Hayat Yolculuğunda UNUTAMADIĞIM KARELER

YAZAR : Mehmet MENCET

m_mencet

İnsan yaşadığı sürece iyi veya kötü, kendisini tesiri altına alan, hayrette bırakan olayları, ibret alacağı veya düstur edineceği güzellikleri yaşar. Ben de âcizâne 41 yıllık meslek hayatımdaki enteresan hâdiseleri yurdum insanının gerçeklerini sizlerle paylaşmak istedim.

Yaş kemâlini bulunca; insan geriye dönüp baktığında, artıları ve eksileri gözden geçirebiliyor; «Acaba bir arpa boyu yol alabildik mi?» diye. Öğrencilik, askerlik, evlilik derken bir makam sahibi oluyorsunuz, eliniz para görüyor; hiç tanımadığınız insanlar, küçük bir kasaba ve siz hâkim, savcı, kaymakam vs. «filân bey» oluyorsunuz. Çarşıda caddede giderken ayağa kalkanlar, selâm verenler oluyor. Genç ve tecrübesizsiniz.

Hâkimlik imtihanını kazandıktan sonra kur’a çekimi için Ankara’ya gittik. 45 kişilik bir grup. Malûm, ismi okunan herkes, cam kâseden gideceği yeri çekiyor. Genelde doğu ve güneydoğu il ve ilçeleri, adı duyulmamış küçük ilçeler… Ben ve eşim birlikte gittik, listede en son sırada idik. Biz gitmesek bile en son kalan yer bizim kısmetimiz olacaktı, o heyecanı yaşamak için gittik. Herkes tek tek çekti, sıra bize geldi:

Urfa-Hilvan…

“–Hiç duymadığımız bir yer, acaba Silvan mı?” dedik.

“–Hayır Hilvan!”

Hani derler ya;

“Kuş uçmaz kervan geçmez bir yer mi? Biz oralarda ne yaparız?!. Ankara neresi Hilvan neresi!”

O yıllarda ulaşım bu kadar kolay değildi. Yolculuk bir günümüzü alıyordu. «Acaba vazgeçip başka bir iş mi yapsam…» diye tereddüt ettim. Eşim dedi ki:

“–Bak bu 45 kişilik kur’ada herkesin elinden kurtuldu, bize nasipmiş. Gider bakarız, beğenmezsen o zaman vazgeçersin.”

Denemekte fayda vardı, telgraf çektim bana bir ev ayarlanması için, hemen bir cevap geldi:

“Evinizi getirmeyin. Burada kiralık ev yok. Özel idarenin birkaç lojmanı var, o da dolu. Siz yalnız gelin.”

Mecburen yalnız gittim. Resmî bir dairenin bir odasında idare etmeye çalıştım. Hazır yiyip içmek imkânsız. Uzunca bir cadde üzerine sıralanmış evler, 8-10 tane lojman. Lokanta yok, manav yok, kasap yok. Bütün ihtiyaçlar Urfa’dan karşılanıyor. Önümüz kış.

Hilvan; Urfa-Diyarbakır arasında; tek avantajlı tarafı, yol üzerinde olmasıydı. Her zaman Urfa, Diyarbakır’a gitme imkânı vardı.

Nerede olursak olalım, güzel ahlâkla ve edeple mücehhez insanlarımız var. Daha sonra oranın yerlilerinden asil bir aile, Mehmet YETKİN Amcalar bizim ev bulamadığımızı duyunca bir teklifte bulundu. Oğlu askerde, gelini de baba evinde;

“Gelinden izin alalım, eşyalarını bir odaya doldursun; mademki bizim memleketimize hizmet için gelmişsiniz. Biz de size yardımcı olmak durumundayız.” dedi. “Lojman boşalıncaya kadar oturun.” diye bize geçici olarak verdi. 2 oda, mutfağı ve banyosu yok; tuvalet bahçede ortak kullanılıyor, onlar için evini kiraya vermek ne demekti, bir düşünün.

Bir gün sormuşlar;

“–Sen hâkimden kira mı alacaksın? İhtiyacın mı var ki 2 odanı kiraya verdin?”

“–Evet, kira alacağım, bir hâkim bedava oturmaz!” diye herkesi susturacak bir cevap vermiş. Oysa ne kira derdinde, ne de ihtiyacı var. Onurumuzu korumak adına;

“Sakın ola ki bizim evde oturuyor diye adliyeye gidip rahatsız etmeyesiniz!” şeklinde tembih etmiş. Hani eskiden bilge kişiler olur, her hâliyle insanlara örnek olurlardı ya; Mehmet Amca onlardandı. Belki okuma-yazması bile yoktu ama çok saygın bir kişiliği vardı. 11 oğlu, 2 kızı, torunları çok kalabalık; ama büyüklerine son derece saygılılardı. Oğullarına, akrabalarına haber göndermiş:

“Bundan sonra benim evime sık gelmeyin. Aynı avluda bir hâkim oturuyor, aynı bahçeyi paylaşıyoruz. Rahatsız olmasın, hiçbiriniz de iş konusunda bana gelmeyin.”

Mekânı cennet olsun…

Ailemi alıp getirdim, eşyalar indirildi, ev yetersiz, ilk gurbet… Hanımın morali bozuk, kucağında bir küçük çocuk, dil değişik, âdet-töre değişik. Ağlamaklı otururken ev sahibi hanım geldi:

“Kızım yalnız senin mi anan var? Biz de anayız. Bundan sonra anan benim. Ne ihtiyacın varsa, bana söyle!” diye çocuğu kucağından aldı. Yemekler getirdi, bizi üç gün kendi evinde yatırdı. Yerleşinceye kadar çocuğa baktı.

Bunlar hangi üniversiteden mezun? Bütün sıkıntılarımızı hafifletti? Allah onlardan râzı ve hoşnut olsun.

2-3 ay kadar oturabildik; gencecik bir arkadaşımız kalp krizinden vefat etti, dolayısıyla lojman boşaldı ve taşındık.

Su, günde bir saat kadar akar. Herkes kabını doldurur, elektrik jeneratörden… Sabah birkaç saat, akşam da 12:00’da kesilirdi. İhtiyacımız kadar aldıktan sonra komşulara verirdik. Bir gün yaşlı bir hanım, dil de bilmiyor;

“–Gel sana su verelim.” dedik çok mutlu oldu.

“–Ta çarşıya gidip sıra bekliyorum, musluğu bile yok bir boruya çivi takmışlar, işi bitince çiviyi takıyorlar.” dedi.

O hanıma;

“–Bahçe temizliği için para verelim.” dedik;

“–Para istemem, ben gözümle temizlerim buraları. Siz bana su veriyorsunuz.” dedi.

Böyle de gözü-gönlü tok insanlardı.

Çarşıda bir meczub vardı, ne zaman beni görse arkamdan;

“Ahkame’l-Hâkimîn!” diye bağırırdı;

“Allah Allah! Beni her gördüğünde neden böyle bağırıyor? Ne demek acaba?” diye merak ettim, sonra öğrendim. Anladım ki bana;

“Hâkimler hâkimi var! Sakın nefsin seni şımartmasın!..” der gibiydi. Birkaç Türkçe kelime biliyordu.

Bir de;

“Zerre kaybolmaz!” derdi. Bu iki kelime beni öylesine etkiledi ki. Evet; «Zerre kaybolmaz, her yaptığının bir hesabı var, ona göre davran!»

Hadîs-i kudsî olarak rivâyet edilir:

“Benim gök kubbemin altında öyle velî kullarım vardır ki onları Ben’den başkası bilemez.”

Velî kul olmanın da mektebi yok. Mevlâ’m kimi dilerse ona mertebeler verir. Hilvan’da Şeyh İs diye bir zât vardı. Kendi hâlinde, herkese duâcı, halkın sevip saydığı bir kişiydi. Allah rahmet eylesin. Hani şehrin ileri gelenleri, kamu görevlileri; bir araya gelir, yer-içer, kendilerince eğlenirler ya, işte birisi o mecliste sarhoş olup;

“Aman canım bu zamanda da şeyh mi olurmuş! Şöyle böyle…” diye hakaretler etmiş. Bir gece yarısı kapısı çalınmış ve adam kapıyı açar açmaz; Şeyh İs; bunun suratına öyle bir tokat vurmuş ki nereden geldiğini bilememiş.

«HARAMIN BİNASI OLMAZ.»

İki arkadaşın arsaları var, kadastro gelince diğer arkadaş arsanın hepsini kendi üzerine yaptırmış.

«Haram yiyen haramî olur.» demiş büyükler, oğlu bir adamı öldürmüş ve hapse girmiş. Her yerde cezaevi yoktu eskiden, olsa bile geçici olarak iki odalı, çatısı bile olmayan dam, bir ev gibi.

Bu genci odaya koyuyorlar yanına hiç kimseyi istemiyor. Kimse de korkudan yanında kalmak istemiyor. Diğer odada 30 kişi var, sığmıyorlar. Savcı bey de o sırada orada değil, mecburen yanına ben girdim. Yanımda da jandarma var;

“–Selâmün aleyküm!” diye söze başladım.

“Bak sen iyi bir insansın, müslümansın. Diğer arkadaşların öbür odaya sığmıyor. Sen tek başına bir odadasın. Oluyor mu böyle?” dedim.

“–Doğru söylüyorsun haklısın da, bu ip ve kelepçe de neyin nesi?” deyince arkama baktım. Jandarma ne olur ne olmaz, belki zarar verir düşüncesiyle almış.

“–Seni bana başka türlü tanıttılar, benim haberim yok. Ben seni biliyorum.” dedim sakinleşti. Birkaç gün sonra Elazığ akıl hastanesine göndermişler. Orada bir fırsatını bulup kaçıp gelmiş, eşini ve çocuklarını öldürmüş. Neye yaradı haksız mal-mülk?

TEHDİTLER ALTINDA

Bir aşîret, uydurma tapularla birçok arazi elde etmiş; o sıralarda (1975 yılında) toprak reformu başladı. Önce tapuyla arazi belirlenecek, ardından toprak sahiplerine verilecekti. Güçlü olan kişiler; kimsesiz buldukları insanları Adana’ya veya başka yerlere göçe zorluyorlar, arazilerine de el koyuyorlar. Bir gün keşfe gittik. Hak sahibi olan kişiler uzaktan bakıyor, keşif mahalline bile gelmeye cesaret edemiyorlardı. Diğer aşîret mensupları Urfa’dan avukatlar getirmiş, hepsi de son model silâhlı 25-30 kişi de ekip hâlinde uzakta bekliyor. Her an olaya müdahale edebilecek bir pozisyondalar. Köy halkı ürkek, korkak gözlerle sadece seyrediyor. Şöyle veya böyle diyemiyorlardı. İlk gittiğimiz keşifte biraz da Kürtçe öğrendiğimizden tapuların sahte olduğunu anlamıştık. Aşîretin adamları; önümüzden gelip geçiyorlar, âdeta gözdağı verir gibi bir şey arıyorlardı.

“–Bunlar kim? Ne istiyorlar?” diye mübâşire sordum.

“–Efendim onlar keşfi izlemeye gelmişler.” dedi. Aslında plânlı, programlı, hazırlıklı gelmişler.

“–O zaman uzaktan seyretsinler, buradan çıksınlar!” dedim. Zaten bahane arıyorlar ya;

“–Gelsin kendi çıkarsın.” dediler. Ben de zabıt tutmak istedim.

Mübâşir Emin Bey, -kulakları çınlasın; her bayram arar, hâlâ telefonla görüşürüz- araya girip;

“–Yapmayın, etmeyin ayıp oluyor!” diyerek engel olmaya çalıştı. Çünkü mübâşirin de hatırı sayılı kişilerden akrabaları var. Onunla da kötü olmak istemiyorlar;

“–Bizim seninle bir işimiz yok, biz hâkime kızıyoruz.” diyorlar. Geldiler daktiloyu yere atıp zaptı yırttılar bana da;

“–Sen bizden niye korkmuyorsun?!. Para teklif ediyoruz, almıyorsun! Ölümle tehdit ediyoruz, korkmuyorsun! Biz seni ne yapalım?!.” diye bağırdılar. Ben de;

“–Ben Allah’tan başka kimseden korkmam!” dedim.

Hâşâ; “Senin Allâh’ına da, sana da!..” diye sövdüler, hakaretler ettiler. Bu durumda keşif yapma imkânı olmadığından geri dönüp savcıyı ve jandarmayı alarak tekrar gittik, Jandarmanın tüfeği onlarınkinin yanında oyuncak kalır. Fen memuru ve dâvâcı gelmek istemedi. Dâvâcı;

“–Ben hakkımdan vazgeçiyorum. Devletin hâkimine bunu yaparlarsa yarın tapuyu alsam bile ne olacak? Ekip diktirmez, yaklaştırmazlar bile! Senin de gençliğine yazık olur, hâkim bey! Ben vazgeçiyorum.” dedi.

“–Hayır, ölsem de ben bu işi yarım bırakmam! Bu mazlumun ve devletin işi!..” dedim. Tekrar gittiğimizde, kimsecikler yoktu. Keşfi yapıp geldik, bizim de artık orada kalma süremiz dolmuştu, tayinimiz çıktı. İlçenin ileri gelenleri;

“–Efendim gelip sizden özür dilesinler, biz sizi seviyoruz.” dediler.

“–Hayır, ben Allâh’a küfredenleri asla affetmem!” dedim.

Zaten bizden sonra oraları iyice karıştı. Bir gün haberlerde duyduk ki, bunlar müsâdemeye girmişler. O küfredenler öldürülmüş, cesetlerini bile bulamadılar.

Bazen de güzel hâtıralar var.

Bir gün odamdayım. Elinde heybesiyle yaşlı bir adam geldi. Ne istediğini sordum:

“–Efendim, Allah sizden râzı olsun. Beni hacca gönderdiniz.” dedi.

“–Nasıl yani?” deyince;

“–Yıllardır bitmeyen dâvâmı bitirdiniz. Satıp hacca gittim, size de hediye getirdim.” dedi.

“–Hâkim hediye almaz. Hurma ve zemzem kâfî.” dedim. Hediyeleri kalemdekilere verdi.

“–Ne zaman gelsem; senin arkanda, başının üzerinde nur yüzlü bir mübârek zât görüyorum.” derdi. Köyde iyiliksever biri olduğu için memurlar acıyıp «verdi» kaydı vermişler. Ben de;

“–Bu kayıt senin mi? Bak bilirkişiye sormadım, önce sana soruyorum.” dedim;

“–Efendim, ben size nasıl yalan söyleyeyim, bu benim değil. Başının üzerindeki nur yüzlü zât şu anda bana bakıyor.” dedi…

Urfa; hayatımızda bir başlangıç mı yoksa bir dönüm noktası mıydı? Birkaç ay çalıştıktan sonra, geçici olarak Urfa’ya verdiler. Her gün gidip geliyordum. Urfa deyince, içim bir garip olur. Tarifi imkânsız bir haz duyarım.

İşte o güzel insan, Esat PARMAKSIZ Ağabey, bizim hayatımızın âdeta rehberi oldu. Onu tanımak sanki İslâm’ı tanımak. Güzel bir müslüman nasıl olur? Onu hâliyle, kāliyle yaşamak. Aile hayatıyla, alışverişte mütevâzı duruşuyla, infâkıyla bize yeni ufuklar açmıştı. Zaman zaman eşim ve kızımı da alır gider, evlerinde kalırdık. Sohbetlerindeki feyz ve muhabbet bizi mest ederdi.

Urfa’da olan bir başka hâdise de beni çok etkilemişti. Yetkili olarak 8 ay çalıştım. Ağır cezada müebbetle yargılanan bir genç var. En yakın arkadaşını öldürmüş. Ama bir türlü sebebini söylemiyor. Yeni evli. Duruşmaya eşi ve kayınpederi de gelmiş. Bütün yakınları da orada. Ağır ceza reisi Liceli ve Kürtçeyi iyi biliyor. Hani Necip Fazıl’ın «Reis Bey»i var ya, onun tipinde iyi bir reis;

“–Sebebi ne acaba?” diye sordum. Reis bey;

“–Bunu bir türlü söyletemedik. En ağır cezaya râzı oluyor ama tek kelime söylemiyor.” dedi.

“–Reis bey, Urfalılar sizi sever, bunu soruştursanız belki söylerler. Eşini ve kayınpederini dışarı çıkaralım.” dedim.

Reis bey dışarıdan öğrenmeye çalışmış;

“–24 yıl hapis cezası verilecek oğlum, bak gençsin; sebebini söylersen belki hafifletici sebeplerden 5 yıla kadar inebilir. Siz çok can arkadaşmışsınız, neden öldürecek kadar nefret ettin?” diye ısrarlara rağmen, genç hep susuyor;

“Cezama râzıyım!” diyordu.

Nihayet eşini ve kayınpederini dışarı çıkardılar. Reis bey etraftan duyduklarını o gence söyleyince, teyit etmek zorunda kaldı. Arkadaşının ona;

“Ben senin eşinle gezdim tozdum, benim artığımı aldın.” demesiyle gencin dünyası kararmış. Bu kelimeleri eşinin duyup incinmemesi için, yıllarca hapis yatmayı göze alıyor. Bir hanımın iffetine saygı, ancak bu kadar olur.

Bir meslektaşımın babası fâiz alır, verir bu işle uğraşırmış. Bir gün vefat edince oğullarının en küçüğü, biraz deli dolu biri; bütün köy halkını başına toplamış; babasının herkesten haksız yere aldığı o birikimleri, sıraya dizdiği insanlara üçer-beşer verip hepsini dağıtıp bitirmiş. Kardeşleri yanına gelinceye kadar hepsini dağıtmış.

Eninde, sonunda hak yerini buluyor. Babası onun hesabıyla uğraşsın bakalım.