MUSTAFA ÂSIM KÖKSAL HOCA

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

c_alpguvenc

“Allah, kullarını sever, onlar için daima hayırlar murâd eder, kendilerine bolca ihsanda bulunur; bu yüzden, onları âhirette de cennetine koymayı arzu eder… Fakat Cenâb-ı Hak; insanlar bu karşılıksız ihsan ve nimetler sebebiyle minnet duygusu altında ezilmesinler diye, onlara, verdiği bu nimetlerin, yapmış oldukları ibâdetlere karşılık olduğunu zannettirir. Böylece cennetteki kullar; sahip oldukları nimetlerin, hakları olduğunu düşünerek içleri rahat eder, minnet altında ezilmezler. Biz, işte böyle yüce olan Allâh’ın kullarıyız!”

***

Bu ayki yazımda sizlere;

“Allâh’ın yarattığı kanunlara aykırı olarak yapılan bir iş devamlı ve bereketli olmaz, başarıya ulaşamaz; şayet başarıya ulaşsa bile devamlı olamaz!” diyerek, faaliyet ve gayretlerimizin devamlı ve bereketli olabilmesinin, Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzündeki kanunlarına mutâbık gelmesine bağlı olduğunu söyleyen bir «Gönül Sultanı»nı, 1983’te «İslâm Tarihi-Hazret-i Muhammed ve İslâmiyet» isimli eseriyle «Milletlerarası Sîretü’n-Nebî» yarışmasında dünya birinciliği kazanan bir Allah dostunu, Mustafa Âsım KÖKSAL Hocaefendi’yi tanıtmaya çalışacağım.

Mustafa Âsım KÖKSAL 1913 yılında Kayseri’nin Develi kazasında dünyaya geldi. Babası, Pirvelioğullarından Hâfız Mehmed Edip Efendi; annesi, Döne Hanımdı. İlk tahsilini Develi Merkez Nümûne Mektebi’nde tamamlayan Köksal Hoca, daha sonra Develi Müftüsü İzzet Efendi’nin «Mukaddimât-ı Ulûm» derslerine devam etti. 1928-30 yılları arasında Develi Ticaret ve Sanayi Odası’nda başkâtiplik görevinde bulunan Mustafa Âsım Hoca; 1933’te, 20 yaşında iken, Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı kâtiplik imtihanını kazanarak diyanet câmiasına katılmış, emekliye ayrıldığı 1964 yılına kadar, otuz bir yıl bu kuruma hizmet vermişti. Köksal Hoca, 1936’da (23) Neşâdet Hanımla evlenerek üç evlât sahibi olmuş, askerliğini 1938’de tamamlamıştı.

TÜRKÇE İBÂDETE KĀİL DEĞİLİM!

1942-1945 yıllarıydı… O sırada Diyanet İşleri Reisliği görevinde bulunan Şerefeddin YALTKAYA; İzmirli İsmail Hakkı Beyle birlikte Kur’ân tercümesiyle namaz kılınmasına fetvâ vermiş, bu amaçla 46 kadar kısa sûreyi Türkçeye tercüme etmiş, bu tercümeleri daktilo etme görevini de Mustafa Âsım Hoca’ya vermişti.

Reis Yaltkaya, sûre tercümelerini daktilo ettiği sırada Âsım Hoca’nın yanına gelmiş ve;

“–Âsım Bey, eğer bu tercüme işi hayırlı bir şey ise ne âlâ! Ama eğer vebâli varsa, âhirette ikimiz de yandık!” demişti. Bu söz üzerine Âsım Hoca;

“–Aman efendim, ben sadece daktilo ediyorum!” cevabını verince, Reis gülerek;

“–Ben bu fetvâyı verdim, ama şahsen kendi namazımı bu tercüme ile kılmam. Buna cevaz verişimin sebebi şu: Dîni bozmak, tahrip etmek isteyenler var. Ben, ileride genç nesillerin Kur’ân’ı tamamen unutmasını engellemek ve tercüme ile dahî olsa Kur’ân’la alâkalarının devam etmesini istedim. Yoksa Türkçe ibâdete kāil değilim! (Bu işe inanmıyorum, aklıma yatmıyor)” dedi.

O ZÂT, İBN-İ ABBAS v İDİ

İtalyan şarkiyatçı Leone Caetani bir kitabında; İslâm’a, Kur’ân’a, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, özellikle sahâbenin büyüklerinden Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- ve İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’ya ağır iftira ve hakaretlerde bulunmuş, Hüseyin Cahit (YALÇIN) da (1875-1957) bu kitabı 1924’te Türkçeye çevirmişti. Mustafa Âsım Hoca bu iftiralara karşı 1955-60 yılları arasında bir reddiye hazırlamış, Reddiye’sinin yüzden fazla sayfasını bu iki sahâbeyi savunmaya ve onlara atılan iftiralara cevap vermeye ayırmıştı.

Konuyla meşgul olduğu sırada bir gece rüyasında; kendisini bir mecliste görmüş, bulunduğu toplulukta sarıklı ve heybetli bir takım âlimler, büyük bir halka meydana getirmişlerdi. Meclisin en yüksek yerinde, taht gibi bir kaidenin üzerinde ise çok uzun boylu ve son derece sarışın bir zât oturmaktaydı. Üzerindeki kıyafet, bir sultan elbisesi gibi muhteşem görünüyordu. Yanında da ayakta duran, nur yüzlü biri göze çarpıyordu. Âsım Hoca, tahtta oturan o zâta yaklaştı ve elini öpmek üzere eğildi; lâkin tam öpecekken, oturan şahıs da onun elini öpecek gibi uzanmıştı. Öyle olmuştu ki, kim kimin elini öpmüş anlaşılamamıştı. Büyük bir huzur içinde uyanmıştı…

Üzerinde çalıştığı konu sebebiyle o zatın İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- olabileceğini düşünerek, İslâmî kaynaklarda onun eşkâlini araştırmaya başladı. Sonunda bu sahâbînin en bariz özelliklerinin boyunun çok uzun, saçlarının çok sarı oluşu, bir de itinalı giyinmesi olduğunu tespit etmiş, yanındaki zâtın ise Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- olduğunu hissetmişti.

BUNUN İÇİNDEN KİMSE ÇIKAMAZ!

Mustafa Âsım Hoca; geceli gündüzlü, hummâlı bir çalışma yaparak, beşinci yılın sonunda Reddiye’sinin müsveddesini tamamlamıştı. Ancak kitabı yazmaya başlayacağı sırada rahatsızlığı nüksetmiş, sağlığı iyice bozulmuştu. Hattâ doktorlar hayatta kalma ihtimalinin yüzde 10 olduğunu söylemek zorunda kalmışlardı. Eserinin taslağı; -kendi tabiriyle- örümcek ağı gibi son derece karışık ve karmaşık bir hâldeydi, kitabının tasnifini kendisinden başkasının yapabilme imkânı yoktu.

Bunun üzerine Âsım Hoca, ellerini Cenâb-ı Allâh’a açarak şöyle duâ etmeye başladı:

“Yâ Rabbî! Eğer ömrüm tükendiyse, bunu tebyiz edip bastırıncaya kadar bana müsaade et, sonra nasıl istersen öyle yap; aksi takdirde bu kitabın içinden kimse çıkamaz!”

Sonraki günlerde Âsım Hoca, Allâh’ın inâyetiyle -gayr-i tabiî bir sûrette- iyileşip ayağa kalkmaya muvaffak olmuş ve beş yüz sayfa tutan eserini tasnif ederek, Diyanet İşleri Başkanlığının «Müşâvere ve Dînî Eserleri İnceleme Kurulu»na arz etmeyi başarmıştı…

HÜSEYİN CAHİT’İN DÜŞÜNCESİ

Mustafa Âsım Hoca, Leone Caetani’nin adı geçen kitabının mütercimi Hüseyin Cahit (YALÇIN)’la ilgili aşağıdaki anekdotu ara sıra anlatır ve;

“Her şey nasip meselesi!” derdi.

Hüseyin Cahit, bir seyahati sırasında Orta Doğu üzerinden dönüyordu… Uçakla gelirken Medine üzerine yaklaştıkları sırada -aklına nereden estiyse-;

“Buraya kadar gelmişken, Hazret-i Muhammed’i de ziyaret edelim.” demişti.

Bunun üzerine Medine havalimanına iniş izni alınmış, uçak inişe geçmişti. Fakat birden alanda bir deve peydahlanmış, yavaş yavaş ilerleyerek pistin tam ortasına oturmuştu. Uçak; hemen pisti pas geçmiş, şehrin üzerinde turlar atmaya başlamıştı. Görevlilerin bütün gayretine rağmen, deve bulunduğu yerden uzaklaştırılamamıştı. Bütün teşebbüsler sonuçsuz kalınca, uçak -çaresiz- Medine’ye inemeden yoluna devam etmiş, böylece Hüseyin Cahit’e Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyaret nasip olmamıştı.

Mustafa Âsım Hoca 1964’te, Dînî Eserleri İnceleme Kurulu Başmuavinliği görevini îfâ ettiği sırada emekliye ayrıldı, bu tarihten sonra «İslâm Tarihi» üzerinde çalışmaya başladı. Tarihin Mekke devri, 1966’da (tek cilt olarak), Medine devri 1980’de (on bir cilt) basıldı. 1987’de Mekke devrini yeniden kaleme aldı, eseri altı cilde çıkardı.

Köksal Hoca’nın bu eseri, 1983’te Pakistan’da açılan «Milletlerarası Sîretü’n-Nebî Yarışması»nda dünya birincisi seçildi.