin (John Fordyce’e mektubu)
2 İlyas ALTUNER, Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sa: 2, Ekim 2012, s. 34.
3 İbn-i Heysem (ö. 432/1041) Makale-i fi keyfiyeti er-reşad.