Şanlı Mâzîmizden Seçme Nükteler

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

m_hidir_1-SAYI119

MERHABÂ EY DERDE DERMAN!

Kureyş’in neseb ve şeref bakımından en üstün kızı Âmine ile Abdullâh’ın nikâhları kıyılıp Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ana rahmine düşünce, Abdullâh’ın alnındaki nur Hazret-i Âmine’ye geçti. Beklenen Nur, mîlâdî 571’in 20 Nisan’ına tesadüf eden 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahında tan yeri ağarırken dünyamızı şereflendirdi.

Süleyman Çelebi, cihanın sevinç ifadelerini şöyle dile getirir:

Merhabâ ey âlî sultan merhabâ!
Merhabâ ey kân-ı irfan merhabâ!
Merhabâ ey sırr-ı Furkān merhabâ!
Merhabâ ey derde derman merhabâ!
Merhabâ ey Rahmeten li’l-âlemîn!
Merhabâ Sen’sin şefîu’l-müznibîn!..

Fahr-i Kâinât Efendimiz’i, ilk birkaç gün annesi Hazret-i Âmine emzirdi. Daha sonra Süveybe Hatun, Âlemlerin Efendisi’ne sütannelik yaptı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, hayatının daha sonraki devrelerinde sütannesi Süveybe Hatun’a daima ilgi ve alâka gösterirdi. Mekke’de iken Allah Rasûl’ü ve Hatice Vâlidemiz, ona iyilik ve ikramda bulunurlardı. Varlık Nûru, Medine’ye hicret edince Süveybe Hatun’a daima yiyecek ve giyecek göndermiş, ihtiyaçlarını karşılamıştır. Hicrî 7. yılda onun vefat etmiş olduğunu haber alan Allah Rasûlü oğlu Mesrûh’u ve başka akrabalarını sordu. Onların da vefat ettiğini öğrendi.

Peygamber Efendimiz’in Süveybe Hatun’a gösterdiği bu hürmet ve alâka, kâbına varılmaz bir kadirşinaslık ve vefâkârlık nümûnesidir. (Hazret-i Muhammed Mustafâ [SAS] 1, Osman Nûri TOPBAŞ)

***

Ebû Leheb, mübârek yeğeninin doğduğunu müjdeleyen câriyesi Süveybe’yi, âzâd ederek mükâfatlandırmıştı. Bu hâdiseyle alâkalı olarak daha sonra Abbâs -radıyallâhu anh- şunları anlatır:

Ebû Leheb’i ölümünden bir sene sonra rüyamda gördüm. Kötü bir hâlde idi:

“–Sana nasıl muâmele edildi?” diye sordum. Ebû Leheb;

“–Muhammed’in doğumuna sevinerek Süveybe’yi âzâd ettiğim için pazartesi günleri azâbım biraz hafifletilmektedir. O gün başparmağımla işaret parmağım arasındaki şu küçük delikten çıkan su ile serinlemekteyim.” cevabını verdi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277; İbn-i Sa‘d, I, 108, 125)

m_hidir_2-SAYI119

«BURADA SUSULUR MU?»

Sultan IV. Mehmed Han, 2 Ocak 1642 tarihinde İstanbul’da doğdu. Ava olan tutkusundan dolayı «Avcı» lâkabıyla anılır. Şâmî Yûsuf ve Şâmî Hüseyin Efendilerden ders okudu. Babası I. İbrahim, tahttan indirilince yedi yaşında iken onun yerine geçti.

Padişahlığının ilk yılları iç karışıklıklarla geçti. Çünkü devleti, yakın çevresi idare ediyordu. 39 yıl müddetle padişahlık yapan IV. Mehmed Han, Viyana’yı kuşattıysa da zafere erişemedi. Akabinde iç karışıklıkların da etkisiyle; Vaç, Peşte, Budin ve Macaristan elden çıktı. Kamaniçe ve Boğdan taraflarında muzafferiyetler nasip olduysa da Venediklilerin denizden saldırıları devleti bir hayli zora soktu. Bütün bunlar olurken Padişah’ın av merakından dolayı devlet işlerini aksattığı ve yanlış kararlar verdiği dedikoduları iyice yayıldı ve asker ayaklandı. Tahttan indirilen Padişah, 1689’da Edirne’ye götürüldü. Yerine kardeşi II. Ahmed geçti.

Sultan IV. Mehmed Han, 6 Ocak 1693’te Edirne’de vefat etti. Kabri, İstanbul Yeni Cami civarındaki türbededir.

***

Sultan IV. Mehmed Han bir dîvan toplantısında sadrazama;

“–Yaptığım tetkiklere göre etin okkası sekiz akçeye satılır, fakat yine de et bulunmaz imiş, sebebi nedir?” diye sorunca sadrazam;

“–Hünkârım, et ve ekmek zamân-ı devletinizde pek çoktur. Fiyat artışı yoktur. «Var!» diyen size yalan söylemiştir.” dedi. Dîvanda hazır bulunan Hocazâde Mes‘ud Efendi;

“–Devletli vezir, asıl yalanı imdi siz söylediniz.” dedikten sonra, Padişah’a dönerek;

“–Şevketlim, hâlâ narha takyit yoktur. Şehirde bir okka et bulunmaz. Bulunursa sekiz akçedir. Hattâ semiz etler gizlice 10-12 akçeye satılır. Fukarâ muzdariptir. Fukarâsı muzdarip olan bir memlekette bolluktan bahsetmek abestir.” dedi. Bu sözleri üzerine sadrazam onu susturmak istedi ise de Hocazâde;

“–Burada da mı sus dersiniz? Bu, huzûr-i hümâyundur. Hak ne ise onu söylemek gerekir. Bunda yalan ve hatır için söz, din ve devlete hıyânettir.” dedi. (Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi,
c. 5, s. 44)

***

Sultan IV. Mehmed, Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa ile birlikte Kamaniçe Seferi’ne çıkmıştır. Şiddetli yağışlardan dolayı meşakkatli geçen kuşatma esnasında Sultan IV. Mehmed Osmanlı tarihinde başka örneği olmayan bir uygulamaya imza atar, savaş sırasında tebdil-i kıyafetle askerlerle birlikte fiilen muhasaraya katılır. Genç padişah ve genç sadrazamın birlikte katıldıkları bu savaş zaferle neticelenmiştir. (Osmanlı Hâtırası, s. 56, Salih GÜLEN)

m_hidir_3-SAYI119

«BASÎRET ve KUDRET SENDE!»

Dursun Fakih, 14. asırda yaşamış kadı, âlim ve şair bir zât idi. Aslen Karamanlı olan Dursun Fakih, Şeyh Edebâlî’den ders okudu. Osman Bey ile birlikte savaşlara katılır, askerlere imamlık ve vaizlik yapardı. Sonraları Şeyh Edebâlî’nin kızı ile evlenerek Osman Bey’in bacanağı oldu.

Osman Bey adına ilk hutbeyi okuyan Dursun Fakih din âlimi kişiliğiyle halk tarafından itibar görürdü. Aruz vezniyle yazılmış 640 beyitten oluşan bir şiir kitabı ve Gazavatnâme adlı bir eseri bulunmaktadır.

***

Selçuklu Devleti artık tamamen yok olmanın eşiğindeydi. Dursun Fakih Osman Bey’e şu teklifi yaptı;

“Beyim! Cenâb-ı Hak size sığınacak yer arayan müslümanları bir araya toplayıp idare etmek basîretini ve kudretini ihsan etmiştir. Allah Teâlâ’nın inâyeti, duâ ordusunun himmet ve bereketi, gazâ ordusunun kuvvet ve kudretiyle çevrenizdeki tekfurları dize getirip birçoklarının topraklarını mülkünüze dâhil ettiniz. Anadolu topraklarını mülkünüze dâhil ettiniz. Şimdi sıra Anadolu topraklarını ehil olmayanların elinden kurtarıp, ahâlisini huzura kavuşturmaya gelmiştir. Müsaade buyurun da, adınıza hutbe okuyup, sizi sultan ilân edelim.”

Osman Gazi düşünüp, istişâre etti. Dursun Fakih’e hak verdi. O gün Dursun Fakih, Osman Gazi adına hutbe okuyup beyinin sultanlığını ilân etti. O günden sonra Eskişehir’in adı halk arasında Sultanönü olarak söylenmeye başladı.

m_hidir_4-SAYI119

«FELÂKET OLUR!»

Kâzım KARABEKİR Paşa, 1882’de İstanbul’da doğdu. Öğrenimini İstanbul, Van, Harput ve Mekke’de tamamladıktan sonra; 1896’da İstanbul Fatih Askerî Rüştiyesini, 1899’da Kuleli Askerî Lisesini, 1902’de Harbiye Mektebini ve 1905’te de Erkân-ı Harbiye Mektebini bitirerek yüzbaşı rütbesiyle orduya katıldı. 1910 Arnavutluk ayaklanmasını bastırdı. 1918’de Erzincan ve Erzurum’u Ermenilerden ve Ruslardan geri aldı. Ardından Sarıkamış, Kars ve Gümrü Kalelerini ve Karaköse’yi kurtardı. Kurtuluş Savaşı’nda Edirne milletvekilliği ve Doğu Cephesi komutanlığı yaptı. 1946’da TBMM başkanlığına seçilen Kâzım KARABEKİR Paşa, 26 Ocak 1948’de Ankara’da vefat etti.

***

1923’te İslâm harfleriyle ilgili şunları söylemişti:

“Biz bunun vehâmetini ve bu harflerin değiştirilmesinin bugün küre-i arz üzerinde yaşayan 350 milyon İslâm’a ait olduğunu söyledikse de onlar anlaşılmaz bir şekl-i hurûf kabulü noktasına doğru yürüdüler.

Arkadaşlar, bugün hangi ecnebî ile görüşseniz, ilk işi ve diyeceği söz:

«Türkçe gayet güzel bir lisandır, kolaydır, fakat harfleri fenadır.»

Bunlar bütün ecnebîlerin ağzındadır ve size ilk telkin edeceği şeylerdir. (…) Binâenaleyh bugün bir kuvvet vardır ki, bu kuvvet bütün cihana karşı bu propagandayı yapıyor:

«Türk yazısı güçtür okunamaz.»

Bendeniz bu mesele ile bizzat uğraştım. Acaba bu Lâtince kabul edilebilir mi? Bu kabul edildiği gün, memleket kargaşaya girer. Bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve binlerce cilt eserlerimiz bu lisanla yazılmış iken, büsbütün başka bir şekilde olan bu harfleri kabul ettiğimiz gün en büyük bir felâkete uğramış oluruz.

Derhâl bütün Avrupa’nın eline güzel bir silâh verilmiş olur. Bunlar âlem-i İslâm’a karşı diyeceklerdir ki:

«Türkler ecnebî yazısını kabul etmişler ve hıristiyan olmuşlardır.» İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytanetkârâne fikir budur.

Bendeniz ecnebîlerle iki sene beraber çalıştım, onlarla karşı karşıya aynı şeyi not ederek, ecnebîler bir sahife yazıncaya kadar ben on sahife yazar işimi bitirirdim.” (Vakit gazetesi, 5 Mart 1923, No: 1879)